Sunday, June 27, 2010

ÇAY TEPSİLERİ, FİNCANLAR VE BİR EV KAZASI OLARAK JULİO CORTáZAR


BirGün
27 Haziran 2010

İnsanları sevdikleri Latin Amerikalı yazara göre kişilik analizine tâbi tutmak mümkündür. Márquezciler maceracı, Borgesciler felsefeye yatkın, Fuentesciler romantik, Amadocular sosyal meseleler konusunda hassas, Cortázar’ı tercih edenler de biraz nevrotiktir.

Ben bütün bu yazarlara yer yer yakınlık duysam da, bir tanesini seçmem gerekirse hiç düşünmeden Cortázar’ı alırım. Arjantinli yazar Julio Cortázar, incelikli mizah duygusu ve okuyucuyu her seferinde şaşırtma becerisiyle beni hep heyecanlandırmıştır. Bir Cortázar öyküsünde hiçbir şey beklediğiniz gibi gitmez. Hiçbir şey yerli yerinde değildir. Ve her an her şey olabilir.

Evler özellikle tehlikeli mekânlardır. Şöminenin önündeki koltuğunuza yayılmış rahatça kitabınızı okurken, tamamen kurgusal bir karakter tarafından sırtınızdan bıçaklanabilirsiniz. Görünmeyen yaratıklar evinizin odalarını birer birer işgal edip sizi sokakta bırakabilir. Ya da ailenizin diğer fertlerinin yanı sıra salonunuzda serbestçe dolaşan bir kaplanla yaşamak zorunda kalabilirsiniz.

Başkalarının evlerine misafir olduğumda, bazen kendimi bir Cortázar öyküsünde gibi hissederim. Hani bazı insanlar vardır, gittikleri eve hemen uyum sağlar, mutfağa girip çay falan yapmaya başlarlar. Ya da sofrayı toplamak gerektiğinde neyin nereye konacağını bilir, hiç yabancılık çekmeden tabak çanağı istif eder kaldırırlar.

İşte ben o insanlardan değilim.

Gittiğim her evde uzaydan gelmiş gibi bir kenarda dururum. Sakar olduğum için bir şeyi kırıp dökmekten zaten hep korkarım. Ama hepsi bu da değildir. Evin düzenini bozmaktan çok çekinirim. Kutsal bir mekânda yersiz davranışlarda bulunmaktan endişe etmeye benzer bu his. Kazara ev sahibine yardım etmeye falan kalkışırsam sonu hep hüsranla sonuçlanır. Neyi tutsam elime yapışır. Elimdekileri her zaman götürüp en yanlış yere koyarım. Ya da biri beni bu durumdan kurtarana kadar, elimdeki üç beş fincanla çaresiz bir şekilde ortalıkta dolanıp dururum. Yanlış bir şey yapma korkusu beni neredeyse felce uğratır. Ev ne kadar düzenli ise, bu his de o kadar kuvvetli olur.

Böyle zamanlarda, aklıma hep Cortázar’ın “Paris’teki Genç bir Hanıma Mektup” adlı hikâyesi gelir. Öykünün anlatıcısı, bir süre Paris’te kalacağı için evini kendisine bırakan arkadaşı Andrea’ya o gittikten sonra olanları anlatan bir mektup yazmaktadır. O da eve gelir gelmez benimki gibi bir korkuya tutulmuştur. Bir mabede izinsiz girmiş gibi hissetmektedir: “Bir kadının kendi zarif apartman dairesine getirdiği o tumturaklı düzenin karşısında olmak, ama yine de varlığının her zerresiyle o düzene kayıtsız şartsız boyun eğerek onu kabul etmek ne kadar da zordur...”

Bu endişeyle, evdeki tek bir şeyi bile yerinden oynatmamaya karar verir, çünkü böyle yaparsa dünyanın düzeni bozacağına dair bir hisse kapılmıştır. Kitaplarını yerleştirmek için masanın üzerindeki bir tepsiyi azıcık kıpırdatmayı aklından geçirmekle beraber, bunun olanaksızlığını hemen idrak eder: “O tepsiyi yerinden oynatmak evdeki tüm ilişkilerin, bir eşyayla ötekinin, her bir eşyanın ruhuyla evde olmayan sahibelerinin ruhu arasındaki bağın gidişatını değiştirir...”

Oysa felaket kapıdadır. Öykünün bu kısmında bile, yazar alttan alta olabilecekleri hissettirir bize. Bizi tam olarak neyin beklediğini kestiremeyiz ama bu düzenin böyle devam etmesinin olanaksız olduğunu biliriz. Cortázar bu noktada, her zamanki çılgınca hamlelerinden birini yapar ve öyküye akılalmaz bir ayrıntı ekler. Sonunda tamamen tahrip olmuş bir evle başbaşa bırakır anlatıcıyı. Böylece, mizahi bir tonda açılan öykü, dokunaklı bir şekilde sona erer.

Cortázar, bu öyküde yalnızca başka birinin mekânında tedirgin olan bir karakterin hikâyesini anlatmaz. Bir yandan da, dünyaya yerleşemeyen, dünyayı kendinin kılamayan, orada bir ev bulamayan birinin öyküsünü yazar.

Andrea’nin dünyevîliği ile ona mektup yazan anlatıcının evsizliği karşı karşıya konduğunda, kendimizi bütün umudu ve çabasına karşın o düzeni tutamayan anlatıcının yanında buluruz.

Ve anlarız ki, hepimizin hali budur aslında. Dünya evimiz değildir. Ne kadar yerleşmek istesek de, hep biraz yabancı kalırız.

Monday, June 21, 2010

Timşel



BirGün
21 Haziran 2010

Aynı konuda iki yazı yazılır mı? Neden olmasın? (Galiba bununla beraber üç oluyor, ama neyse. Aritmetik hiç bir zaman kuvvetli tarafım olmamıştır.)

Geçen hafta Habil’le Kabil’in hikayesini yazmıştım. Bu bana Steinbeck’in ‘Cennetin Doğusu’ adlı romanındaki bir tartışmayı hatırlattı. Romanın sonuna doğru Adam, Samuel ve Çinli uşak Lee bu hikayeyi tartışırlar. Tanrı’nın Kabil’e kötülüğe egemen olacağı yolunda bir söz verip vermediği üzerine kafa yorarlar.

Lee bu öyküden çok etkilenmiştir. İncil’deki açıklama onu tatmin etmez. Tanrı Kabil’e şöyle demektedir orada: “Elbette, eğer iyi davranırsan, yüzünü kaldırırsın; eğer kötü davranırsan, günah kapıda durur ve onun arzuları sana yönelir, ama sen ona egemen olacaksın.” Buradaki “sen ona egemen olacaksın” lafı ilgisini çeker, çünkü bu Kabil’e kötülüğün üstesinden geleceği yolunda bir teminat verildiği anlamına gelmektedir.

Bunun üzerine Tevrat’a başvurur Lee. Tevrat’ta bunun için başka bir ifade yer almaktadır. İbranice’deki ‘timşel’ sözcüğü bir kesinlikten çok bir olasılığa işaret eder. ‘Timşel,’ ‘yapabilirsin’ demektir. Yani kötülüğe egemen olabilirsin. Eğer istersen. Lee, seçimi tamamen insana bıraktığı için, bunun dünyanın belki de en önemli sözcüğü olduğunu söyler. İnsanın önünde iyiliğin yolunu açmaktadır çünkü.

“Milyonlarca inanmış insan ‘egemen ol’ buyruğuna uyuyor ve bütün ağırlıklarını itaat etme üzerine veriyorlar; milyonlarca başka inanan da o an ‘egemen olacaksın’ sözündeki yazgıya inanıyorlar ve yaptıkları hiçbir şeyin, yazgının akışını durduramayacağını sanıyorlar. Ama insanı yücelten ve tanrıların katına çıkaran ‘yapabilirsin’ sözcüğüdür, çünkü o güçsüzlüğü, kirlenmişliği içinde, kardeş katili olma durumunda, önemli bir seçim yapmak zorunda kalır. Yolunu seçebilir, bu yolu aşmak için savaşabilir ve yenebilir.”

Steinbeck, Habil ve Kabil’in hikayesini romanının eksenine koyarak, bize kötülüğün doğasına dair önemli bir şey söyler: kötülük de iyilik gibi özgürlükten beslenir. ‘Yapabilirsin’ demek aynı zamanda ‘yapmayabilirsin’ anlamına da gelir çünkü. Belki de tam bu nedenle, bilerek ve isteyerek kötülüğü seçen bir karakteri de romana dahil eder, Steinbeck. Bu hikayenin Habil ve Kabil’i olan ikizlerin annesi Kate’in kötü olmak için hiç bir sebebi yoktur. O sadece vicdanının kapılarını sımsıkı kapatmış, iyiliğe sırt çevirmeyi tercih etmiştir. Yapmayabileceğini bilir ve yapmaz.

İyiliğe gelince, evet bir söz verilmiştir. Ama verilen söz iradeyi dışlamaz. Bir olasılığın sözüdür bu. Daha iyi bir dünya yaratabileceğimizin garantisi değildir belki, ama umudu terketmemek için bir gerekçedir. Belki çok çaba gerekecektir. Belki daha bir çok insanın kan, ter ve gözyaşı dökmesi lâzım gelecektir. Ama kötülüğe egemen olmak mümkündür.

2009 senesinin Ocak ayında, Gazze Şeridi’ne giren İsrail tanklarının ateşinde hayatını kaybeden ilk kişinin Filistinli bir çocuk olduğunu okuduğumu hatırlıyorum. Bundan kısa bir süre sonra da Internet’te dolaşan bir video geçti elime. Vaktinden önce büyümek zorunda kalmış küçük kavruk bir kız çocuğu, yıkılan evinin duvarlarını, paramparça olmuş oyuncaklarını göstererek konuşuyor da konuşuyordu.

İnsanın içini dağlayan bir manzaraydı bu. Aylarca aklımdan çıkmadı. Yıkıntıları göstererek, “Şimdi buraları kim temizleyecek? Oyuncaklarımı kim onaracak?’ diye soran o çocuğun çaresizliğini unutmak mümkün değildi.

İsrail hükümeti, üç yıldır Gazze'ye uygulanan ekonomik ambargonun sebebini açıklamayı reddiyor. Geçenlerde, İsrailli insan hakları örgütlerinden Gisha, bilgi edinme hakkı çerçevesinde mahkemeye yaptığı başvuruda Gazze'ye sokulmayan malların listesi ve sebeplerinin izahını istedi. Mahkeme de başvuru üzerine hükümetten izahat istedi. Ancak Netanyahu hükümeti mahkemenin bu yöndeki talebini reddetmeyi tercih etti.

İsrail’in Gazze’ye sokulmasını istemediği şeyler arasında oyuncakların da olduğunu okuyunca, o kız çocuğu yeniden aklıma düştü. Parçalanmış oyuncaklarının arasında kendisi de kırık bir bebek gibi oturan o çocuk, acaba şimdi neyle oynuyordur? Boş kovanlar ve sağa sola saçılmış şarapnel parçalarıyla mı?

İsrail hükümetine Tevrat’taki o sözü hatırlatmak istiyorum. Bu böyle devam etmek zorunda değil. Aksi de mümkün. Yapabilirler. Timşel.

Kardeşimin Bekçisi



BirGün
13 Haziran 2010

‘Eski Ahit’e göre yeryüzünde işlenen ilk suç, Kabil’in kardeşi Habil’i öldürmesidir. Her ikisi de Adem’le Havva’nın çocuklarıdır. Kabil çiftçi olur, Habil çobanlık yapar. Tanrı’ya armağanlar sunmak isterler. Kabil yetiştirdiği meyveleri sunar ona, Habil ise sürüsündeki ilk yavrulardan oluşan bir armağan verir. Tanrı Habil’in armağanını beğenir ama Kabil’e pek de yüz vermez. Bunun üzerine Kabil kıskançlığına yenik düşer ve bir gün tarlada konuşurlarken kardeşi Habil’in üzerine atılıp öldürür onu.

Bunun üzerine, Tanrı Kabil’e şöyle der “Kardeşin Habil nerede?” O da yanıt verir: “Bilmem, ben kardeşimin bekçisi miyim?”

Bu hikaye bir süredir kafamda dönüp duruyor. Geçenlerde bana bunu hatırlatan bir şey oldu. Belki de ondandır.

Kurtuluş’ta bir arkadaşımı ziyarete gittim. Güzel bir masa kurulmuştu, herkesin keyfi yerindeydi. Fakat o gece orada bulunması gerekenlerden biri yoktu. Bekledik bekledik bir türlü gelmedi. Sonunda kapı çalınıp da içeri girdiğinde, gecenin hikayesini de yanında getirmişti. Meğer çoktan Kurtuluş’a gelmiş ama tam eve ulaşmak üzereyken, caddeyi geçmeye çalışan ihtiyar bir adamı farketmiş. Adam o kadar yaşlı ve çaresiz görünüyormuş ki, yolunu değiştirmiş ve onu karşıya geçirmiş. Fakat iş bununla bitmemiş. Biraz yürüdükten sonra anlaşılmış ki, adamcağız evine dönmeye çalışıyor ama yaşadığı yerin nerede olduğuna dair en ufak bir fikri bile yok. O saate kadar kapı kapı dolaşarak evi aramışlar. Daha da ararlarmış aslında, ama neyse ki tanıdık birine rastlamışlar ve bizimki adamı ona teslim edip gelebilmiş.

‘Neden yaptın?’ diye sorduk. Onun hakkı olan börekleri bile yemiştik halbuki. Hiç utanmamız yoktu. ‘Bırakamazdım,’ dedi sadece. Bunu öyle bir şekilde söyledi ki, içime oturdu.

Düşündüm de, bütün mesele burada aslında, yani bırakıp bırakmamakta. Geçen haftaki yazıda tam da bunu anlatmaya çalışmıştım. O yazıyla ilgili kimi tepkiler aldım. Yazıyı beğenenler de vardı elbette, ama eleştirenler çoğunluktaydı. Farklı farklı tonlarda seyreden bu mektuplardaki ortak endişe, Türkiye’de Kürt meselesi gibi canyakıcı bir sorun varken, Filistin konusunda veryansın etmenin pek de yerinde olmadığı yolundaydı. Daha doğrusu, Türkiye’de İsrail’e karşı sesini yükseltenlerin, aynı tepkiyi Kürt politikası konusunda Türk devletine yöneltmeye cesaret edemedikleri ima ediliyordu. Çünkü İsrail’e karşı çıkmak kolaydı, ama diğeri için aynı şey söylenemezdi. İnsanın başı belaya girebilirdi.

Doğruluk payı var elbette. Ama benim yazımla çelişmiyor. Ben esas olanın, bir tür sadakat olduğunu söylemiştim. Hem de her şeyden önce, kendimize duyduğumuz bir sadakat. Dünyanın neresinde olursa olsun, birinin canı yandığında ırkına, cinsiyetine, dinine bakmadan onun yanında durup durmadığımızla, onu yalnız bırakıp bırakmadığımızla ilgilendiğimi yazmıştım.

Yoksa ben de gayet iyi biliyorum ki, insanın evi her zaman dışarıdan daha zordur. Sokakta kaybolmuş yaşlı adama yardım eden arkadaşım, sıkıntıya düştükleri zaman ailesinin fertlerine de aynı sevecenlikle yaklaşacaktır. Ama onlarla bir tarihi olduğu için işler her zaman bu kadar kolay olmayabilir. Üstelik, sarfedeceği emek bir kaç saatle sınırlı kalmayacak ya da onları bir tanıdığa teslim etmek mümkün olmayacaktır. Onun için evdeki meseleyle yüzleşmek, dışarıdakinden daha meşakkatli olabilir. Fakat, bu ikisinin de öneminden bir şey eksiltmez.

Chomsky, Zizek ve Wallerstein gibi dünyaca ünlü edebiyatçı, yazar ve entelektüeller, tam da bu nedenle, taş atan çocuklara yönelik yasa değişikliğini hızlandırabilmek için Türkiye’ye gelmeyi kabul ediyorlar. Yoksa, bütün bunlar bizimle ilgili değil, önce memleketimizdeki adaletsizliklere bakalım, diyebilirlerdi. Neticede, Amerika da adaletsizlikten yana bayağı zengin bir memleket. Halbuki onlar, dört bin kadar çocuğu ilgilendiren bu değişikliğin Ekim ayına kalmaması için harekete geçen Çocuklar İçin Adalet Çağırıcıları’nın sesine kulak vermeyi tercih ediyorlar. Bunun lafı bile işe yaramış olmalı ki, bugünkü haberlerde teklifin son halinin Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a sunulduğu ve Erdoğan'ın onayını alan metin Meclis Başkanlığı'na yollanacağı yazıyordu.

Öyleyse mesele, taş atan çocukların yanında durmaktır. Burada ve her yerde. Çünkü aslında biz, kardeşimizin bekçisiyiz.

Sunday, June 06, 2010

Mavi Marmara: Beklenmeyen Misafir


Birgün
6 Haziran 2010

Albert Camus’nün ‘Misafir’ adlı öyküsü, siyasi meselelerde kişisel ahlâkı önde tutması açısından ilginçtir.

Hikaye Cezayir’in sömürge olduğu dönemde geçer. Ortalık karışıktır. Cezayir halkı Fransız hükümetine karşı ayaklanmak üzeredir. Öykünün kahramanı Daru kendi halinde bir öğretmendir. Çölün ortasında, Tanrı’nın unuttuğu bir tepenin üzerinde küçücük bir ilkokulda yaşar. Doğa koşulları yıpratıcı, hayat zordur. Öykünün başında bomboş bir sınıfta görürüz onu. Çünkü çocuklar okula gelememiştir.

Bir gün kasabadan beklenmeyen bir misafir gelir. Polis memuru Balducci bir Arabı eşeğinin arkasına bağlamış ardı sıra sürüklemektedir. Daru’ya adamın katil olduğunu söyler. Kendisinden kışlık tahılını çalan bir akrabasını öldürmüştür. Mahkemeye çıkarılmak üzere yakınlardaki bir başka kasabaya nakledilmesi gerekmektedir. Siyasi durumun karışıklığı nedeniyle Fransız polisi devriye gezmek zorundadır. Onun için Arabı mahkemeye götürmek görevi Daru’ya düşmektedir. “Madem ki, Fransız hükümeti için çalışıyorsun, o zaman bu senin sorumluluğundur,” der Balducci.

Daru itiraz edecek gibi olur ama polis memuru onu dinlemez ve Arabı bırakıp gider. Hikayenin geri kalanı, işlediği suç yüzünden ona bir yakınlık duyamıyor olmasına rağmen Arabı polise teslim etmeyi kendine yediremeyen Daru’nun hesaplaşması üzerinden açılır. Hayatta kalabilmek için kuraklık, kıtlık ve açlıkla mücadele eden bu adama bakarak düşünür. Doğadan didinerek kopardığı yaşamı şimdi işgalci kuvvetler elinden almaktadır. Onu hangi kanun yargılayacaktır? Sıcak evlerinde yaşayan, ışıklı sokaklarda özgürce dolaşan Fransızlar için düzenlenmiş Fransız kanunları mı? Peki ya kendisi bu olayda nerede duracaktır? Cezayirli olup da Fransa’da eğitim görmüş ve şimdi Arap çocuklarına Fransa’nın nehirlerinin dağlarının isimlerini öğreten Daru hangi tarafta yer alacaktır?

Öykünün geri kalanını anlatıp tadını kaçırmayacağım. Zaten önemli olan vardığı sonuçtan çok sorduğu sorudur aslında. Camus, Arabı bir katil yaparak soruyu zorlaştırır. Sonuçta başka birinin canını almaktan daha korkunç bir suç düşünemez insan. Şiddetin aldığı en zalim hal budur çünkü.

O zaman görev nerededir? Ahlâk ne söyler? Kimden yana durmak gerekir? ‘Misafir’ bize bunların hepsini düşündürür. Camus bize bu öyküyle iki şey söyler gibidir. Birincisi, şiddetin büyüğünün sömürgeciden geldiğidir. İkincisi ise, her zaman ve her şeyden önce kendi vicdanımıza sadık kalmamız gerektiğidir.

Ne zaman herkesin hep bir ağızdan konuştuğu karışık bir siyasi mesele ile karşı karşıya kalsam, bu hikaye gelir aklıma. Gazze’ye giden İHH gemisiyle ilgili tartışmaları izlerken de aynı şey oldu. ‘Mavi Marmara’nın provokasyon amacıyla yola çıktığı, böyle bir saldırının beklendiği, çok doğal olduğu, hatta İsrail Devleti’nin buna hakkı olduğu gibi yorumları dinledim. Bunun karşısında duranlar arasında, ‘Hitler haklıydı’ diyerek bütün yahudileri lanetleyenler, ‘Türkiye’nin şerefi iki paralık oldu’ diye vatan millet derdine düşenler, ‘şehitlerimizin kanı yerde kalmayacak’ diye bağırarak cihad ilan edenler de yer aldı.

Oysa ırkçılığa, milliyetçiliğe ve dini fanatizme taviz vermeden bunu bir insanlık meselesi olarak görmek ve İsrail’in saldırgan politikalarına ‘Hayır!’ demek mümkündür.

İsrail, oraya yardım malzemesi götürmeye çalışan sivillerden oluşan bir konvoya saldırdı. Esas olan budur. Tepeden tırnağa silahlı adamlar korumasız insanların üzerine ateş açıyorsa, ne tarafta durmamız gerektiği bellidir.

Siyasi iktidarı elinde bulunduranlar ahlâkın ne olduğuna karar vermek isterler. Yalnızca kanun koyucu değil ‘ahlâk koyucu’ da olmak isterler. Batı’nın bir çok insanlık meselesine gösterdiği duyarlılığı, Filistin’den esirgemesi bundandır. Ahlâkı oraya kadar uzanmaz. Şimdi bize yine aynı şeyi söyleyecek ve uzak bir kara parçasında çocukların abluka altında susuzluktan ve açlıktan ölmeleri önemsizmiş gibi yapmamızı bekleyecektir. Öte yandan AKP hükümeti, doğru şeyi yanlış nedenlerle savunacak ve bunun tam tersini söyleyerek iktidarını sağlamlaştırma yoluna gidecektir.

Bütün bunların farkında olsak da, ‘Mavi Marmara’da olanlar konusundaki yargımızı bunlara dayanarak veremeyiz. Bilmeliyiz ki, her siyasi karar öncelikle ahlâki bir karardır. Ve kişisel ahlâkımız gündelik politikalardan da uluslararası ayak oyunlarından da büyüktür.

‘Bütün bunlarda onurumu inciten bir şey var,’ der Camus’nün karakteri Daru.

Gazze’de yaşananlar da bir insan olarak benim onuruma dokunuyor. ‘Mavi Marmara,’ beklenmeyen bir misafir gibi dünyanın karşısına çıkarak bunu hepimize hatırlattı.