Monday, May 31, 2010

GERMINAL


BirGün
30 Mayıs 2010

90’ların başı olmalı. Çok soğuk ve sert geçen bir kış. Evde bir türlü ısınamıyoruz. Ankara’dan sevgilim gelmiş. Böyle zamanlarda hep yaptığımız gibi kalkıp sinemaya gidiyoruz. Süreya Sineması’nda Gérard Depardieu’nün başrolünü oynadığı ‘Germinal’ gösteriliyor. Bir heves koltuklara yerleşiyoruz. Ama sinemanın da ısıtma sistemi bozulmuş. Dişlerimiz birbirine vurarak filmi izliyoruz. Film çok iyi. Bir süre sonra soğuğu unutuyoruz. Karlı geceye çıktığımızda artık üşümüyoruz. İçimiz ısındığı için değil. Filmin etkisinden kurtulamadığımız için. Konuşa konuşa eve dönüyoruz. Madene inmeye hazırlanan Étienne’e lambasını uzatırken ‘Ona iyi bak. Bu lamba madencinin güneşidir’ diyen Toussaint Maheu, yani Depardieu, günlerce aklımızdan çıkmıyor.

Emile Zola’nın unutulmaz romanı ‘Germinal’ yalnızca bir grevin hikayesi değildir. 1860’larda Kuzey Fransa’nın küçük bir kasabasında yaşayan madencilerin hayatını anlatan bu roman, aslında yazarın yüzyılın başındaki haliyle kapitalizmi takdimidir.

Zola’nın çok iyi anladığı ve maharetle anlattığı şeylerden biri, kapitalizmin bizi insanlıktan çıkardığı ve doğrudan hayatımıza kastettiğidir. ‘Germinal’in kadınları ve erkekleri bütün roman boyunca insan kalabilmek için mücadele verirler. Hayatları yerin dibine inip çıkardıkları kömür parçası kadar bile değerli değildir. Karşılarında onları hayvanlar gibi yaşamaya zorlayan ve bütün güzellikleri ellerinden alan bir güç vardır. Bu insanların neşelenmeye, aşık olmaya, güneşin altında uzanıp yatmaya, ya da bir kap yerine iki kap yemek yemeye bile hakkı yoktur neredeyse. Her şey çirkinlikten ve karanlıktan ibarettir. Dev bir ağız gelip bütün ışığı yutmuş gibidir sanki.

‘Germinal’de bu dev ağzın adı ‘Le Voreux’dür. Zola, bütün romanı bu maden ocağının etrafına örer. Onun dünyaya açılan karanlık ağzında kapitalizmin doymaz iştahını görür. İşçilerin madene inişini şöyle anlatır mesela: ‘Ve böylece şaft bir sonraki öğünü için harekete geçti. Madencileri ocağın derinliklerine indiriyor, hep aynı açgözlülükle daha fazla daha fazla adam yiyordu. Yarım saat boyunca hiç durmadı, çünkü bu canavarın dev ağzı bütün bir dünyayı yalayıp yutabilirdi.”

Zola’nın genç ve idealist kahramanı Étienne Lantier de madene inmeye karar verdiğinde benzer şeyler düşünür: “Sebebini bilmiyordu. Ama yeniden madene inmek ve acı çekip mücadele etmek istiyordu. Bonnemort’un sözünü ettiği insanları düşündü öfkeyle, büyük bir iştahla yere çökmüş o açgözlü tanrıyı ve sadece karınlarını doyurabilmek için her gün ona bilmeden bedenlerini sunan onbinlerce adamı.”

Maden elbette insanlar için insanlar tarafından yapılmış bir şeydir. Ama Zola’nın elinde, kendi başına bir varlık kazanır ve bir canavara dönüşür. Böylece insanların hayatını kolaylaştıracak bir düzenek olmaktan çıkar ve bitmek tükenmek bilmeyen açlığıyla her gün onları yeniden yutmaya hazırlanan korkunç bir yaratık gibi temsil edilir. Bu Zola’nın kapitalizme bakışıdır. Onu tarif etme biçimidir.

Ne yazık ki, Zola’nın ‘Germinal’de tarif ettiği dünya değişmedi. Sermaye hayatlarımızı belirlediği sürece değişeceği de yok. Taşeron şirketlere teslim edilen Karadon Maden Ocağı’nda güvenlik önlemlerinin yetersizliği sebebiyle 30 işçinin ölümüyle sonuçlanan patlamanın ardından ‘bu mesleğin fıtratında bu var’ diyen Başbakan Erdoğan, bunu bize bir kez daha hatırlatmış oldu. Bunca insanın hayatını karartan maden kazasını kader kısmetle açıklamaya kalkarak hepimizi hayrete düşüren Başbakan bu talihsiz beyanatının ardından özür diler diye umduk. Fakat o, çıkışlarını sürdürdü ve Zonguldak’ta protestoyla karşılanmasının öfkesiyle olsa gerek, ölümlere gösterilen tepkiyi “acıyı istismar etmek” olarak niteledi.

Başbakan, benim takip edebildiğim en son açıklamasında, kazaların kader değil, taşeronlaştırma ve sermayenin kâr hırsının sonucu olduğunu söyleyen toplumsal muhalefete 'Konuyu saptırmayın ben kader demedim, kader dedim' diye cevap verdi.

Erdoğan’ın söylediği şeyi doğru okumak gerek. Başbakan, kendisinin de söylediği gibi ‘kader’ diyerek ‘kader’ demek istemedi aslında. Tanrı’dan gelen ve sorgulanamaz olanı söylemek istemedi. Belki de ‘kader’ diyerek, Tanrı’ya ve ilahi düzene değil yalnızca dünyanın düzenine dair bir şey söylüyordu. Belki de yaptığı şey sadece sermayeden yana konuşmaktı. O zaman bize söylediği şey çok basitti: Madenciysen ölürsün. Dünya böyle bir yerdir. Birileri para kazanırken, diğerleri ölür.

O zaman Başbakan Erdoğan’a ‘Germinal’in devrimci karakteri Étienne Lantier’nin ağzından yanıt vermek isterim: “Tanrı’dan ve cennetten söz edene kadar, önce bu berbat dünyayı düzeltelim.”

Sunday, May 23, 2010

Lauren Bacall ve lastik pabuçlar



BirGün
23 Mayıs, 2010

Geçenlerde bir öğrencim, ilişkilerinde hırpalanan taraf olmaktan sıkıldığını ve bundan sonra aşk hayatına bir ‘femme fatale’ olarak devam etmek istediğini beyan etti.

Öldürücü cazibesiyle meşhur bu kadın tipi, Hollywood usulü suç hikayelerinin tuzu biberidir. Özel detektifler, gangsterler, eski püskü barlar ve en lazım oldukları anda patlamayan silahlar nasıl vazgeçilmezse, dayanılmaz çekicilikleriyle esas oğlanı baştan çıkaran bu tehlikeli sarışınlar da bir o kadar gereklidir. Belki de bu nedenle, ne zaman ‘femme fatale’ lafı geçse aklıma hep ‘Büyük Uyku’daki haliyle Lauren Bacall gelir.

‘Büyük Uyku’ birinci sınıf bir ‘kara film’dir. Elini neye atsa iyi iş çıkaran usta yönetmen Howard Hawks tarafından çekilmiş ve Raymond Chandler’ın aynı isimli romanından William Faulkner tarafından senaryolaştırılıp sinemaya uyarlanmıştır. İnsan daha ne isteyebilir ki? Üstelik, başrollerinde Hollywood'un en müthiş çifti olan Humphrey Bogart ile Lauren Bacall vardır.

Aslına bakarsanız, ‘Büyük Uyku’ sadece bu ikisi arasındaki zekice atışmalar için bile izlenebilir. Baygın gözleri ve buğulu sesiyle sinema tarihinin en çekici kadınlarından biri olan Bacall, film boyunca Detektif Marlowe’u canlandıran Humphrey Bogart’la çapkınca flörtleşir durur. At yarışlarından söz edilen bir sahnede ‘Klas sahibi birisin ama ne kadar ileri gidebilirsin bilmiyorum,’ diye meydan okuyan Marlowe’a, o dumanlı sesiyle ‘Eyerde kimin olduğuna bağlı,’ deyiverir mesela. Vivian Rutledge olarak Bacall’a karşı koyabilecek bir erkeği hayal etmek çok zordur. Bu sahnede Bogart’ın bile rol kesmeyi bırakıp Bacall’a bir kez daha aşık olduğunu düşünürüm.

Her ‘femme fatale’ dendiğinde zihnimde beliren ve sigarasının dumanını suratıma üfleyen Lauren Bacall’dan kendimi zorla koparıp öğrencime geri döndüm. Onu duymadığımı düşünmüş olacak ki, söylediğini tekrarladı. Sonra bir cevap beklermiş gibi suratıma baktı. Ben de onun bütün dünyayı kendisiyle dost olmaya çağıran sevimli yüzüne baktım. Ardından gözüm yırtık pırtık lastik pabuçlarıyla çizgili pantolonuna takıldı. Daha düşünmeye fırsat kalmadan “Beş yaşında ya oradasındır, ya da treni sonsuza kadar kaçırmışsındır,” deyiverdim. Öğretmenlik insanı böyle iddialı laflar etmeye müsait bir ruh haline sokuyor. Övünülecek bir şey değil tabii.

Daha sonra aklım başıma gelip de bu söylediğime dair düşünürken, çocukluğumdan bir sahne gözümün önüne geldi ve neden böyle bir laf ettiğimi anladım. Beş değilse bile en fazla yedi yaşında falanım. Anneannemin evinde pencereye tünemiş sokağı seyrediyorum. İzmir’de limonata tadında bir yaz gecesi. Bütün çocuklar sokakta. Bütün kapılar açık. Bir bizim kapı kapalı. Bir ben içerdeyim. Bacaklarımı aşağıya sarkıtmış oturuyorum. Başka çocukların neşeli çığlıklar atarak oradan oraya koşturmalarını izliyorum. İçim sıkılıyor.

Bir zaman sonra pencerenin altında bir karaltı beliriyor. Karşı komşumuzun oğlu Sezgin. Elinde bir külah dondurma, orada dikilmiş lastik pabuçlarımın altına bakıyor. Ya da ben öyle zannediyorum. Sonra yaklaşıp bir şey fısıldıyor. Ne dediğini duyamıyorum. Ben ona doğru eğilince bir daha söylüyor: ‘Seni seviyorum.’ Kulaklarıma inanamıyorum. Yüzüm kızarıyor. Sezgin hoş bir çocuk. Arada bir mahallenin diğer çocuklarıyla birlikte ‘Domates salça, bu ne biçim kalça!’ diye tempo tutmasının dışında kötü bir alışkanlığı yok. Ben de gizli gizli onu beğeniyorum. Belki de sadece utandığım için, bu sefer duymamış gibi yapıyorum: ‘Efendim, ne dedin?’ Biraz daha yaklaşıyor. Dondurması çikolatalı olmalı; dudağının üzerinde koyu renk bir bıyık var. Bıyık ona erkeksi bir hava vermiş. Cesaretini toplayıp yine aynı şeyi söylüyor. Oyun böylece açılıyor. Artık geri dönemem. Sağır numarasını abartıyorum. Ben duymadıkça, o da sesini yükseltiyor. Bir daha bir daha tekrarlıyor. Sonunda sıkılmış olacak ki, avazı çıktığı kadar bağırıyor: ‘SENİ SEVİYORUM!’ Sokakta hareket duruyor, bütün çocuklar dönüp bakıyor. Anneannem arkamda beliriyor. Onu görmüyorum ama varlığını hissedebiliyorum. Bütün pencereler açık. Üst katta birileri gülmeye başlıyor. Sezgin ağladı ağlayacak. Koşarak benden uzaklaşıyor. Sokağın ucunda gözden kaybolup gidiyor.

Küskün küskün içeri girip divana oturuyorum. Gözüm lastik pabuçlarıma takılıyor. Bir tanesinin kenarı yırtılmış. Lacivert kumaşın altında başparmağımı görebiliyorum. Onu oynatıp komik şeyler düşünmeye çalışıyorum. Ama işe yaramıyor. Üzüntüm geçmiyor. Sezgin bir daha benimle konuşmayacak. Böyle olsun istememiştim.

Böylece, bir ‘femme fatale’ olarak kariyerim başladığı yerde bitiyor. Bundan sonra hayatım lastik pabuçlardan, çizgili pantalonlardan ve başkalarını incitmekten deli gibi korktuğum ilişkilerden ibaret olacak.

Lauren Bacall olma fırsatını sonsuza kadar kaçırıyorum.

Sunday, May 16, 2010

Animal Triste: Aşkın ve Unutuşun Kitabı


BirGün
16 Mayıs 2010

Alef Yayınları, geçenlerde “Avrupa Edebiyatı Türkiye’de – Türkiye Edebiyatı Avrupa’da” adlı kültür projesi kapsamında İstanbul’a gelen Alman yazar Monika Maron’un ‘Animal Triste’ adlı kitabını yayınladı.

Hayatının büyük bir kısmını Doğu Berlin’de geçiren Monika Maron, bu romanında duvarın yıkılmasıyla birlikte yaşanan değişimleri kişisel bir öykünün parçası haline getirerek anlatıyor. Diğer romanlarında olduğu gibi, bu hikayede de duvarın öte tarafından gelmenin neden olduğu kimlik meselelerine kafa yoruyor.

Ancak, yer yer eleştirel bir ton tutturarak ironi ve yergiye başvursa da, Maron’un bu kitaptaki üslubunu şiirsel bir anlatımın belirlediğini söylemek lazım. ‘Animal Triste,’ dokunaklı bir aşk hikayesi. Sadece aşkın değil, o aşkla beraber gelen unutuşun da hikayesi aslında.

“Yaşamımda unutulmayı hak etmemiş olan çok fazla şey yoktu ve benim için korunmaya değer haliyle oldukça kısa bir ömür olmuştu,” diyerek başlıyor anlatıcı. Orta yaşa gelmiş bir kadınken, kendisini ‘gecikmiş bir gençlik aşkı’nın içinde bulduğunu öğreniyoruz. Sevgilisi Batı’dan geliyor. Kendisi ise hep Berlin’de, duvarın arkasında kalan tarafta yaşamış. Duvarın yıkılmasından sonra başlayan yeni hayata alışmaya çalışırken, bir yandan da bu aşkın etkisiyle sarsılıyor.

Öykü açıldıkça, bunamaya yüz tutmuş bu kadının bütün hayatını aşkının üzerinden yeniden kurguladığına şahit oluyoruz. Sevgilisi Franz dışında her şey önemsizleşiyor. Hayatındaki diğer şeyleri ancak onunla ilişkilendirdiği ölçüde hatırlıyor. Kocasını, kızını ve daha önceki yaşamına dair detayları anımsamakta zorlanıyor. Bunu yadırgamıyoruz. Çünkü bizi aşktan başka hatırlanacak bir şey olmadığına ikna ediyor. Romanın başlarında bir yerde, ölümle yüzyüze geldiği bir anı anlatırken, şöyle diyor mesela: “O akşam gerçekten ölmüş olsaydım, hayatta neyi kaçırmış olacaktım? Hayatta aşktan başka bir şey kaçırılmış olamaz.”

Fakat kaçırmayıp yakaladığı bu aşk, onu zaman-dışı bir gerçekliğe hapsediyor. Hayatı tek bir anın sonsuz tekrarlarından oluşuyor. Sevgisinin nesnesini kaybetmiş olsa bile, sevginin kendisine tutunan ve yaşamının geri kalanını onun yarattığı mutlulukta ve acıda geçirmeye karar vermiş biri o. Unutuşu seçmesi de bundan. Her şeyin bittiğine inanmak istemiyor çünkü.

“Mümkün olanı gerçekleşmiş olandan ayırmak zor geliyor bana. Yıllar boyunca mümkün olan her şeyi gerçekleşmiş olan her şeyle karıştırdım ve birleştirdim, düşünülmüş olanı söylenmiş olanla, gelecektekini hiç unutulmamış olanla, umut edilmiş olanı korkulmuş olanla, ama yine hep aynı hikaye kaldı geriye. Son çok açıktır ve her şeyi belirler. Son düzeltilemez. Bu yüzden unuttum onu.”

Bu açıdan ilginç bir roman ‘Animal Triste.’ Adını Latince bir deyimden almış: Omne animal triste post coitum (Her hayvan cinsel birleşme sonrası hüzünlüdür). Bu bana uzun zaman önce okuduğum bir Ezra Pound şiirini hatırlatıyor. ‘Irmak tacirinin karısı: Bir mektup” adlı şiirde Pound, kıvrılan ırmağın burgaçlarına dalıp giden kocasının ardından ağıt yakan kadına şunları söyletir: “Ve beş ay olmuş sen gideli. Başımın üstünde hüzünlü sesler çıkarıyor maymunlar.”

Bu romandaki anlatıcının sesi de, yer yer yaralı hayvanların çığlıklarını hatırlatıyor. Kimi zaman -- mesela duvar yıkıldıktan sonra Berlin’deki yeni hayatı anlatırken -- mesafeli bir ton tuttursa da, çoğu kez tamamen şirazesinden çıkıyor, hep aynı ismin çağrıldığı bir duaya dönüşüyor. Roman açıldıkça yoğunlaşan bu dil, giderek keskinleşiyor ve aşkın yıkıcı gücünün ifadesi haline geliyor.

‘Animal Triste,’ aşkın ehlileştirilemez bir şey olduğunu hatırlatıyor bize. Onun inançla, güvenle ve diğer sevme biçimleriyle bir ilgisi yok. Hiç bir sosyal tarafı yok. Hiç bir anlaşılır yanı yok. Kitabın başkişisi gibi yazar da, aşkın içimizdeki “son tabiyat kalıntısı” olduğunu savunuyor. Toplumsal düzen ise, sadece bunu evcilleştirmek ve makul kılabilmek icat edilmiş bir mekanizma olarak karşımıza çıkıyor.

Monica Maron, duygularından ve cinselliğinden korkmayan bir yazar. Tamamen kendine has bir dil tutturmuş ve kadınca bir meseleyi kadınca bir yerden anlatıyor. ‘Animal Triste’ bunun için okunmaya değer.

Sunday, May 09, 2010

Küçük Deniz Kızı



BirGün
9 Mayıs 2010

Annemle zor bir ilişkimiz vardı. Ben asi bir çocuktum. O güçlü ve otoriter bir kadındı. Ona dair hatırladığım ilk şeylerden biri, beni azarladığında gözlerimi yere indirmediğim için ‘Bana öyle dik dik bakma!’ deyişi. Haklı olduğumu düşündüğüm zaman kolay teslim olmazdım. Kimi zaman sessiz bir şekilde de olsa direnmeyi sürdürürdüm. O da kendi varlığının tanınmasını isterdi. Bizim ev böyle bir yerdi. Kurallar vardı ve onlara uyulması gerekiyordu. Bense her zaman bunu yapmakta çok istekli olmayabiliyordum.

Şimdi düşünüyorum da, benimle başa çıkmak konusunda hiç fena değildi aslında. Bana yaramaz denemezdi. Ama düpedüz garip bir çocuktum. Beklenmedik şeyler yapabiliyordum. Üstelik inatçıydım. Leblebileri duvara sürerek leblebi tozu üretmeye kalktığımda (ve ürettiğim badanayla karışık tozları yiyip hastalandığımda), dolaptaki canavarı alt etmek için orada uyumaya başladığımda, her gün aynı kıyafeti giymek konusunda ısrarcı olduğumda ya da yıkanmanın anlamsız bir şey olduğuna karar verip banyo grevi ilan ettiğimde, annem benimle hep sabırla uğraştı.

Fakat en büyük sorun benim bağımsız ruhlu biri olmamdı. Çocuk olmak hep başkalarına tabi olmak demekti. Yetişkinlerin koyduğu kurallara uymak demekti. Annem buna tahammül edemediğimin farkındaydı. Belki de bu nedenle, daha beş yaşındayken küçük çantamı toplayıp anneanneme taşınmaya kalktığımda, beni engellemedi. Bir gün nasıl olsa gideceğimi biliyordu. İlkokula başladığım gün, herkes annesi için ağlarken, ben onunla çabucak vedalaşıp gitmesi için ısrar ettiğimde, incinmiş olsa bile bunu hiç belli etmedi. Bağımsız bir çocuk olmamla için için gurur duyduğunu çok sonra anladım.

Beni herkesten daha iyi tanırdı. Kabıma sığamadığımı biliyordu. Dünyaya dair merakımı anlıyordu. Belki kendisi de öyle biri olduğu için. Yine de benimle hayatı kolay olmadı. Özgürlüğün ve maceranın tadını alıp okul yollarında kaybolmaya başladığımda, o zaman küçücük bir bebek olan kardeşimi kaptığı gibi sokağa çıkıp saatlerce beni aradığını biliyorum. Bulduğunda bana bağırmak yerine sarıldığını da hatırlıyorum.

Şimdi geriye bakıp da düşündüğümde anlıyorum ki, kendini hep benim gideceğim zamana hazırlıyordu. Onun için gitme zamanı geldiğinde tereddüt etmem onu şaşırttı. On sekiz yaşındaydım. Bir sevgilim vardı. Hayatımdan memnundum. O da ben de İzmir’de kalmaya karar vermiştik. Sadece İzmir’deki üniversiteleri yazacağımıza dair birbirimize söz vermiştik. Böyle olursa ayrılmayacak, sonsuza kadar mutlu olacaktık. Anneme bu kararımı açıkladığımda, beni karşısına oturttu ve hayatım boyunca unutmayacağım bir konuşma yaptı. Duygusal bir konuşmaydı bu. Onun da babamın da benden ayrılmakta zorlanacaklarını biliyordum. Bu kararımı sevinçle karşılayacaklarını düşünmüştüm. Oysa annem gitmem gerektiğini söyledi bana. Şimdi gitmezsen, hep burada kalacaksın, dedi. Hiç büyümeyeceksin, dedi. Kendi ayakların üzerinde durmayı öğrenmelisin, dedi.

Bu konuşmanın anlamını seneler sonra kavrayabildim. Onun için bunları söylemenin ne kadar zor olduğunu ancak kendim de bir yetişkin olduktan sonra anlayabildim. Kendine rağmen beni bırakmaya çalışıyor, bir anne için yapılması en zor şeyi yapıyordu.

Ona hiç söyleyememiş olsam da, benimle bu konuşmayı yaptığı için anneme hep minnet duydum. Anladım ki, bir çoklarının yaptığı gibi hayatını çocuğunun üzerinden temize çekmeyi tercih etmemiş, bana kendim olabilme şansını tanımak istemişti. Başka biri olsaydı, bunu fırsat bilir çocuğuna asılırdı. Ama benim annem herhangi biri değildi. Cesur ve adil bir kadındı. Ona acı verecek olsa bile, beni bırakması gerektiğini biliyordu.

Annemi kaybedeli neredeyse dört sene oldu. Ne zaman onu düşünsem, aklıma ‘Andersen’den Masallar’ geliyor. O benim ilk kitabımdı. Annemi başucumda oturmuş bu kitaptan ‘Küçük Deniz Kızı’nı okurkenki haliyle hatırlıyorum. Bu masalı çok sevdiğimi bildiği için yavaş yavaş okur, tadını çıkarmama izin verirdi.

Deniz kızları sonunda zamanı gelip de yeryüzüne çıkmaya hak kazandıklarında, ben de onlarla beraber meraklanır heyecanlanırdım. Hepsi kuzu kuzu evlerine döner ama bir tanesi geri gelmezdi.

Sen de benim dönmeyeceğimi biliyordun, değil mi anneciğim? Ama buna rağmen bıraktın beni. Ben sana teşekkür ederim. Anneler günün kutlu olsun!

Sunday, May 02, 2010

Sıradan Kötülük


BirGün

2 Mayıs 2010


Hannah Arendt, “Kötülüğün Sıradanlığı: Eichmann Kudüs’te” (1964) adlı kitabında, bir yandan yahudi nüfusun kitleler halinde yok edilmesini amaçlayan ‘Nihai Çözüm’ projesinin başındaki Nazi subayı Adolf Eichmann’ın İsrail’de yargılanışının hikayesini anlatırken, bir yandan da geleneksel kötülük anlayışını temelinden sarsacak bir tespitte bulunur.

Arendt, bu kitabında tektanrılı dinlerin savunduğu ‘mutlak kötülük’ kavramına karşı çıkar. Ona göre Eichmann, o dönemde Nazilerin genellikle resmedildiği gibi, canavar ruhlu bir adam ya da kontrol edilemez güdülerinin kurbanı olmuş bir cani değildir. ‘Mobilize Ölüm Birlikleri’ni kurup iki milyona yakın yahudiyi gaz odalarına yollarken şeytani bir itkiyle davranmamıştır. Tam tersine, bir çok insan gibi, emirlere itaat eden, sürüden ayrılma cesaretini gösteremeyen ve çevresindekilerden onay görmek isteyen biridir o. İktidar sahibi olanlar tarafından kendisine ‘normal’ diye sunulanı sorgulamamış ve üzerine düşen görevi layıkıyla yerine getirmeye çalışmıştır. Sonuç korkunçtur elbette. Bir insanlık suçu işlenmiştir. Ama Arendt’e göre, bu suçun faili milyonda bir rastlanan bir psikopat falan değil, sıradan ve bayağı biridir. Kötülüğü de kendisi gibi bayağıdır.

Arendt’in gözünde, Eichmann’ın o dönemde yahudilerin, sosyalistlerin ya da sakat çocukların katledilmesine göz yuman herhangi bir Alman vatandaşından pek farkı yoktur. Hepsi aynı saikle hareket etmiş ve ‘normalleştirilip’ önlerine konan kötülüğü fazlaca düşünmeden hayatlarının bir parçası haline getirmişlerdir. Toplu katliamların rastlanmadığı bir toplumda yaşasalardı bu suçlara katılmayı akıllarından geçirmeyecek olsalar bile, bunun ‘doğal’ bir davranış haline geldiği bir yaşam biçimine kolayca uyum sağlamışlardır.

Onun için Arendt’e göre, yahudilere yapılan şeyin aslında sadece yahudilerle ilgisi yoktur, ‘sıradan kötülük’ her an hedef değiştirebilir ve herhangi birimize yönelebilir.

Öyleyse olan hep aynı şeydir: Naziler nasıl bir ırkı yok etmenin ‘kabul edilebilir’ bir şey olduğuna inanabilmişlerse, korumasız iki kız çocuğuna aylar boyunca sistemli bir şekilde tecavüz etmek bir grup erkeğin, buna göz yummak da bir kentin standart davranışı haline gelebilir.

Siirt’te yaşananlardan haberi olmayan kalmamıştır herhalde. İki ilköğretim öğrencisinin, bir seneyi aşkın bir süredir onlarca erkek tarafından tecavüze uğradıklarının ortaya çıkmasıyla patlayan bu haber, bu aileden başka çocukların da cinsel tacize maruz kaldığı farkedilince iyice dallanıp budaklandı. Olaya adı karışan 100 erkeğin arasında okulun müdür yardımcısı, kızların sınıf arkadaşları, Siirt’in tanınmış ailelerine mensup esnaf, hacı dedeler, bir asker ve bir polis var.

Olay zaten yeterince berbat. Ama daha da korkuncu, haberin yayılmasından hemen sonra, Siirtlilerin neredeyse tekvücut halinde hareket ederek bu olayı örtbas etmeye çalışmaları oldu. Savcılık ve emniyet uzunca bir süre “gizli soruşturma” gerekçesiyle bilgi vermemeyi tercih etti. Bu çocukların iki yıldır çok sayıda erkeğin cinsel istismarına maruz kaldığı herkesin bildiği bir şeyken, kimse bu konuda konuşmak istemiyordu. Hürriyet'ten Gülden Aydın'ın haberine göre, şehrin sakinleri, hatta parti il başkanları, bildiklerini anlattıktan sonra “Beni görmedin, seninle hiç konuşmadık” demeyi ihmal etmiyordu. Onlara göre Siirt’in adı kötüye çıkmamalıydı. Bu olay duyulmasa iyi olurdu.

Öyle görünüyor ki, Siirt halkı sıradan kötülüğe topyekün teslim olmuştur. Bu açıdan, o savunmasız çocukların yüzüne bakarak ‘Ellere var da, bana yok mu?’ diye tempo tutan erkekler sürüsüyle, bunu bilip de susanlar arasında hiç bir fark yoktur. Suça ortak olan herkes gibi onlar da ‘ben yapmasam bir başkası yapacaktı’ diye düşünürler, ‘zaten herkes böyle yapıyor’ diye düşünürler, ‘bir enayi ben miyim?’ diye düşünürler.

Halbuki kötülüğün sıradanlaştırılmasına direnebilir insan. Bunun yolu, bireysel sorumluluk almaktan ve kendi başına davranabilme cesaretini göstermekten geçer. Sessiz kalarak bir katile ya da tecavüzcüye dönüşmemek için, kendini savunamayacak olanları hedef alan şiddete ‘Hayır!’ demek gerekir.

Siirtliler şehirlerinin ismine leke sürülmesin istiyorlarmış. Bilsinler ki, insanın adı da sureti de ancak böyle temizlenir.