Sunday, February 28, 2010

Ak sakallı dede


BirGün

28 Şubat 2010

Ak sakallı dede denince, herkes gibi ben de, insanın rüyasına girip bilmece gibi laflar eden melek yüzlü yaşlı adamları düşünürüm. Aslına bakarsanız, rüyalarımda bile biraz çekinirim onlardan. Hemen toparlanasım, ayağa kalkıp özür dileyesim gelir. Neden özür dilediğimi bilmesem bile.

Bu tedirginliğim, korkudan değil saygıdan olsa gerek. Çünkü bilge adamlardır bunlar. Bu dünyada bunca vakit geçirdiklerine göre, bu vakti iyi değerlendirdiklerini düşünürüz. Onlara itibar eder, yer açar, güven duyarız. Anlayışlı ve sevecen olduklarını varsayarız. Bilgelik bunu gerektirir. Değil mi ki, bunca tecrübeyi geride bırakmış, bizim gitmediğimiz yollara gitmiş, henüz tabi tutulmadığımız sınavlardan geçmişlerdir.

Oysa, her sakallı aynı olmuyor belli ki.

Geçen gün, bir kaç öğrencimle üniversite civarındaki simitçilerden birinin önüne yayılmış çay içerken, camiden çıkan yaşlılardan biri yanımıza yanaştı. İlk bakışta, nur yüzlü bir adam. Tam rüyalarınıza girecek türden biri. Bir şey mi soracak acaba diye yerimden kalkacak gibi oldum. Fakat o, kızlardan birine yaklaştı. Kulağına eğilip bir şeyler söyledi. Duyamadık. Tekrarladı. Hem de avazı çıktığı kadar bağırarak: “O içtiğin zıkkımın tadı güzel mi bari?” Öğrencim renkten renge girdi. Elindeki sigarayı nereye koyacağını şaşırdı. Dedesi yaşında bir adama terslenemeyecek kadar edepli olduğu için, kibarca bir şeyler söyleyip konuyu kapatmak istedi. Ama o böyle davrandıkça, adam gemi azıya aldı. Ona biraz daha söylendikten sonra sıradakine geçti. Bu seferki, uzun saçlarını arkasında toplamış bir oğlandı. Elini attığı gibi, çocuğun at kuyruğuna yapışıp çekiştirmeye başladı.

Anlaşılan, bizim nasibimize korkulu rüyalara giren cinsten bir ak sakallı dede düşmüştü. Üstelik öyle kolay pes edeceğe de benzemiyordu. Öyle sıradan gidiyordu. Elbet benim de sıram gelecekti. Bekliyordum. Çocuklara yaptıklarını izlerken, asfalyalarım atmış, bu adamın bir sene boyunca göreceği bütün kabuslarda yer alacak şekilde davranmaya karar vermiştim. Ak sakallı dedeler adabı değiştiğine göre, rüyalarla ilgili kuralları da gözden geçirmenin zamanı gelmişti belki de. Hep onlar mı bizim rüyamıza girecekti?

Fakat sıra bana gelemeden, bu manzaraya şahit olan garson dışarı çıkıp adamı püskürttü ve ak sakallı dedenin toplumu düzeltme faaliyetleri de böylece nihayete ermiş oldu. En azından o gün için. Bu durumda, adamın kabuslarına ayırttığım sezonluk bileti gönülsüzce de olsa iptal etmek zorunda kaldım. Ama öfkem geçmedi.

Öğrencilerimden ayrıldıktan sonra oturup düşündüm. Sokakta hiç tanımadığı birinin saçına yapışma cürretini gösteren, bir diğerinin hayatına böyle fütursuzca dalabilen bu insanlar nereden çıktı? Eskiden onaylamaz bakışlar atarak ya da dillerini şaklatarak geçerken, şimdi aradaki mesafeyi nasıl olup da aşıyor ve başkalarına ellerini uzatabiliyorlar?

Sonra farkettim ki, sınırlar bir kez aşıldıktan sonra, sokakta birinin saçına yapışmaktan onu ateşe vermeye kadar giden yol çok da uzun değildir aslında. Bu adamın yirmi sene önceki halini hayal ettim: Sivas’ta Madımak Oteli’ni kundaklayanlar onun gibilerdi. Otuzbeş kişi alevler içinde çırpınarak ölürken, onları keyifle seyreden o korkunç kalabalığı hatırladım. Dışarıda ellerinde sopalarla yangından kurtulanları linç etmek için bekleyenler, öğrencilerimi tartaklayan bu yaşlı adamla aynı duyguyu paylaşıyorlardı. Kendilerine benzemeyene haddini bildirmek arzusundaydılar.

Üstelik, bu adam gibi, onlar da bunu erdem sayıyorlardı.

Oysa erdem, kişinin iradesini başkaları yerine kendisi üzerinde kullanmasıdır. Yaşamdan öğrenilmesi gereken ötekini değil kendini terbiye etmektir. Bilgeliğin esası da budur aslında.

Ve soytarısının Kral Lear’e söylediği gibi, bilgeleşmeden yaşlanmamalıdır insan.

Sunday, February 21, 2010

Nick Cave, Kayıp Cennet ve 'Güvenilmez Anlatıcı'


BirGün

21 Şubat 2010

‘Nick Cave and The Bad Seeds’in 1996’da çıkardığı ‘Murder Ballads’ (Cinayet Şarkıları), hepsi birer cinayet öyküsü anlatan on şarkıdan oluşur. Bu albümü kaç kere dinledim bilmiyorum. Bundan aynı şarkıyı arka arkaya yüz kere dinleyen takıntılı bir karakter olduğum çıkarılmasın. (Aslında öyleyim. Ama yine de böyle düşünülmesinden hoşlanmayacağımı hissediyorum.)

Yeri gelmişken, ailemdeki müzisyenleri kızdırmayı göze alarak, şunu açıkça söylemek isterim: Müziği bir yana, Nick Cave’i her şeyden önce çok iyi bir öykücü olduğu için seviyorum. ‘Murder Ballads’la kurduğum ilişkinin, iyi bir hikaye duyduğum zaman beynimin arka taraflarında bir yerde başlayan karıncalanma hissiyle kesinlikle ilgisi var. Gariptir, hardal yiyince de aynı şey oluyor. Hazla karışık bir uyuşma hissediyorum. Hardal gibi hikaye de ne kadar keskinse, bu his o kadar belirginleşiyor. Bu albümde anlatılan öykülerse birer jilet gibi. Hepsi kesip geçiyor. Mizahi bir dille anlatılanlar bile.

Dinlemekten asla bıkmayacağım şarkılardan biri, dramatik yapısı ve sürprizleriyle insanın tüylerini ürperten ‘Song of Joy,’ yani ‘Mutluluk Şarkısı’dır. Nick Cave, daha başında, şarkının ismiyle bizi yanıltır. Kendimizi ışıltılı, pırıl pırıl bir atmosfere hazırlarız. Ama işin aslı hiç öyle değildir. Şarkı, anlatıcının bize “gözleri mücevher gibi parlayan” Joy (Neşe) adında bir kızla nasıl evlendiğini hikaye etmesiyle başlar. Başında her şey iyidir. Ama zamanla Joy kendini ağır bir melankoliye kaptırır. Evde çıt çıkmaz olur. O kadar ki, birbiri ardından doğan üç kızları bile birer fare kadar sessiz hareket ederler. Birden ortalığı bir kasvet kaplar. Bir gece, ailesini evde konuk ettikleri bir yabancıyla başbaşa bırakıp gitmek zorunda kalan anlatıcı, döndüğünde onların defalarca bıçaklanarak öldürülmüş olduklarını görür. Katil şair ruhlu bir adamdır. Duvara Milton’un Tanrı’nın gazabından bahsederken kullandığı bir sözü yazıp bırakmıştır: “Onun kızıl sağ eli.” “Kayıp Cennet’ten bir alıntı olduğunu söylediler,” der anlatıcımız.

Hikaye böyle akıp gider. Katil kaçmış, yakalanamamıştır. Kimbilir böyle kaç cinayet daha işlemiştir. Anlatıcımız ise kapıdan kapıya dolaşıp hikayesini anlatmaktadır. Buraya kadar her şey yolundadır. Katilin o yabancı konuk olduğunu düşünürüz ve Joy’la çocukların talihsizliğine üzülürüz.

Fakat öykünün sonunda, adamın kapısında durup hikayesini anlattığı eve girmek konusundaki ısrarına bir anlam veremeyiz. Böylece şüphelenmeye başlarız. Öyküyü bir kez daha dinleyince anlarız ki, katil aslında anlatıcının ta kendisidir. Bilmediğini iddia ettiği, Milton’un ‘Kayıp Cennet’inden bir alıntıyla (“Elveda, mutlu çayırlar, ki orada neşe sonsuza kadar yaşayacaktır, ve merhaba dehşet! ) anlatısını süsleyerek kendini ele vermiştir. Bunu anladıktan sonra, metni artık eskisi gibi okuyamayız. Muhteşem bir bariton olan Nick Cave’in maharetle konuşturduğu katilin “Bayım işte kapınızdayım, benim için yeriniz var mı?”, diyen sesi kulaklarımızdan gitmez bir türlü. Zaten belki de başından beri o sese kanmışızdır.

‘Song of Joy’da anlattığı bu garip hikayeyle Nick Cave, edebiyatta ‘güvenilmez anlatıcı’ denen durumun en iyi örneklerinden birini verir. Çok sevdiğim numalardan biri olan bu duruma, genellikle birinci tekil şahıs anlatılarda rastlanır. Üçüncü tekil şahıs anlatılar, karakter ile anlatıcı arasında bir mesafeyi öngörürken, birinci tekil, yani bir diğer adıyla “‘ben’ anlatıları,” bu mesafeyi yok eder, öykünün taraflı bir şekilde tek kişinin ağzından anlatıldığı bir duruma yol açar..

Bizimle yüz yüzeymiş gibi hikayesini anlatan bu karaktere ısınırız. Onun söylediklerini ciddiye alır, onunla beraber düşünmeye başlarız. Ona yakınlık hissetmeye başladığımız andan itibaren de, söylediklerine inanırız. Oysa hikaye, karakterlerden yalnızca birinin bilincinden süzülerek aktarıldığı için en iyi ihtimalle taraflıdır. Kötü ihtimalse, anlatıcımızın, ‘Song of Joy’da olduğu gibi, tamamen güvenilmez biri olmasıdır.

Bir edebi metin okurken, anlatıcıya güvenmemeyi ne zaman öğrendiğimi hatırlamıyorum. Belki Mark Twain’in Huckleberry Finn’i kırdı güvenimi, belki Salinger okurken Holden’a inanmakta zorlandığımı farkettim. Belki de ancak Nabokov’dan sonra, karaktere değil olsa olsa metnin kendisine güvenebileceğimizi anladım.

Zaten hangi anlatıcıya güvenebiliriz ki? Yalnızca edebiyatta değil, hayatta da böyledir bu. Hem de cenneti kaybettiğimizden beri.

Sunday, February 14, 2010

MASUMİYET


BirGün

14 Şubat 2010


‘Masumiyet Çağı’nda, kendisini umutsuz bir aşk hikayesi içinde bulan Ellen Olenska sevgilisine şöyle der: “Senden vazgeçmezsem, seni sevmeye devam edemem.” Amerika’nın yüzyıl başındaki önemli yazarlarından biri olan Edith Wharton, Ellen’a bunu söyleterek, yepyeni bir masumiyet tanımı yapar.

Bu yeni tanıma göre, masumiyet verili olan ve zamanla yitirdiğimiz bir özellik değil, bilinçli olarak seçtiğimiz ve sahip çıktığımız bir şeydir.

Kontes Olenska, düştüğü durum itibarıyla, Anna Karenina ve Madam Bovary ile kader arkadaşıdır. Bu kadınların hepsi kendilerini yasak ilişkilerin içinde bulurlar. Emma Bovary boş hayallere kapıldığı için mahvolur. Anna ise o kadar Rustur ki, felaketine hiç tereddüt etmeden kucak açar. Oysa, Ellen ikisinden de farklıdır. Onlardan daha derin bir karakter değildir belki. Ama kesinlikle daha cesurdur. İkiyüzlü New York sosyetesinin içine düştüğünde, etrafında dalgalar halinde yayılan bir etki bırakır. Çünkü toplum kuralları yerine hayatın kendisini ciddiye alır. Halbuki bu tutum, çıkar ilişkileri üzerine kurulu ve yeni yeni palazlanmakta olan Amerikan burjuvazisi için kabul edilebilir bir şey değildir. Newland Archer işte tam da bu nedenle aşık olur ona. Talihsiz olan şudur ki, sosyetenin gözde bekarlarından biri olan Archer, yine ileri gelen ailelerden birinin kızı olan May Welland ile evlenmek üzeredir. May masum mu masum, Pamuk Prenses tadında bir kızdır. Ellen ise, Archer dışında herkesin gözünde, düpedüz düşkün bir kadındır. Avrupa’dan arkasında skandallar bırakarak gelmiş, kocasını terkettiği için toplum içindeki ayrıcalıklı yerini kaybetmiştir. Üstelik, New Yorklu burjuvalarin soyluluk taslamasını gülünç bulduğunu saklamaz ve bildiği gibi yaşar.

Anna gibi Ellen da aşık olmaya cesaret ettiği için dışlanır. Gizli tutulduğu sürece, toplumun evlilik dışı ilişkilerle bir derdi yoktur çünkü. Bunu zaten herkes yapmaktadır. Oysa aşk, yüzyılın sonunda ne Petersburg’da ne de New York’ta üst sınıfın kabul edebileceği bir şey değildir. Arzu ettikleri, toplumsal düzeni bozmayan, kuralları sarsmayan ilişkilerdir. Esas olan görüntüyü kurtarmak ve düzeni devam ettirmektir. Wharton bunu dile getirerek, bir sonraki yüzyılı belirleyecek burjuva davranışının tanımını da yapmış olur.

Ellen’a duyduğu aşka rağmen, Newland Archer da böyle davranır. Romanın dönüm noktası Ellen’a metresi olmasını teklif ettiği ve ondan yukarıda alıntıladığım yanıtı aldığı andır. Sonuçta, Ellen uzaklaşır. Newland ise hayatı boyunca mutsuz olacağı bir evliliğe hapsolur. Romanın sonunda, May’in başından beri her şeyi bildiğini ama kocasını elinde tutabilmek ve itibarını kurtarabilmek için aşksız bir evliliğe razı olduğunu öğreniriz. Böylece romanın diyalektik örgüsü de tamamlanmış olur. ‘Masumiyet Çağı,’ ilk bakışta Newland Archer’ın mutsuz aşkının öyküsüymüş gibi görünürken, esas olanın iki kadının bir erkekle ilişkileri üzerinden yer değiştirmelerinin hikayesi olduğunu anlarız.

Masumiyet, romanın başında eldeğmemiş bir taze olarak karşımıza çıkarılan May’ın tekelindedir. Oysa romanın sonunda, Ellen’in seçiminin ifadesi haline gelir. May’in sınanmamış masumiyeti hayat kapıyı çaldığında dağılıp gidecek, yerini insanın tüylerini ürperten bir hesapçılığa bırakacaktır. Roman boyunca, kocasını hapsetmekteki becerisiyle yavaş yavaş bir gardiyan haline gelişini izleriz. O, aşkının değil düzenin koruyucusudur artık. Ellen ise, gitmesi gereken yerde giderek, Newland’la olan ilişkisini değilse bile ona duyduğu aşkın masumiyetini korumayı başarmıştır. Kendisine sunulan sessiz rolü benimsemeyi reddetmiş, toplumsal olana göre değil kişisel ahlakını önplanda tutarak davranmıştır. Belki de bu nedenle Newland onu sevmekten hiç vazgeçmez.

Romanın sonunda onu yaşlı bir adam olarak Ellen’ın evinin önünde otururken görürüz. Onun kapısını yeniden çalmaya cesaret edemez bir türlü. Böyle bir kadının kapısını çalmak için yürekli olmak gerekir çünkü. Eleştirmenler ağız birliği etmiş gibi, onun bu tereddütünü, Ellen’ı hafızasında kaldığı haliyle korumak istemesine bağlarlar. Onlara göre, geçmişteki anılar değerlidir ve oldukları gibi korunmaları gerekir.

Bense, bunun ‘geç kalmış’ olmakla ilgili olduğunu düşünürüm hep. Hani o şarkıdaki gibi, ‘Kimdir giden? Kimdir kalan?’ Bununla ilgili olduğunu düşünürüm.

Newland kaybeder. Çünkü sevdiği kadına geç kalmıştır. Bir çok erkeğin yaptığı gibi.

Sunday, February 07, 2010

'Alıklar Birliği' ya da Ortalamanın İktidarı


BirGün
07 Şubat 2010

Amerikalı yazar John Kennedy Toole ilk ve tek romanını yazdıktan sonra genç yaşta umutsuzluğa kapılıp intihar etmiştir. İronik olan şudur ki, Toole’un Türkçeye de çevrilmiş olan kitabı ‘Alıklar Birliği,’ bir tesadüf sonucu basıldıktan sonra bir edebiyat olayı haline gelmiş ve uluslararası ün kazanmıştır. Böylece, romanın baş kişisi Ignatius Reilly de edebiyat tarihinin sıradışı karakterlerinden biri olarak kayıtlara geçmiştir.

Oburluğuyla Gargantua’yı, tembelliği ile Oblomov’u andıran Ignatius gerçek bir ‘karşı-kahraman’dır. Hiç kafasından çıkarmadığı komik avcı şapkası, elinden düşürmediği şekerli kurabiyeler yüzünden hep yapış yapış olan parmakları ve bir türlü kontrol edemediği bağırsak hareketleri ile ilk anda irkiltir bizi. Ama yine onu sevmekten kendimizi alamayız. Çünkü etrafını saran alıkların sıkıcı tekdüzeliği içinde ‘Felsefenin Tesellisi’ne sığınmış olan Ignatius, sıradışı fikirleri ve kural tanımayan cesaretiyle bir elmas gibi parlar.

Ignatius’un etrafındaki kişilerin, yani romana adını veren alıkların tümü, ‘ilerleyen’ dünyanın bir parçası olmak isterler. Ignatius ise yalnızca durmak ister. Bütün arzusu mümkünse odasından hiç çıkmamak ve dünyaya oradan lâf yetiştirmektir. Bu anlamda, Dostoyevski’nin Yeraltı Adamı’yla kardeş sayılır. İkisini de hasta eden şey tamı tamına aynıdır: Medeniyet. Belki de aralarındaki tek fark, Ignatius’un 19uncu yüzyılda Petersburg’da değil de,1960larda New Orleans’da doğmuş olmasıdır.

Yeraltı Adamı gibi, Ignatius da ortalama olan her şeyden bütün benliğiyle nefret eder. Aydınlanma ile birlikte insanlık tarihinin geri döndürülemez bir bozulmaya uğradığına inanır. Plastik, çöp ve ucuz taklitlerden ibaret olduğunu düşündüğü modern dünyayı ise, bağırsaklarında sıkışma yaratan korkunç bir öfkeyle karşılar. Romanın başında onu yatağına uzanmış, insanlığın Rönesans’tan bu yana izlediği bahtsız gelişmeye kafa yorarken görürüz. Ignatius, Hollywood sinemasını ve lolipop tadındaki Doris Day’i düşündükçe neredeyse patlayacak gibi olur: “Karın boşluğundaki subap keyfince kapanıyor ve karnını bir türlü çıkış yolu bulamayan gazla dolduruyordu: kişiliği olan, yaşayan bu gaz bulunduğu yerden nefret ediyordu.”

Son zamanlarda bir eğlencem var: Ignatius’u Türkiye’de hayal ediyorum. Ortalamanın üzerinde pek bir şeye itibar edilmeyen ülkemizde, Ignatius’un kaprisli sübabını harekete geçirecek bir şeyler bulmak mesele olmazdı herhalde. Aslına bakarsanız, burada ona gaz yapmayacak bir şey düşünmekte zorlanıyorum.

Hayatı kariyer planından ibaret sananlar, milyarlarca liralık ciplerine LPG taktıranlar, kışın göbeği açıkta bırakacak tişörtler giyerken yazın kar çizmeleriyle dolaşanlar, saçlarına plastik kelebekler takanlar, televizyon dizilerinde oyuncular ölünce mevlut okutanlar, mecliste yumruk yumruğa dövüşenler, aynı romanı kadınlar için pembe erkekler için gri kapakla basanlar, meydanlardaki ağaçları kesip onların yerine sahte palmiyeler yerleştirenler, yeni doğmuş bebeklerine tuttukları takımın formasını giydirenler, evlerinin her odasına klima koyduktan sonra çevrecilikten dem vuranlar, sevgilileriyle ‘aşkım’ diye konuşanlar, “avokadosuz sofraya oturmam” diyenler, “bu benim cv’mde hiç iyi durmaz” diyenler, “Nbr cnm?” diye mesaj atanlar, şirket yemeklerinde göbek atanlar, arkadaş toplantılarında pazarlama yapanlar, işbitiriciler, fırsatçılar, kolaycılar ve diğerleri…

Ortalama budur. 1960larda Amerika’da çiçekli perdeler ve şekerli hayatlar neyse, bugün Türkiye’de kapısında güvenlik olan sitelerde IKEA mobilyalara kurulup televizyon dizileri izleyerek yaşamak odur. Ignatius, ortalamanın iktidarında yaşadığının farkındadır. Ancak teslim olmaya da hiç niyeti yoktur. Gazla şişen karnıyla patlamaya hazır bir bomba gibi dolaşır. Böylece, ‘başarı kültü’nün parçası olan her şeyi gülünç hale getirir. Sadece iktidarda olanlar değil, eğitimciler, hukukçular ve sosyal reform çabalarına öncülük eden solcular da ortalamanın sınırlarında dolaştıkları müddetçe Ignatius’un neşeli alaycılığına hedef olurlar.

Ona Türkiye’de ne kadar ihtiyacımız olduğunu görebiliyor musunuz?

Monday, February 01, 2010

Bülbülü Öldürmek


BirGün
14:07 31 Ocak 2010

Gecen hafta İzmir’de baba evindeydim. İzmir seyahatinin en güzel tarafı, babamla kaçamak yaparak içtiğimiz öğle rakısıydı. Bunu bir süredir yapıyoruz. Ne zaman İzmir’e gitsem, yaz kış demeden illa ki Balıklıova’daki o salaş balık lokantasına gidip birer kadeh içiyor ve laflıyoruz.

Bu sefer, babamla tatlı tatlı sohbet ederken, ben de bir yetişkin olduktan sonra kurabildiğimiz bu dostluktan ne kadar hoşlandığımı düşündüm. Oysa çocukken babamla ilişki kurmak konusunda zorlandığım bir dönem olmuştu. Onbir oniki yaşlarındaydım herhalde. Artık büyüyordum. Babamla o vakte kadar gayet sıcak olan ilişkimiz, ben çocukluktan çıkıp bir genç kız haline gelmeye başladıkça tavsamıştı. Bu arada iki kardeşim olmuştu. Bir zamanlar sadece benim üzerimde odaklanan ilgi artık bölünmüş ve dağılmıştı. Üstelik babam üç çocuklu bir aileyi geçindirebilmek için dişini tırnağına takmış çalışıyordu. Belki de hepimizle ayrı ayrı ilgilenecek zamanı da yoktu.

Hatırlıyorum da, o zamanlar erkek çocuk olmaya çalışıyordum. Böyle olursa, babamın benimle yeniden eskisi gibi arkadaş olacağını umuyordum. Birlikte daha fazla vakit geçirebilelim diye futbol oynamayı bile denedim. Tabii ki berbattım ve tabii ki işe yaramadı. Ben de çaresiz kitaplarıma geri döndüm. O ara elime geçen kitaplardan biri de Harper Lee’nin meşhur romanı ‘Bülbülü Öldürmek’ti. Bu kitabı çok sevdim. Bunun nedenlerinden biri, kız olmayı sıkıcı bulduğu için etek giymeyi reddeden Scout’a duyduğum yakınlık ise, bir diğeri de, dünyanın en müthiş babalarından biri olan Atticus Finch’le tanışmış olmamdı. Benim babam da Atticus olsa diye düşündüğümü hatırlıyorum.

‘Bülbülü Öldürmek,’ 1930larda Amerika’nın güneyinde geçen bir ırkçılık hikayesini anlatır. Hikaye çok basittir aslında: bir siyah işçi beyaz bir kıza tecavüz etmekle suçlanır. Herkes onun suçlu olduğundan eminken, vicdanlı bir avukat olan Atticus Finch davayı üstlenir ve bütün kasaba halkını karşısına alarak bu genç adamı savunur. Öykünün ilginç tarafı, bu davanın etrafında dönen bütün olayların bize çocukların gözünden aktarılmasıdır. Hikâyeyi ağırlıklı olarak Atticus’un dokuz yaşındaki kızı Jean Louise’den, yani kitabın kahramanlarından biri olan Scout’tan dinleriz. Dolayısıyla, roman onun babasıyla kurduğu ilişki üzerinden açılır. Biz de Scout’la beraber Atticus’un cesaretine ve adalet duygusuna hayranlık duyarız. Irkçı ve önyargılı Güneylilerden gelen tehditler ve gözdağları onu yıldırmaz, yolundan döndürmez. İnandığı şeyi sonuna kadar savunur. Bir yandan da çocuklarını kötülükten korumaya çalışır. Kötülükle eninde sonunda karşılaşacaklarını bilerek yapar bunu üstelik. Romanın merkezinde duran bu tema, yine Atticus’un söylediği bir şeyle somutlaşır. Kitabın bir yerinde masum birine zarar vermenin haksızlığını anlatmak için şöyle der çocuklarına: “Bülbül yalnızca şarkı söyler. Onu öldürmek günahtır, bunu asla unutmayın.”

Geçtiğimiz pazar, babamla oturduğum o rakı sofrasında kendi Atticus’umun aslında hep karşımda durduğunu farkettim. Bunu görebilmek için büyümem gerekmişti. Onunla yeniden arkadaşlık ediyor olmanın mutluluğuyla gülümsedim. ‘Çok iyi geldi bu öğle rakısı,’ dedim. Babam da bana şakacıktan bir tokat atıp ‘Seni serseri,’ dedi. Kadehlerimizi kaldırdık.

Sonra bir şey gelip boğazıma oturdu. Arat Dink’in 19 Ocak’ta Agos’un önünde yaptığı konuşmayı hatırladım. Öfkesini, isyanını, düşkırıklığını. “Ben büstleri sevmiyorum, ben insanları seviyorum,” derkenki hali geldi gözümün önüne. Ne demek istediğini anlar gibi oldum.

Arat Dink babasıyla oturup iki yetişkin olarak sohbet edemeyecek, öğle rakısı içemeyecek. Ona sıkıntılarını anlatıp onunkileri dinleyemeyecek. Daha kimbilir ne kadar çok şeyle birlikte, Sera, Delal ve Arat’tan babalarıyla paylaşabilecekleri mutlu sofraları da çaldılar. Kendileri kocaman birer insan olduktan sonra onunla kurabilecekleri o yepyeni ve bambaşka ilişkiyi de alıp götürdüler.

Çünkü bülbülü öldürdüler. Ve biz buna engel olamadık.