Sunday, January 24, 2010

BURUN


BirGün/24 Ocak 2010

Gogol’un ‘Burun’ adlı garip öyküsü, “25 Mart'ta Petersburg’da pek tuhaf bir olay oldu,” diye başlar ve şube müdürü yardımcısı Kovalev’in burnunun bir gün nasıl onu terk edip kendi kaderini tayin etmeye karar verdiğinin hikayesini anlatır.

1836’da yazılmış olan ‘Burun,’ bir çok eleştirmene göre sürrealist ögeler taşıyan, hatta bundan bir yüzyıl sonra ortaya çıkacak ‘büyülü gerçekçilik’ akımının öncüllerinden sayılması gereken bir öyküdür. Ancak edebiyatçılar, Kovalev’in burnunun neden yürüyüp gittiği konusunda fikir birliğine varamazlar bir türlü. Kimi bunun Freudyen bir perspektiften okunması gerektiğini ve aslında bir kastrasyon hikayesi olduğu söyler. Kimi ise, absürd bir öyküde mânâ aramanın abesle iştigal olacağı konusunda israrcıdır.

Halbuki, hikayenin kahramanı tam da o mânânın peşindedir. Öykünün büyük bir kısmı, Kovalev’in başını alıp giden burnunun peşinde oradan oraya koşturması ve olanlara bir anlam verebilmeye çalışmasıyla geçer. “İki dakika sonra, burun yeniden göründü. Efendinin sırtında sırma işlemeli, dik yakalı bir giysi; ayağında güderi bir pantolon; belinde de bir kılıç vardı. Tüylü şapkasından Danıştay üyesi olduğu anlaşılıyordu.”

Bu delice öyküde, belki de en çılgın yer burasıdır. Hadi burun kaçmıştır kaçmasına, ama bu üniforma da neyin nesidir? Neden üst düzey bir devlet görevlisine dönüşmüş Petersburg sokaklarında dolaşmaktadır? Kovalev, çok kızgın olmasına rağmen, önce pek çekingen davranır burnuna karşı. Onun bu yeni kimliğinin karşısında rahat değildir. Neticede yükselme hırsıyla dolu sıradan bir memurdur o. Daha önce kendi burnu olmuş olsa bile, pırıltılı üniformasının içindeki bir Danıştay üyesi ile boy ölçüşemez.

Gogol bu delice öyküde bize şunu der gibidir: Nasıl görünürse görünsün iktidar tedirginlik yayar. Önemli olan kişiler değil, toplum içindeki konumlarıdır.

Aslında sadece bu mesajla bile idare edebiliriz. Ama Gogol öykünün sonunda bir numara daha yapar ve burnun ait olduğu yere, yani Kovalev’in suratının tam ortasına, geri dönmesini sağlar. Kovalev’le o pek çekindiği burnunun aslında aynı şey olduğunu anlayıveririz böylece. İkisi de, farklı yönlere doğru gidiyormuş gibi görünseler bile, başında ima edildiği üzre, aynı organizmanın parçalarıdır.

Devletimizin organları arasındaki iktidar savaşı bana bu öyküyü hatırlatıyor hep. Bizde de, burun kaçalı çok oldu. Apayrı bir kişilik edinip hükümet kurdu, iktidara geldi. İktidarı da pek sevdi üstelik. Halbuki kaçarken, Kovalev’in burnu gibi, o da öncelikle kendi kimliğini oluşturma peşindeydi. “Ben farklı bir şeyim,” diyordu bize, “o yeknesak bütünün bir parçası değilim.” “Ayrı bir kimliğim, farklı beklentilerim var.” “Halkçıyım, demokratım, özgürlükçüyüm.”

Oysa görüyoruz ki, bu organ da diğerleri gibi aynı bedene aittir. Sonuçta ait olduğu yere dönecek, o beden ne yaparsa, o da onu yapacaktır. Ne zaman ki ekmek istensin, ne zaman ki adalet istensin, o devasa vücut hep birlikte hareket edecek, parıltılı üniformasının üzerindeki tozları silkeleyerek hep aynı şeyi söyleyecektir: “Böyle oyunlara gelmeyelim,” diyecektir bize “birlik ve bütünlüğümüzü bozmayalım.”

Hükümet de Tekel işçilerine aynı şeyi söyledi. Burundan gelen bir sesle.

Saturday, January 23, 2010

Editörüm çok yaşa!


BirGün Kitap Eki
23 Ocak 2010

Umberto Eco'nun ‘Foucault Sarkacı'nda yarattığı eşsiz karakter Jacopo Belbo’nun roman boyunca aldığı notlardan çıkarılacak ders şudur: editörler sanıldığı gibi düşkırıklığına uğramış ‘rate’ yazarlar değil, daha çok metinlerin arkasındaki gizli kahramanlardır.

Sarkaç’taki çok sevdiğim pasajlardan biri, Belbo’nun Shakespeare ile ‘Hamlet’in ilk kopyası üzerine konuştuğunu hayal ettiği bölümdür. Belbo, güya amatör bir oyun yazarı olan Shakespeare’in kendisine verdiği elyazmasını okumuş ve bir takım aksaklıklar bulmuştur. Konuşma boyunca, metni ufak ufak düzeltir ve bildiğimiz haline getirir. Karşısında mahçup, edilgen ve hafif bön bir Shakespeare hayal eder. Ne kadar iddialı ve yetenekli olursa olsun, editörünün önünde boynu kıldan ince olan yazarın resmidir bu.

“William S. ile görüşülecek.

- Çalışmanıza göz attım, fena değil. Gerilim, düşgücü, dramatik öge var. İlk yapıtınız mı?

- Hayır. Daha önce başka bir trajedi yazmıştım, Veronalı iki sevgilinin öyküsü.

- Bu yapıtınızdan söz edelim, Bay S. Neden Danimarka’da değil de Fransa’da? Sözgelimi söylüyorum, büyük bir çaba gerektirmez, iki üç adı değiştirmek yeter: Chalons-sur-Marne şatosunu, Elsinore şatosu yapabilirsiniz örneğin... Kierkegaard’ın gölgesinde, protestan bir kuzey ortamında, bütün bu varoluşsal gerilimler…

- Belki de haklısınız.

- Sanırım. Ufak tefek biçimsel düzeltmeler de gerekebilir: bir iki küçük dokunma, berberinizin ensenize ayna tutmadan önce, bir iki makas çırpması gibi... Örneğin, babanın hortlağı. Niçin oyunun en sonunda beliriyor? Ben olsam başa alırdım. Öyle ki, babanın uyarısı, genç prensin davranış biçimine hemen egemen olup annesiyle çatışmaya itsin onu.

- İyi fikir bence. Yalnızca bir sahnenin yerinin değiştirilmesi yeter.

- Tastamam öyle. Son olarak, biçem. Rastgele bir bölümü alalım; işte genç adamın sahne üzerine çıkıp eylemle eylemsizlik üzerine düşünmeye başladığı yer, bu bölüm gerçekten güzel, ama yeterince güçlü gelmiyor bana. ‘Eyleme geçmek ya da geçmemek? Benim sorunum bu. Düşmanca yargıya boyun eğmeli miyim yoksa?’ Niçin ‘benim sorunum’? Ben olsam, ‘sorun bu’ dedirtirdim ona; sorun bu, anlıyorsunuz değil mi? Onun kişisel sorunu değil, varoluşun sorunu. Olmakla olmamak arasındaki seçenek yani.”


Bu bölümü gülümsemeden okumak mümkün değildir. Belbo, dünyanın bütün editörleri adına, şunu söyler gibidir: Editörler olmasaydı, ‘Hamlet’ bile sıradan bir oyun olarak kalır, unutulur giderdi. Bir esere en son halini veren ve onu mükemmelleştiren editörlerdir. Metni bütün çapaklarından ayıklamak, acemiliklerini yok etmek, hatta kimi zaman tamamen yok olup gitmesine engel olmak editörlerin görevidir.

Kafka’nın editörü Max Brod olmasaydı, şu anda elimizde herhangi bir Kafka metni olmayabilirdi. Max Brod, yalnızca Kafka’nın yazmaya devam etmesini sağlamakla kalmamış, onunla bir ömür boyu sadakatle mektuplaşmış, kimi eserlerinde kimi bölümlerin yerinin değiştirilmesini önererek üslubuna katkıda bulunmuş ve son olarak yazarın vasiyetini yerine getirmeyip eserlerini yakmayı reddederek hepsinin bugün elimize ulaşmasına vesile olmuştur.

Aynı şekilde, kendisi de bir yazar olan A. J. Liebling, bir gün kapısına dayanan orta yaşlı bir kadının zorla eline tutuşturduğu yemek lekeleriyle bezeli elyazmasını reddetmediği için, bugün ‘Alıklar Birliği’ dünyanın dört bir yanında okunuyor. Tek bir roman yazıp onun da basıldığını görmeden 32 yaşındayken intihar eden John Kennedy Toole’un huysuz ve komik karakteri Ignatius Reilly, bir editör sayesinde aramızda yaşayabiliyor.

Çok zor zanaattir editörlük. İğneyle kuyu kazmaya benzer. İyi bir kitabı kötüsünden ayırt edebilecek beceriye sahip olmak yeterli değildir. Aslında bu işin en kolay kısmıdır: bir kitabın basılamayacağına karar verirsiniz ve olur biter. Peki basılabilecek kitaplar? İşte bu kitapları okuyucuya sunulabilir hale getirmek için geçilmesi gereken zorlu bir süreç vardır. Neler çıkarılacak, neler olduğu gibi bırakılacak, neler eklenecek, değil mi ama? Bunların hepsine editörler karar verir. Üstelik metni değiştirilecek diye ödü kopan, hatta arada bir sinirleri zayıflayıp histeri krizleri geçiren egosu büyük yazarların isteğine hilafen yaparlar bunu. Cesurdurlar da yani. Ya da iyi bir editörün öyle olması gerekir en azından.

Çoğu kadar jiletçidir ki, kendileri yazmaya soyunamazlar bir türlü. Çünkü kendi metinlerini de kesip biçip paramparça edebileceklerini bilirler ve buna gönülleri razı olmaz. Bu nedenle, “en iyi yazarlar, hiç yazmayanlardır,” diyenin bir editör olması kuvvetle muhtemeldir. Ve kıskançlığından değil, olsa olsa mükemmeliyetçiliğinden demiştir bunu.

Fakat gerçek bir editör yine de bir tür yazar sayılır bence. Belbo’nun da dediği gibi, editörler aslında başkalarının kitaplarını yeniden yazan insanlardır. Sadece bunun böyle olduğunu sağda solda söylemezler. Çünkü geride durmak bu mesleğin şanındandır.

Sunday, January 17, 2010

Yemek yemek üzerine ne düşünürsünüz bilmem ama...


BirGün/ 14:17 17 Ocak 2010

Kendim de yemek yemeği sevdiğimden midir nedir, yiyip içen roman karakterinden pek hoşlanırım. Sadece roman karakterleri mi? Yemekten söz eden şairleri de severim. “Yemek yemek üstüne ne düşünürsünüz bilmem ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı” der mesela Cemal Süreya. Onun şiirlerinde her türlü yemek vardır. Zeytin-ekmekten tutun da, pavuryalarla yengeçlere, çiçek gibi donatılmış rakı sofralarına kadar ne ararsanız bulursunuz.
Elbette romanlarda daha sık görürüz yemek sahnelerini. Gerçi kimi yazarlar, sanki kimsenin bir şeyler yemeye ihtiyacı yokmuş davranırlar. Onların karakterleri atlar zıplar yatar kalkar ama asla yemek yemez.
Hep düşünürüm, bunlar aslında yemek yemekten hoşlanmayan yazarlar mıdır? Yoksa karakterlerinin yemek sofralarında tasvir edilmesini bir tür zaaf olarak mı görürler? Ya da belki de hikayenin içinde yemek için ayrılan bölümlerin zaman kaybı olduğunu düşünüyorlardır.
Kanadalı yazar Margaret Atwood, bu meseleye başka bir yerden bakar ve romanlarda yemek yerken göremediğimiz karakterlerin büyük bir çoğunluğunun kadın olduğunu hatırlatır. “İlk kez Ivanhoe’yu okurken dikkatimi çekti bu,” der bir yerde, “Tamam, Rebecca bir kulede yaşıyordu, ama ne yer ne içerdi bu kadın?” Atwood’a göre, bu politik bir seçimdir: kadınların yemek yerken tasvir edilmemesi, kadın iştahının korkutucu bulunmasıyla ilgilidir. Sosyal ortamlarda yemek yememeleri, ya da yiyorlarsa bile kuş kadar yemeleri beklenir kadınlardan. Hele Rebecca gibi romantik bir durumun içindeki karakterler tercihan suyla falan beslenmelidir.
Halbuki başka birtakım yazarlar, yeme içme işlerini bayağı önemserler. Bununla ilgili detayları karakterlerinin kişiliğine dair bir ipucu olarak kullanır, ya da belli bir duyguyu aktarmak için onlardan yararlanırlar.
Iris Murdoch, ‘The Sea, the Sea’ (Deniz, Deniz) adlı romanında, gürültülü hayatını terkedip bir sahil kasabasına sığınan yönetmen Charles Arrowby’nin duygusal dünyasını okuyucuya açabilmek için yediği her öğünü bıkıp usanmadan bize anlatır. Arrowby’nin porsiyonları gitgide küçülür ve basitleşir. Bu da zamanla, hayalini kurduğu ‘arızasız’ ve kontrol edilebilir dünyanın ifadesi haline gelir.
Bir başka örnek de Orhan Pamuk’un ‘Masumiyet Müzesi’nde orta sınıf hayatların boğucu atmosferini anlatmak için, uzun sessizliklerle bölünen ve tabak çanak sesleriyle doldurulan öğle yemeklerine başvurmasıdır.
Kimi yazarlar daha da öteye gidip, yemeği romanlarının merkezine koymaktan çekinmezler. Mesela, Laura Esquivel’in ‘Acı Çikolata’sı yemekler aracılığıyla sevdiği adamla ilişki kurmaya çalışan bir kadının hikâyesidir. Yüzyıl başlarında Meksika’da yaşayan ve geleneklere göre evlenmesi mümkün olmayan Tita, ablasının kocası Pedro’ya duyduğu aşkın bir ifadesi olarak roman boyunca hepsi birer sanat eseri olan yemekler pişirir. ‘Acı Çikolata’ yalnızca bir roman değil; yemek tarifleri, kocakarı ilaçları ve kuvvet macunları ile dolu bir katalogdur aslında.
Aslına bakarsanız, en ilginç yemek hikayeleri, cinayet ile gastronomik faaliyetler arasında bir paralellik kurulanlardır: Manuel Vasquez Montalban’ın ‘Merkez Komitesinde Cinayet’ adlı romanı ya da J. Mario Simmel’in dünyaca ünlü ‘Yalnız Havyarla Yaşanmaz’ı (‘Papaz Her Zaman Pilav Yemez’ adıyla da çevrilmiştir) tam da bu tema etrafında dönerler. Simmel’in yemek pişirmeyi seven kahramanı, gizli servis ajanı Thomas Lieven gibi, Montalban’ın eski solcu detektifi Pepe Carvalho da ağzının tadına düşkün bir aşçıdır. Her iki romanda da, bir yandan cinayetler işlenirken, bir yandan da büyük bir titizlikle yemekler hazırlanır ve servis edilir.
Yine de bence yemek üzerine yazılmış en iyi roman Bram Stoker’ın ‘Drakula’sıdır. Aşkının nesnesini yemek isteyen bir aşıktan daha iyisi henüz düşünülmemiştir çünkü.

Not: Gastronomik meselelerden hoşlananlara, bu kitapların yanısıra, 9-30 Ocak tarihleri arasında görülebilecek ‘Yemek’ konulu sergiye uğramalarını da öneririm.

Karşı Sanat Çalışmaları
Gazeteci Erol Dernek Sk. No: 11/4
Hanif Han, Beyoğlu / İstanbul
Telefon: 0212 - 245 71 53

Monday, January 11, 2010

Pandora’ya Bir Geçit


BirGün 10 Ocak 2010

Başkasını kendimiz gibi bilebilir miyiz? Öteki benim gibi biri midir? Yani başka bir ‘ben’ midir? Eğer öyleyse, birbirimizi anlamamız mümkün müdür?

Bu sorulara, E. M. Forster ‘Hindistan’a Bir Geçit’ adlı romanında pek ümitli olmayan bir yanıt verir. Roman, 20. yüzyılın başında Britanya İmparatorluğu'nun yönetimindeki Hindistan'da, İngiliz Moore ailesi ile genç Müslüman doktor Aziz arasında başlayan ilişkiyi anlatır. Ancak, bir takım yanlış anlamalar sonucu, Aziz kendini sonunda taciz suçlamasıyla işgalci İngilizlerin mahkemesinde bulur. Seneler sonra ailenin oğlu Ralph ile Aziz bir tesadüf eseri yeniden karşı karşıya geldiklerinde, dost olup olamayacakları sorusuna Aziz şöyle cevap verir: “Hayır, henüz değil.”

Uzun zamandır okuduğum en ilginç ‘bilim-kurgu’ romanının yazarı olan Mary Doria Russell’ın cevabı ise çok daha serttir. Russell’in bol ödüllü ilk romanı ‘Serçe,’ 21. yüzyılda bir grup Cizvit rahibinin misyoner olarak Rakhat adlı gezegene gidişini anlatır. Cizvitler, yalnızca din adamı olarak değil, bilimsel çalışmaları yürütmek için de bu misyona katılmışlardır. Hikaye hepimiz için tanıdıktır: beyaz adam başka dünyalardaki başka kültürlerin insanlarıyla karşılaşacak, onları önce tasnif edecek, sonra da ehlileştirecektir. Bu, Forster’ınki gibi kolonyal bir hikayenin, geleceğe ve bir başka galaksiye taşındığı bir öyküdür.

‘Serçe’deki öncü grup, hepsi birbirinden sevecen ve dost canlısı insanlardan oluşur. Onlara hemen ısınırız. İyi niyetlerine inanır, amaçlarına sadık olduklarını düşünürüz. Yazar da onları sevebilmemiz için özel bir çaba gösterir. Zarar vermek gibi bir niyetleri yoktu, der kitabın başında. Ama zarar verirler. Dünyadan gelen ekip, getirdikleri tarım teknolojileri ve özgürlükçü fikirleri ile Rakhat'taki doğal ve toplumsal dengeyi alt üst eder. Gezegenin paryaları olan Runalarla, yönetici sınıfı oluşturan Jana'atalar arasında kanlı bir mücadele başlar ve bu durum Cizvitler de dahil olmak üzere herkes için felaketle sonuçlanır.

İyi niyetli olmak yeterli değil, der gibidir Russell. Hatta belki de şunu söyler bize: Öteki benim gibi biri değildir. Öteki tam da benim gibi olmayandır. O, benim anlayamayacak olduğumdur. O zaman, onunla kurduğumu sandığım iletişim tamamen bir yanılsamadır. Öteki ile kurabileceğim her türlü diyalog bir yanlış anlama ile sonuçlanacaktır. Zaten kitaba adını veren ‘Serçe,’ yani romanın ana karakteri Emilio Sandoz da, benzeri bir yanlış anlamanın kurbanı olacak ve ‘düşecektir.’ Oysa, İncil’e göre, Tanrı iradesinin dışında tek bir serçe bile düşemez.

Bu nedenle, Emilio da tanrının onu bıraktığını, dahası tanrısız bir evrene düştüğünü düşünür ve inancını kaybeder. Fakat, Emilio’nun düşüşü yalnızca tanrının kendisini terkettiği kuşkusundan değildir. O, aynı zamanda şunu da anlamıştır: öteki ile konuşmak mümkün değilse, o zaman belki de hiç konuşmamak, tamamen sessiz kalmak en doğrusudur. Emilio’nun sırtında iki kambur birden vardır artık: Tanrının mesajının ağırlığı kadar, onu başkalarına ulaştırmanın imkansızlığını da taşımaktadır.

‘Serçe’yi okuyalı çok oldu. Ona geri dönmemin sebebi ise, biraz şekerli bir iyimserlikle önümüze çıkarılan yeni ‘Öteki’ hikayesi: AVATAR. Filmin çokça beğenildiğini, büyük övgüler aldığını biliyorum. Bu övgülerin bir kısmını elbette hak ediyor. Kaç tane Amerikan filmi biliyorsunuz ki, Amerikalılar ‘alien’ (dış dünyadan gelen yabancılar) olarak tarif edilsin? ‘Ben’ ve ‘öteki’ film içinde yavaş yavaş ters yüz edilip yer değiştirsin ve esas adam ‘öteki’ olsun? Ya da en garibi, filmin sonunda Amerikalı seyirci kendi uçakları düştükçe pek bir sevinip gönensin? Bunun ne kadar hınzırca bir olay örgüsü olduğunu düşünürsek, AVATAR’ı ayakta alkışlamamız gerekir.

Fakat itiraf etmeliyim ki, ben bu konuda Forster ve Russell’a daha yakın duruyorum ve onlarla aynı şüpheyi paylaşıyorum: ‘Öteki’nin hikayesini dinlemek demek, onu kendi hikayemiz üzerinden anlamak/anlatmak anlamına gelmez mi? Ya da daha da önemlisi, ‘Öteki’ ile hemhâl olmak mümkün müdür? Filmin kahramanı Amerikalı asker Jake Sully’nin Pandora adlı gezegende geçirdiği dönüşümün masalsı hikayesi beni tavlasa da, filmin mesajını düşündüğümde bu iyimserlik halinden rahatsız oluyorum. Kahramanımızın, yerli halk Naviler’in arasına karışıp ormanın bir parçası haline gelmesini dokunaklı buluyor olabilirim. Ama bu ‘Öteki’nin şeklini almanın, onunla ‘bir’ olmanın ve bir kültürü ‘yanlış anlamalar’dan arınarak benimsemenin mümkün olduğuna inanmama yetmiyor.

Ne yapalım? Bu da benim çekincem olsun.

Saturday, January 09, 2010

Yerim seni, tombul sosis!


9-29 Ocak, 2010
Karşı Sanat YEMEK Sergisi Yazısı

Modern romanın en iyi örneklerinden biri sayılan Ulysses’de tümü yemek üzerine olan bir bölüm vardır. James Joyce romanının bu bölümüne, Homer’ın Odyssea destanında da sözü geçen dev yamyamlar kabilesine istinaden ‘Lestrygonians’ adını vermiştir. Ulysses’in bu bölümü, Dublin’de yüzyılın başında geçen tek bir günü konu alan romanın ortalarında bir yere, öğle yemeği saatine denk gelir. Neredeyse tamamı bir restoranda geçen bu epizotta, romanın ana kişisi Leopold Bloom, hiç üşenmeden bize herkesin ne yediğini ve nasıl yediğini anlatır. Kendisi de bu arada, bir yandan peynirli sandviçini kemirirken, bir yandan da değişik yemeklerle çağrışan anılarla baş etmeye çalışır.

Bloom’un bize en ince detaylarına kadar tarif ettiği, herhangi bir sofra değil, düpedüz bir yemek orjisidir aslında.

“Bardaki yüksek taburelere tünemişler, şapkaları arkaya doğru kaykıtılmış, masalarda oturmuş, bardakları kafalara dikerek, koskoca mundar lokmaları ağızlarına tıkarak, aç gözleri yuvalarından fırlamış, yağlanan bıyıklarını sile sile garsonlardan hesaba dahil edilmeyen ekmek üstüne ekmek istiyorlar.” (8/781-785)

Boyunlarına peçete dolamış öfkeli bir şekilde yemeğini bekleyenler, gırtlağından aşağıya habire “kepçe kepçe çorba boşaltanlar,” dişsiz ağızlarıyla önlerindeki pirzolaları bir an önce yutmak için çiğneyip duranlar, ağızlarına yiyebileceklerinden çok daha büyük lokmalar tıkıştıran pisboğazlar… Sürekli bir parçalama, bölme, öğütme ve yalayıp yutma halidir anlatılan. Herkes aynı faaliyetin içindedir.

Bloom da, bu faaliyete dair bir sürü şey düşünür. Vejetaryenlere hak verir gibi olur bir ara. Hayvanlar, onların iç organları, mezbahalar birer birer aklından geçer. Kemikler, kıkırdaklar, bağırsaklar derken, metnin başında da karşımıza çıkan bir imgeye geri döneriz:

“İnce hastalığa sıcak taze kan salık verirler. Her zaman istenir kan. Riyakarlar. Buharı çıkarkene yalarsın kanı, tatlımsı koyu. Yüreği ezilen hayaletler.

Ah acıktım.” (8/ 878-881)


Bir vampir hikayesinden alınmış gibi duran bu pasajdan sonra, o vakte kadar etrafındaki yeme-içme faaliyetinden midesi bulanıyormuş gibi görünen Bloom’un kandan bahsettikten hemen sonra birdenbire ‘Ah acıktım’ deyivermesine şaşırırız.

Oysa bu kadar basittir her şey. Acıkırız hepimiz. Her şeye rağmen ve her koşulda. Üstelik, Ulysses’deki bu bölüme hakim olan duygu açlıktır. Sadece yemeklere duyulan bir açlık değildir bu. Yasak olan her şeye, dünyevi zevklere ve cinselliğe de duyulan arzudur aynı zamanda. Bloom da elbette muaf değildir bütün bunlardan. Metin açıldıkça görürüz ki, lokantadaki insanlar önlerindeki tabaklara şehvetle yumulurken, onların açgözlülüğünden iğrenen Bloom bile yavaş yavaş kendi arzularına saplanır. Dolayısıyla, bedenin kendi dışında kalana duyduğu istek, her iki anlamda da bir ‘et düşkünlüğü’ olarak temsil edilir. Yemek edimi, ötekini kendi parçamız (kendi “kanımız”) haline getirmek olarak tarif edildiği andan itibaren de, kaçınılmaz olarak kanibalizmin bir ifadesi haline gelir.

Joyce şaşmaz sezgisi ile yeme-içmenin varlığın trajik yanıyla ilişkisini farketmiş ve edebi dehasını kullanarak bunu Dublin’in merkezindeki Burton Restaurant’da kurguladığı “açlık” temalı bölümde ölümsüzleştirmiştir.

“Ölümlü dünya! Layık olduğun yere koyardı seni. Şölende tanrıların altın kaplarından kana kana nektar içmek, ölümsüzlük veren yemekleri yemek sırf. Bizim altı penilik aşlarımıza benzemez – haşlanmış koyun, havuç ve şalgam, bir şişe de Allsop. Nektar, elektrik içmek gibi bir şey olmalı. Tanrı aşı. Güzel kadın bedenlerinin Junovari yontuları. Ölümsüz güzellikte. Oysa biz yiyeceğimizi bir delikten tıkar, arka delikten çıkarırız: Besin, kilüs, kan, gübre, toprak, besin: Bir lokomotifin kazanına kömür atmak gibi beslemen lazım onu.” (8/ 1108-1116)

Tanrılar ölümsüzdür. Onların hayatta kalabilmek için dışarıdan gelene ihtiyaçları yoktur. Öteki olmadan da varlıklarını sürdürebilirler. Oysa insan, tanım itibarıyla, kendine yetemeyen, bağımsız olamayan, yani varlığı ötekine bağlı olandır. Bir özne olarak nesnesinden bağımsız bir şekilde düşünülemez.

İnsan yemekle yaşar. Yemezse ölür. Cenaze evlerine götürülen ilk şeyin yemek olması bundandır. Ölümün ardından hayatın hatırlanması ve kutsanmasıdır bu aslında. Geride kalanların yaşamaya devam edeceğinin işaretidir. Yiyecek getirenler şunu demek ister gibidirler: “Herkes için yeterince yemeğimiz var, biz henüz ölmeyeceğiz. Şimdi birlikte yiyeceğiz ve hayatta kalacağız.”

Bedenin beslenmesi gerekir. Bloom’un dediği gibi, dev bir kazana kömür atmak gibidir bu. Hiç durmadan tekrar edilir. Beden tam da bu nedenle, kırılgan ve zavallıdır aslında. Her yemek ona ölümlü olduğunu hatırlatır.

Yalnızca varlığı sürdürmek açısından değil, varlığın bilgisini edinmek açısından da önemli bir yeri vardır yeme-içmenin. Yeme-içme, bedeni kendi dışıyla temasa geçiren edimlerin başında gelir. Öznenin nesneye en yakın olabildiği an, onu yiyebildiği andır. Çünkü bu, öznenin nesneyi kendisinin bir parçası haline getirerek “içeriden” bilebildiği yegâne tecrübedir.

Yeme-içme, her halükarda bir özne-nesne ilişkisi üzerinden açılmak zorundadır. Bu ilişkinin tanımı da içerme (incorporation)’ dir. Başka bir deyişle söylemek gerekirse, yemek öznenin nesnesini “kendileştirme”sinden başka bir şey değildir. Yemeğimizi öğütür parçamız haline getiririz. Ama her özne-nesne ilişkisinde var olan diyalektik burada da kendini gösterir: özne, nesneyi kendi parçası haline getirirken, kendisi de nesnenin şeklini alır: Ne yersek, o oluruz sonunda.

Farklı dinlerin yemek konusunda gösterdikleri hassasiyete bakılırsa, hepsinde ne yiyorsak onun şeklini alacağımız fikrinin ne kadar önemli bir yer tuttuğu görülür. Hristiyanlıkta, tanrısal olan ile kurulan ilişkinin bir yemek metaforu üzerinden tanımlanması tesadüf değildir: İsa’nın kanı ve eti, Katolik ayinin bir parçası olan ekmek-şarap sembolizminde karşımıza çıkar. İsa’nın, kendisine inananların bedeninde çoğalması, onlarla bir olması ancak böyle sağlanır. İslam’da domuzun haram olması inancının altında, domuzun kendi cinsi de dahil olmak üzere her şeyi ayırdetmeden yemesinden duyulan rahatsızlık da vardır. Musevilik etle sütün karıştırılmasını istemez: yavru olan kuzunun etini yerken annesinin sütünü aynı anda tüketmiş gibi olursunuz ve bu durumun gaddarca olduğu düşünülür. Masum olanla vahşi olanın aynı anda insanın bedenine girmesi midir sorun olan? Herhalde. İnançlı bir Hindu olan Gandhi, vejetaryenliğinin sebeplerini anlatırken, yine aynı düşünceye işaret etmiş ve aslı Sanskritçe olan ‘Ne yersen, ona dönüşürsün’ ilkesine uyduğu için basit yiyeceklerle hayatını sürdürmeyi tercih ettiğini söylemiştir.

Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Bunların hepsinde, yeme-içme eylemi, özne-nesne ikiliğinin aşıldığı bir yer olarak karşımıza çıkar: yiyenle yenen bir olduğunda, özne ile nesne arasındaki sınırlar da erir ve yok olur.

Bu düşünceyi öznenin nesneyi yuttuğu ve ikisinin aynılaştığı bir tekdüzelik gibi okumak mümkünse de, bunu daha kolektif bir bilince doğru açılan bir yol olarak görmek de mümkündür. Yemek sadece, özneyle nesneyi birbirine açmaz; bir yandan bunu yaparken, bir yandan da birbirinin nesnesi haline gelmiş özneleri birbirine açar, onların aralarındaki sınırları kaldırır.

Bu fikir en iyi ifadesini, Rus düşünür ve edebiyat kuramcısı Bahtin’de, özellikle de onun Gargantua’dan ilham alan grotesk kavramını geliştirdiği Rabelais ve Dünyası adlı eserinde bulur. Bakhtin’in grotesk kavramı kendi dışındaki dünyayla ilişki içinde bir insan bedeni algısına dayanır. Grotesk beden, dünyanın geri kalanından ayrı bir şey olarak algılanmaz. Kendi sınırları içinde tanımlanan bir şey değildir; tam tersine, sınırlarını aşan, dışarıdaki dünya ile temas kuran bir bedendir. Bedenin dış dünya ile kurduğu temas, kendini o dünyaya açtığı uzantılarıyla mümkündür. Bedeni kendi dışıyla temasa geçiren tüm edimlerin önemi vardır: yeme-içme, dışkılama, sevişme, çocuk doğurma bir bir sayılır. Ama Bahtin’e göre bu eylemlerin başında yeme-içme gelir.

Dünya ile beden arasında alışverişin sürekliliğini sağlayan edim yeme-içmedir çünkü. Bireysel beden düşüncesinin aşıldığı, onun yerine kolektif bir bedenin geçtiği karnavalın özü böyle bir yeme-içme eyleminin vücuda gelmiş hali olmasından kaynaklanır. ‘Ete veda’ anlamına gelen “carne levare” sözünden türetilmiş “karnaval” kelimesinin etimolojisi de aynı yere işaret eder: bu eğlencenin hemen ertesinde başlayacak “etsiz,” günlere inat yaşamı, yani “ete duyulan arzuyu,” kutlayan bir seremonidir karnaval. Öyleyse, “karnivor” yani etoburdur. Hatta düpedüz yamyamdır. Rabelais’nin Gargantua’sı gibi.

Bunun içindir ki, Bahtin özneden bahsederken modern dünyanın tanımladığı burjuva özneden söz etmez aslında. Onun bahsettiği özne, bedeninin sınırlarını aşabilen ve başka bedenlerle bir olabilen “kozmik özne”dir.

Böyle tanımlandığı zaman kanibalizm, yani yamyamlık, bir yok etme eylemi değil bir birleşme halidir. Öznenin başka öznelerle ilişkisi, bu noktadan açılarak tarif edilir. Birlikte yemek, birbirini yemenin sembolik ifadesi haline gelir. Birleşme arzumuzun bir neticesi olarak birbirimizi yiyemeyeceğimizi anladığımız anda, kibarca geri çekilir ve birlikte bir şeyler yemeyi tercih ederiz. Ama her iki koşulda da, ötekine ancak yemek yoluyla en fazla yaklaşılabileceği hissi baki kalır.

O zaman bütün sofralar yalnızca yaşamın kutsandığı anların değil, aynı zamanda bir tür birleşme halinin ifadesi değil midir? Mum ışığında yemek yiyen bir çiftin, sofradaki yiyeceklerden geçerek birbirlerine dokundukları söylenemez mi? Ya da aynı şeyi yiyen insanların, aynı şeye dönüşecekleri düşünülemez mi? Ve birini gerçekten çok sevdiğinde, onu yemeyi aklından geçirmeyen var mıdır?

“Yerim seni” bizim kültürümüzde bir sevgi ifadesi olarak kullanılır. Birine en yakın olacağımız anın bu olduğunu sezdiğimiz için bu lafı içimizden gelerek kullanırız. Sanki beynimizden değil de, karnımızdan bir yerden gelir. Sevgilimize, çocuğumuza, hatta dostlarımıza söyleriz bunu. Tüm zamanların en çok akılda kalan reklamlarından biri, küçük sarışın bir kız çocuğunun muhtemelen annesinden duyduğu bu lafı yetişkin bir tonlamayla bir sosise söyleyişini konu alır. Küçük kız, sosisi önüne koyup, ‘Yerim seni, tombul sosis’ diye oburca söylenir. Daha önce kendisine sevgiyle defalarca söylenmiştir bu laf. Aslında arzunun gerçekten yenebilecek bir nesneye yöneltmesinde eğlenceli olmakla beraber garip bir şekilde ‘doğru’ ve haklı lakin kimi zaman da anlamı örtük çağrışımlara yol açabilecek bir taraf da vardır. Dolayısıyla, kız çocuğunun sosise duyduğu arzunun, kendisine ‘yerim seni’ diye sevgilerini ifade eden yetişkinlerinkinden pek de farkı yoktur. Her iki durumda da dile getirilen bir bütünleşme arzusudur.

Öyleyse, yemek bir tür birleşme halidir. Düğün yemekleri, bayram yemekleri bunun değişik ifadeleridir. Her türlü kutlama yemekle kutsanır. Yıldönümleri, yaşgünleri, kavuşmalar, buluşmalar, hepsi…

Yani sonuç olarak, yemek tali bir şey değildir. O, bizim yaşama dair bütün faaliyetlerimizin odak noktasıdır. ‘Öteki’ ile bir olduğumuz anın ifadesi, devamlılığımızın, dış dünyayla bağımızın, bir başka deyişle kolektif bilincimizin tezahürüdür. Ve bütün bunların bir ifadesi olarak resmedilmeyi de hak eder.

Monday, January 04, 2010

TANPINAR ZAMANI



BirGün
3 Ocak, 2010



Ahmet Hamdi Tanpınar, ‘Huzur’un başlarında romanın baş kişisi Mümtaz’ın ağzından şunu söyler: “Şark oturup beklemenin yeridir. Biraz sabırla behemahal her şey ayağınıza gelir.”

Bu yalnızca artık orada olmayan bir Doğu’nun değil, kaybolmuş bir zamanın da ifadesidir. Modern hayatın telaşında, hayal etmekte bile zorlandığımız bir zamanın ifadesi.

Bu satırları arada bir hatırlarım. Onlarla beraber bir de resim gelir gözümün önüne. Bir fotoğraf. 17 Mayıs 1992'de Cumhuriyet gazetesinde Galata Köprüsü’nün yandığı haberini veren hikayenin üzerinde kullanılan ve Köprüaltı’nın en eski esnaflarından Erzurum Çay Evi’nin sahibi Recep ustayı bir kenara yığdığı marpuçlar arasında elini şakağına dayamış dertli dertli otururken gösteren o fotoğraf. Köprüaltı’nın en yaşlı ve saygı gören kişiliklerinden biri olduğu için, herkes tarafından ‘baba’ diye çağrılan Recep ustanın yüzündeki o ifadeyi unutamam bir türlü: kaygı, keder ve kabullenme. Recep baba, bolca gülümsediği için derin çizgilerle bezenmiş sevecen yüzünü bu sefer düşürmüş, kocaman aksaçlı başını avcuna dayamış artık sonu gelmiş bir zamanın ardından bakar durur.

Bana acı verse de, o resmi kesip sakladım. Benim için bir dönemin sonunu işaret ediyordu. Recep Baba’ya beraber ben de yanıp giden köprü için yas tuttum. Uzunca bir süre oradan geçmedim ve yeni köprüye senelerce ayak basmadım. Neden gideydim ki? Eskisinin küçücük bir izi bile yoktu. Tanıdık hiç bir şey yoktu.

Oysa Köprüaltı’ndaki o kahve evimizdi bizim. Birbirine benzemeyen bir sürü insanın gelip gittiği, nargile içtiği, tavla oynadığı, ahbaplık ettiği bir yerdi. Kimler kimler yoktu ki orada? Başta bizim gibi okuldan kaçmayı marifet sayan tıfıl öğrenciler olmak üzere, neredeyse herkes: her daim başköşede oturan müdavimler, nargile adabının kitabını yazan emekliler, yazarlar çizerler, Babıali’den aşağıya sallanıp inivermiş gazeteciler, sert suratlı gemiciler, alımlı turist kızlar, işsiz olup da iş bulmayı umanlar, işsiz olup da borç bulmayı umanlar, işsiz olup da sadece yatacak bir yer arayanlar ve daha aklıma gelmeyen bin çeşit insan.

Adet olduğu üzre, hemen yan tarafındaki merdivenden kahveye doğru inerken, aşağıyı şöyle bir kolaçan ederdik. Kimler var kimler yok bakıp, ona göre davranırdık. Güzel turist kızlar varsa, yanımızdaki oğlanlar hemen saçlarına başlarına çeki düzen verirler, biraz sonra tavla oynamaya başladıklarında da her zamankinden daha yüksek sesle konuşup gülerlerdi. Hiç bir şey demezdi Recep Baba. Bir kere bile kalbimizi kırmadı. Oysa, Allah bilir bütün o yaşlı nargileci amcaların yanında ne kadar toy, ne kadar densiz, ne kadar sersemdik. Ama hiç bir gün kötü bir muamele görmedik. Kahve bizim evimizdi.

Orada buluşur, önemli şeyleri orada konuşur, sıra sıra dizilmiş balıkçıları seyrederek hayata dair atıp tutardık. Büyük adamlar gibi. Hafif ve mutlu olduğumuzu hatırlıyorum. Bizim de kendimize göre sıkıntılarımız vardı elbette, ama kahvede geçirilen günbatımlarında her zaman insana kendini iyi hissettiren bir şeyler olurdu. İyimserdik. Her şeye bir çözüm bulunabilirmiş gibi geliyordu bize. Çay sigara eşliğinde yapılan uzun muhabbetler (cebimizdekini son kuruşuna kadar harcadığımız için) genellikle yürüyerek katettiğimiz okul yolunda söylenen şarkılarla nihayete erer, laflar hiç bitmediği için yurdun kapısında zorla vedalaşılırdı.

Cep telefonu elbette bilim-kurgu gibi bir şeydi o zamanlar. Bize birisi söylese, ‘James Bond mu bu?’ deyip gülerdik herhalde. Bir çoğumuzun öğrenci evinde telefon bile yoktu. Buluşmak gerektiği zaman, günler öncesinden haberleşmek gerekirdi. Fakat haberleşmediyseniz eğer, öyle çok da dert etmezdiniz. Öyle bir zamandı ki, birini görmek istiyorsanız belli bir mekana gidip bir müddet beklemeniz yeterliydi. Mekanlar belliydi. Kimin nereye gittiği bilinirdi. O biri mutlaka çıkar gelirdi. O gün değilse bile daha sonraki bir vakit görüşürdünüz. Eninde sonunda buluşulurdu.

Beklemenin kabul edilemez bir şey olmadığı, tam tersine tatlı bir kaşıntı gibi yaşandığı bir dönemdi. Şikayet etmek düşünülemezdi.

Sonraları hayatımız sonu gelmeyen bir koşuşturma haline geldiğinde anladım ki, ucundan yakalamış bile olsak, eski köprünün üzerindeyken aslında ‘Tanpınar zamanı’nda yaşıyorduk. Geniş ve yavaş bir zamandı bu. Biraz sabırla her şey bize geliyordu. Tek yapmamız gereken şey yeterince beklemekti.