Sunday, July 25, 2010

Entelektüelizmin Dayanılmaz Ağırlığı


BirGün
25 Temmuz 2010

Bundan bir kaç sene önce, arkadaşlarımla Çengelköy’de dolaşıyorduk. Sıcaktan hafifçe sersemlemiş bir şekilde aheste aheste yürürken bir tabela çarptı gözüme. Üzerinde iri siyah harflerle ‘Milan Kundera’ yazıyordu. ‘Aaaa, Milan Kundera kitaplarını imzalamaya gelmiş!’ dedim kendi kendime. Çengelköy’de ne işi olur ki diye düşündüm sonra. Bu hisle tabelaya bir kez daha bakınca farkettim ki, ‘Meral Kundura’ yazıyor.

Entelektüelizm böyle bir şey işte. Ağır bir şey. İnsanın hayatla bağlarını zayıflatıyor. Hatta kesiyor kimi zaman. Neye bakarsanız bakın, semboller metaforlar anıştırmalar görüyorsunuz. Hatta benim yaptığım gibi, bazen baktığınız yeri görmüyorsunuz bile.

Üniversiteye başladığım yıl, daha önceleri de yazmıştım, benim için zor bir seneydi. Zorluklardan biri de, bu entelektüel kesafetti. Hatırlıyorum, herkesin elinde Milan Kundera’nın ‘Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’ vardı. Kızlar göğüslerine sıkıca bastırarak, erkekler kaba kumaşlardan yapılmış omuz çantalarında taşıyorlardı onu. Bütün arkadaş çevrelerinde bu konuşuluyor, bir kutsal kitap muamelesi görüyordu. Okumamış olanlar ise okumuş gibi yapıyorlardı. Yoksa düpedüz yok sayılıyordunuz.

Ben de aldım kitabı. Hem de okuldaki Köy-Koop sergisinden. Başucuma koydum. Hatta bir kaç sayfa karıştırdım bile. Ama bu romanın etrafında öyle bir hâle oluşmuştu ki, bir türlü cesaret edip okuyamıyordum. Halbuki iyi bir okuyucuydum ben. Hatta aslan okuyucuydum o zamanlar. İyi kötü demeden önüme ne çıkarsa okuyordum. Fakat bu lanetli kitapla beraber akılalmaz bir şey gerçekleşti: hiç bir şey okuyamaz oldum.

Bunun başka sebepleri de vardı belki. İstanbul’a yerleşmek heyecanverici bir tecrübeydi. Hayat sonsuz olasılıklarla ve sürprizlerle doluydu. Bu hevesle, okumaktan çok yaşamakla ilgilenmiş olabilirim. Ama bence esas mesele, etrafımdaki insanların değişmiş olmasıydı. Herkes benden çok daha bilgili, akıllı ve ‘tamam’ gibiydi. Onların entelektüel birikimine ulaşmanın yolu yok gibi görünüyordu. Kiminle oturup çay içsem, tanımadığım yazarlardan bahsediyor; boynuna yemeniler takmış abilerle ablalar ceplerinden bir takım kitaplar çıkarıp bunları okuman lâzım diyorlardı. Kundera’nın romanı bunların başında geliyordu.

En fenası da şuydu: kitaba dair söylenenlerden hiç bir şey anlamıyordum. Egzistansiyalizm, diyorlardı. Palyatif, diyorlardı. Sarkastik, diyorlardı. Kullanılan sözcüklerin yarısını daha evvel hiç duymamış olduğum için, yanımda bunlar konuşulduğunda sürekli gülümsüyor ve anlayışlı bir şekilde kafamı sallayıp duruyordum. Ama tek isteğim bir an evvel oradan kaçmak ve sahile inip bir bira içmek oluyordu.

Sahilde bira içerken düşünüyordum: Bu entelektüel ortama ayak uydurabilmek için kim bilir daha kaç kitap okumalı, neleri hatmetmeliydim. Sonraları küçük battaniyem ve gizli gizli içeri soktuğum termosumla müdavimlerinden biri haline geleceğim kütüphane bile korkutucu bir yer gibi görünüyordu bana. Rafların arasında üç beş dolaştıktan sonra, pes etmiştim. Bu kadar kitabı okumamın ihtimali bile yoktu.

Ben de boşgeçtim. ‘Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’ni okumaktansa, kendimi o hafifliğin ağababasına bırakmayı tercih ettim. Gezdim tozdum, bütün sene İstanbul’u dolaşıp aylaklık ettim. Fakat bir zaman sonra suçluluk duyusu içimi kemirmeye başladı. Kitap başucumda öylece duruyor, onu her görüşümde bana yenilgimi hatırlatıyordu.

Seneler sonra bu kitabın üzerindeki ‘ağırlık’ kalkıp da, kapağı açılabilir hale geldiğinde okuyup çok beğenecektim. Garip olan şuydu ki, romanın kendisi de benzeri bir sorun üzerinden açılıyor, bir çok başka şeyin yanı sıra, entelektüel bir çevredeki ilişkilerin sahiciliğine dair sorular açıyordu.

Bense üniversitedeki ilk senemde bütün bunlardan habersizdim. Her gün yüzümü yıkayıp okuldan çıkıyor ve hayata bakmaya gidiyordum. O zaman ‘entel’ denen bu ağır abiler ve ablalarla boy ölçüşemeyeceğime göre, yapabileceğim en iyi işin bu olduğuna karar vermiştim.

Sonraları bunu düşündüğümde, o sersem halimi özlediğimi farkettim. Entelektüelizmin katmanlı ve bulanık sularına dalmadan önceki halim çok daha sahiciydi sanki. Bir kunduracıyı sadece kunduracı olarak görebildiğim o son sene, sonrakilerden çok daha gerçekti.

Sunday, July 18, 2010

Ejderhalara İnanmak



BirGün
18 Temmuz 2010

Her okuyucu her metinle kanat açamaz. Kimileri bilim-kurguya, ütopyaya, fantastik edebiyata kapalıdır mesela. Hani şöyle bir insan türü vardır: birlikte Avatar seyredersiniz ve çıkışta gözlerini devirerek ‘Bu film hiç gerçekçi değil!’ deyiverir. Bununla filmde tanımlanan dünya içinde bir tutarsızlık olduğunu söylemekten ziyade, sivri kulaklı mavi yaratıkların kendisine pek de ‘inandırıcı’ görünmediğini, içinde yaşadığı dünyaya uymadığını anlatmaya çalışmaktadır aslında.

Çok sevdiğim bir oğlan var. Bir arkadaşımın oğlu. Diğer çocuklarla arası pek iyi değil. Daha çok yetişkinlerle vakit geçirmekten hoşlanıyor. Akıllı bir çocuk. Duyarlı. Farklı. Ve farklı olduğunun farkında olduğu için de biraz melankolik. Aslında tam benim tipim. Ama maalesef sadece sekiz yaşında. O yaşta bir erkeğe göre olgun davranıyor ama yine de benim için biraz genç sayılır.

Gerçi dostluğumuz baki. Birbirimizi özlüyor, soruyoruz. Geçenlerde babası onun için endişelendiğini söyledi. “Hayalgücü zayıf bizim oğlanın,” dedi, “Okuduğum hikayelere inanmıyor. Böyle şey olmaz, diye kestirip atıyor.” “Ne okuyorsunuz?” diye sordum. “Cadılar, sihirbazlar, ejderhalar, öyle şeyler işte,” dedi.

Bu bana Coleridge’in kurmaca metinlere dair söylediklerini hatırlattı. İngiliz şair ve eleştirmen Samuel Coleridge, bir edebi metinle karşı karşıya geldiğimizde yazarla sessiz bir anlaşma yaptığımızdan söz eder. Yazar, bize tamamen hayal ürünü bir şey anlatıyor olmasına rağmen gerçek bir öykü aktarıyormuş gibi yapar. Biz de kurmaca anlaşmasını kabul eder ve onun anlattıkları gerçekten olmuş gibi davranırız. Coleridge, yazarla okuyucu arasındaki bu anlaşmaya 'inançsızlığın askıya alınması' adını verir ve bunun bir anlatı metniyle ilişkiye girmenin temel kuralı olduğunu söyler.

Bu çok da yerinde bir tabirdir. Bu anlaşma olmazsa eğer, hepimiz çocukların yaptığı gibi ‘Yalan söylüyorsun!’ diye bağırmak isteyebiliriz. Bu anlaşma olmazsa, ne Ursula LeGuin okuyabiliriz, ne ejderhalara inanabiliriz, ne de herhangi bir kurmaca metniyle ilişki kurabiliriz.

Aslına bakarsanız, bu anlaşma olmasa aşık bile olamayız. Çünkü farkında olmasak da, ilişkiler de romanlar gibi kurmacadır. Her kurmaca metinde olduğu gibi, yaşamın içinde de aynı kuralı uygularız. Her yeni ilişki, Coleridge’in yasasını çağırır. Çünkü her insan başlıbaşına bir anlatıdır. Onunla kanat açıp açmayacağımıza karar vermeden önce, anlatısına inanıp inanmadığımızı gözden geçirmemiz gerekir. Eninde sonunda bütün ilişkiler bu kuralla sınanır.

Birine bağlandığımızda, onunla bir anlaşma yapmış sayılırız. Yani, inançsızlığımızı askıya alıp onun anlatısına, daha da önemlisi birlikte kurduğumuz anlatıya, teslim oluruz. Anlatının kendi içinde tutarlı olması yeterlidir. Dünyanın geri kalanı ile uyumlu olması gerekmez.

Her kurmaca metinde olduğu gibi, aşkta da gerçeklikle çelişen noktalar vardır. Olanaksızlıklar, uyumsuzluklar, yalnızca hayalgücü ile gidilebilecek yerler vardır. Ama bu anlatıyı kuranlar kendi kurallarını yaratırlar. Gerçekliğe uymasa da, bu iki kişilik anlatıyı bazen dışarıdaki dünyanın kendisinden bile daha inanılır ve gerçek kılarlar.

Aşk gerçekliğin kapılarını zorlar. O ana kadar tümüyle tanımlı olduğunu düşündüğümüz dünyayla çelişen bambaşka ve yepyeni bir anlatı kurar. Gündelik hayatımızın kurallarını ve mantığını yerle bir eden bir anlatıdır bu.

Onun içindir ki, aşık olmak ejderhalara inanmaya benzer. Olanaksız olanın mümkün olabileceğine inanmazsanız aşık olamazsınız.

Monday, July 12, 2010

Sirenlerin Sessizliği


BirGün

11 Temmuz 2010

Odysseia’yı İlyada’dan daha çok severim. Çünkü İlyada bir olayı naklederken, Odysseia bir kişinin hikâyesini anlatır. Bu haliyle, bir destandan çok bir romana benzer. Daha tanıdık, daha anlaşılır gelir bana.

Homeros, İlyada'nın devamı olan bu destanı yazarken, tek bir karakterin yolculuğunda tüm insanlığın dünya üzerindeki macerasını anlatmak ister gibidir. Öykü, Odysseus'un Truva'nın düşüşünden sonra vatanı İthaka'ya dönmek üzere yola çıkışıyla açılır. On yıl süren savaştan sonra denize açılan Odysseus yolda da bir on yıl daha geçirecek ve kendisini bekleyen sadık karısı Penelope’ye ancak yirmi yıl sonra kavuşabilecektir. Odysseia, bu maceralı yolculuğun hikâyesidir.

Odysseus yolda bütün engelleri aşar, bir sürü zorluktan geçer. Lestrygon adı verilen dev yamyamlardan tutun da, büyücü Kirke’ye kadar bir çok tehlikeyi bertaraf eder. Hatta İthaka'ye nasıl varabileceğini kahin Teiresias'a sormak için Hades’e gittiğinde ‘gölgeler ülkesi’ diye anlatılan ölümden geri dönmeyi bile başarır.

Yine de benim en çok hoşlandığım epizot, Odysseus’un Sirenlerin baştan çıkarıcı şarkılarından korunmak için kendisini geminin direğine sımsıkı bağladığı bölümdür. Burada onun kendine duyduğu inançtan her seferinde etkilenirim. Bir kulaç zincirle bu güçlü düşmanı yenebileceğine bütün kalbiyle inanır Odysseus. Oysa Sirenler, bu meşakkatli yolculuğun belki de en zor noktasıdır. Hiç ölümlünün taşıyamayacağı bir sırrın şarkısını söylerler. Varoluşun hikayesidir anlattıkları.

Kafka da bundan etkilenmiş olmalı ki, Odysseia’daki bu bölüme dair bir küçük hikaye yazar. ‘Sirenlerin Sessizliği’ adlı bu hikayede, Odysseus bu doğaüstü yaratıkların gücünü bilir ve onların her şeyin içine işleyebilen şarkılarına direnebilmek için kendini teknenin direğine zincirlemekle kalmaz, kulaklarını da bir avuç balmumu ile tıkar.

Oysa sirenlerin şarkılardan çok daha ölümcül bir silahları vardır, o da sessizlikleridir.
İnsan birinin şarkılarından kurtulabilir, der gibidir Kafka, ama ya sessizliğinden? Odysseus yanlarından geçip giderken, sirenler şarkı söylemezler. Odysseus ise kulaklarında bir avuç balmumu ile geçer gider onların yanından; sirenlerin sessizliğini işitmez: “Onların şarkı söylediklerini ancak bunu kendisinin işitmediğini sandı. Bir an için çıkıp inen gırtlaklarını, şişip duran göğüslerini, yaşla dolmuş gözlerini, yarı açık dudaklarını gördü; ve bütün bunların, çevresinde yankılanıp sönen ve işitmediği nağmelerin eşlikçileri olduğunu düşündü.”

Eğer Sirenlerin bilinçleri olsaydı, der Kafka, o anda yok olup giderlerdi. Anlarız ki, ölümlü olsalardı bunun anısı ile yaşayamazlardı. Sessizliklerinin duyulmamış olduğunun bilgisini taşıyamazlardı. Ama Sirenlerin hatıraları, duyguları, düşünceleri, benlikleri yoktur. Onun için Odysseus’un sağırlığı onları yok etmez. Saçlarını rüzgara verip kayalara döner ve yeni bir yolcu boy gösterene kadar beklerler.

Oysa insanlar ne ölümsüz ne de hafızasızdır. Bir bilinçle lanetlenmiştir onlar. Varlıklarının bir başkası tarafından tanınmasına ihtiyaç duyarlar. Seslerinin duyulmasını isterler.

Biri sessizliğinize kulak tıkadığında bunun için acı çekersiniz. Neden sustuğunuz önemli değildir. Belki yalnızca sessizlikle başa çıkılabilecek bir durumda kalmışsınızdır. Ya da Odysseus gibi balmumu ve zincirlerinden başka hiçbir şey düşünmeyen biri çıkmıştır karşınıza ve onun kendinden bu kadar memnun olduğunu görünce şarkı söylemeyi unutuvermişsinizdir. Belki de söylenebilecek bir şey kalmamıştır da ondan susuyorsunuzdur. Sonuçta ne kadar yaman bir şarkıcı olursanız olun, sessizlikte karar kılmışsınızdır.

Sessizliğin gücü ise yalnızca duyabilenlere işler. Sağırlar için şarkınız gibi sessizliğinizin de bir anlamı yoktur.

Kafka’nın dünyasında, Odysseus’un hikayesinin böyle bir hâl almasına şaşırmayız. Anlamın ve iletişimin mümkün olmadığı sessiz bir dünyadır bu. Sözün kendisi gibi yokluğu da bir mesaj olarak yerine ulaşmaz, alıcısını bulmaz.

Yine de öyküyü, tam kendisinden beklenecek şekilde, garip bir dönemece sokarak bitirir Kafka. Derler ki, diye devam eder, Odysseus “öylesine kurnaz, öylesine tilkinin biriydi ki, yazgı tanrıçası bile zırhını delemedi. Hani insan anlayışının ötesinde ama, belki de o, Sirenlerin sessiz olduğunu gerçekten farketti ve yukarıda anlatılan numarayı hem onlara hem de tanrılara karşı bir çeşit kalkan olarak kullandı.”

Kim bilir, belki de hikâyenin aslı budur.

Pişmanlık

BirGün
4 Temmuz 2010

Büyük pişmanlıklar bir yana - ki onlardan da yok değil hayatımda - bir (nispeten küçük) pişmanlığım var ki, hatırladıkça bugün bile yanaklarım kızarır.

Tıfıl bir üniversite öğrencisiyken, bir arkadaşım vasıtasıyla büyük bir şairle tanışmıştım. Doğruyu söylemek gerekirse, her şeyiyle korkunç bir adamdı: kaba, küstah, hırçın ve alabildiğine kendisiyle dolu. Yaşına ve şairliğine duyduğum saygıdan kibarlığımı bozmadım. O kadar toydum ki, belki de kibarlığımı bozma becerim bile yoktu.

Neyse, benim arkadaş şairin asistanı gibi bir şeydi: şiirlerini temize çekiyor, işlerini görüyor, yaşlılık nedeniyle başa çıkamadığı hayatını kolaylaştırmaya çalışıyordu. Bir yandan kendisi de şiir yazdığı için, bir tür ustalık-çıraklık ilişkisi içindeydiler. Şair de arkadaşıma pek düşkündü. Belki de bu nedenle benden hoşlanmadı, bilmiyorum. Bana kaba davrandığını farketsem de, sesimi çıkarmadım. Arkadaşım ona büyük bir hayranlık besliyordu. Duygularını incitmenin anlamı yoktu.

Bir zaman sonra, arkadaşım elinde benim için yazılmış bir referans mektubu ile çıktı geldi. Ufak tefek bir şeyler yazıyordum, bunların bir dergide, hem de bir kültür-sanat dergisinde basılmasını ister miydim? İşte burada elinde tutuyordu, koca şair gönül indirmiş benim için bir referans yazmıştı.

Toydum ama kafam çalışıyordu. Bu işte bir terslik olduğunu seziyordum. Bir sürü sebep sıraladım gitmemek için: ben böyle bir şey istememiştim, bu da nereden çıkmıştı; şair nasıl referans yazmış olabilirdi, beni doğrudürüst tanımıyordu bile; elimde bir mektupla bir editorun önüne çıkmak istemiyordum; yazdıklarımı doğrudan yollasam daha iyi olmaz mıydı, falan filan...

Fakat arkadaşım ısrarlıydı. Ayağıma kadar gelmiş bu fırsatı tepmemem gerektiğini söyledi. Hatta edebiyat dünyasında işlerin nasıl yürüdüğünü bilmediğim için benimle alay etti. Konuştu da konuştu. Sonunda, nasıl olduğunu anlayamadan, kendimi elimde kapalı bir zarfla dönemin önemli dergilerinden birinin kapısında buldum.

Editör, soğukkanlılığı ve mesafesi ile ünlü bir kadındı. Belli ki buralara kolay gelmemişti. Tepeden tırnağa ketenler giymişti, hatırlıyorum. O sıcak yaz gününde pırıl pırıl ve taptaze görünüyordu. Bense yaptığım uzun otobüs yolculuğundan ve oflaya puflaya tırmandığım Babıali yokuşundan sonra kan ter içindeydim. Yakası çarpılmış tişörtüm ve paçaları yerleri süpüren kot pantolonumla pek de muteber bir görüntü arzetmiyordum.

Bir şeyler geveleyerek zarfı ona uzattım. Kendisine kokmuş bir et parçası vermişim gibi bir iğrenme ifadesi ile aldı onu. Şairin yazdıklarını kaşlarını kaldırarak okudu. Bir ara yüzünden bir gülümsemeye benzer bir şey geçti mi, yoksa bana mı öyle geldi bilmiyorum. Zarfı kapatıp masasının üzerine koydu. Öyle bir süre bekledik. Sonunda konuşmaya karar verdiğinde, zaten bildiğim bir şeyi söyledi: başka birinin referansı ile gelmek yerine, yazdıklarımı kendisine yollamalıydım.

Ne kadar haklıydı! Böyle bir hatayı nasıl yapmıştım? Aslında yazdıklarımdan bir iki parça bir şey yanımdaydı. Branda bezinden yapılma yeşil çantamın içindeki dosyayı elimle yokladım. Ama o kadar utanmıştım ki, dosyayı çıkarıp masanın üzerine koymak dünyanın en zor işi gibi göründü bana. Bütün arzum bir an evvel oradan uzaklaşmaktı. Teşekkür edip kalktım. Neyse ki koşmamayı başardım çıkarken. En azından bunu becerebildiğim için kendimi kutladığımı hatırlıyorum.

Mektuba gelince, içinde ne yazdığını hâlâ bilmiyorum. Açıp bakmadım bile. Dedim ya kapalıydı. Ben de ahlâklıydım. Editörün yüzünde oluşan ifadeye bakılırsa, şair için aynısı söylenemezdi.

Şair artık hayatta değil. Editör ise ilerleyen yaşına rağmen bugün de o zamanki kadar itibarlı, sarışın ve kusursuz.

Bense işte üç aşağı beş yukarı yine aynı ‘ben’im. O pişmanlığı da diğerlerinin yanına koyup yoluma devam ettim. Ama o kadının acımasız bakışları altında nasıl terlediğimi hatırladıkça hâlâ utanırım. Ne zaman ‘edebiyat dünyası’ lafı geçse, aklıma o buzlar kraliçesinin karşısında kabahat işleyip de müdürün odasına çağrılmış bir öğrenci gibi duruşum gelir hep.

Düşünüyorum da, galiba kendimi bunun için hiç affetmedim.