Thursday, December 29, 2011

Öğrencime dokunma!


BirGün
25 Aralık 2011

Öğretmenlik hayatımda umutsuzluğa kapıldığım çok nadirdir. Bir keresinde bir öğrencim hayretler içinde “Hocam, yoksa siz idealist misiniz?” demişti. Sonra da nesli tükenmiş bir yaratığa bakar gibi beni şöyle bir süzmüştü. Onu saymıyorum.

Öğretmenlik garip bir durumdur. Bir de bakarsınız ki hayatınızın çok yerini ele geçirmiş. Yine de, genellikle sanıldığı gibi, her köşesi bucağı belirlenmiş bir doğrunun biteviye anlatıldığı bir uğraş değildir. Aksine sürprizli ve şaşırtıcı bir ilişkidir öğretmen-öğrenci ilişkisi. Çünkü esas olan öğrencidir. Ve öğrenci de çok değişkendir. Onun için, taraflardan birinin diğerini terbiye etmesinden çok, her iki tarafın karşılıklı değiştiği ve dönüştüğü bir ilişkidir.

Bana sorarsanız öğretmen, en genel tanımıyla, kendisinden daha tecrübesiz biriyle yola çıkabilen kişidir. Bir tür rehberdir yani. Fakat öğrencisine daha önce görmediği kimi şeyleri göstermekle kalmaz. Arada bir durup onun işaret ettiği yere de bakar. Yani kimi zaman yolunu değiştirmeye cesaret edebilir. Hatta yolu yeni baştan tanımlayabilir. Öğrenciye karşı sorumluluğu ise, kaybolduğu zaman onu elinden tutup geri getirmektir.

Bu noktada isterdim ki, genelde yaptığım gibi, yanlış cevapladıkları bir sorunun, derli toplu bir şekilde tartışamadıkları bir meselenin, ya da kötü yazdıkları bir kağıdın içinde kaybolanlardan bahsediyor olayım.

Ne yazık ki, kaybolan öğrenciler deyince aklıma bambaşka şeyler geliyor artık. Daha dün aramızda derste ya da kantindeyken, şimdi cezaevinde adalet bekleyenlerden söz açacağım yine.

Boğaziçi Üniversitesi’nden bir grup öğretim üyesi geçen hafta Tarih Bölümü öğrencisi Şeyma Özcan’ın salıverilmesini talep eden bir açıklama yapmıştı. Bu hafta da, ülke çapında bütün akademisyenlerin imzasına açık bir metin hazırlayarak tutuklu öğrencilerin durumuna dikkat çeken ve bu konuda önlemler alınmasını talep eden bir kampanya başlattık.

Daha önce de yazmıştım, hatırlayacaksınız. Bir hesaplamaya göre bugün Türkiye’de 600 öğrenci tutuklu. Devlet kaynaklarına dayalı, resmi bir başka hesaplamaya göre ise şu anda tutuklu olan 138 öğrenci var ve bu sayı her gün artıyor.

Tutuklanan her öğrenciyle rahatsızlığımız ve endişemiz artıyor. Biz her gün bu genç insanlarla birlikteyiz. Bilgilerimizi tecrübemizi paylaşıyor, onlara hak ettikleri özenli eğitimi vermeye çalışıyoruz. Bazılarının sıkıntılar içinde öğrenim hayatlarını sürdürdüklerine şahit oluyoruz. İmkansızlıklara, yokluklara rağmen çabalayıp büyük işler başardıklarını görünce onlarla gururlanıyoruz.

Aileleri gibi biz de bu genç insanlara emek veriyor, onları hayata hazırlamaya çalışıyoruz. Oysa Türkiye’deki siyasi iktidar, gençlerini “şiddetle terbiye etmek”ten bir türlü vazgeçmiyor. Öğrencileri sudan sebeplerle tutukluyor, aylarca mahkeme görmeden cezaevinde bekletiyor ve asıl ait oldukları yer olan sınıflardan uzak tutuyor.

Öğretim elemanları işte bu duruma seyirci olmayı reddediyorlar. İmza metninde dile getirildiği gibi, demokrasinin yerleştiği ve uygulandığı bir Türkiye’nin oluşumuna katkıda bulunmak için öğrencilerimize sahip çıkıyor ve şunları talep ediyoruz:

Daha fazla gecikmeden CMK’nın 100, 250, 252; TCK’nın 220, 314; TMK’nın 6, 7 ve 10. maddeleri kaldırılmalıdır.

Ayrıca, özel yetkili mahkemelerin görev, yetki ve yargılama usullerinin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatları ile 12 Eylül darbesinden bize miras kalmış olan mevcut anayasaya bile aykırı olduğu görülmeli ve bunların kaldırılması yoluna gidilmelidir.

Öğretim üyeleri, sınıflarda öğrencilerimizle tam mevcutlu olarak bir arada olmak istiyor. Öğrencilerin bir kısmının sıralardan kaybolduğu, geri kalanların da sessizleştiği bir üniversite istemiyorlar. Onlar fikirlerini özgürce ifade edemediklerinde, akademinin cılız ve renksiz bir yer haline geleceğinin farkındalar.

Bana gelince, idealist olup olmadığımı soran öğrencimin kulaklarını çınlatarak şunu söylemek isterim, öğretmenlik yapanlar tanım itibarıyla idealisttir zaten. Daha iyi bir dünyanın var olabileceğine inancınızı kaybettiyseniz, kimseye bir şey öğretemezsiniz. Neden yapasınız ki bunu? O zahmete değer mi? Her gün sınıfa girip inanmadığınız, devamını arzu etmediğiniz bir hayatın hikayesini niçin anlatasınız?

Bu tasavvur öğretmenin geleceğini öğrencisininkine bağlar. Daha iyi bir dünyanın imkanı öğrencilerin özgürlüğü, yaratıcılığı, bilgisi, aklı ve yapacaklarında saklıdır. Hangi öğretmen geleceğinin kaybolmasına veya kaybettirilmesine tahammül edebilir ki!

Sunday, December 18, 2011

Sen buradasın, peki ya arkadaşın nerede?


BirGün
15 Aralık 2011

Geçtiğimiz hafta Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü öğrencilerinden Şeyma Özcan sabahın erken saatlerinde kaldığı öğrenci evine yapılan baskın sonucu gözaltına alındı. Yasal bir gazetede staj yapmak üzere başvuruda bulunduğu için Devrimci Karargah davası ile ilişkilendirilerek 9 Aralık Cuma günü tutuklandı ve Bakırköy Kadın ve Çocuk Tutukevi'ne götürüldü.

Bunun üzerine Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri 12 Aralık Pazartesi günü bir basın açıklaması yaptılar ve arkadaşlarının salıverilmesini talep ettiler. Açıklamalarında tutuklu bütün öğrencilerle dayanışma içinde olduklarını söylüyorlardı. Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü öğrencileri de Şeyma’nın serbest bırakılması için bir imza kampanyası başlattılar. Bu kampanyanın metninde şöyle diyorlar:

“Bu olay bize hiçbir üniversite öğrencisinin keyfi tutuklamalardan muaf olmadığını gösterdi. Ders kitaplarımızın, staj başvurularımızın suç delili sayıldığı bu ortamda Şeyma'nın tutuklu bizimse hala okulda olmamızın şans eseri olduğunun farkındayız. Yapılan haksız tutuklamalar sonlanıncaya kadar arkadaşımızın yanındayız, davasının takipçisiyiz.”

Öğrenciler hepimize çok önemli şu soruyu soruyorlar: Sen buradasın, peki ya yanındaki nerede? Bunu sorarak hem arkadaşımıza, öğrencimize sahip çıkmamızı istiyorlar, hem de yarın Şeyma’nın yerinde bizlerden birinin de olabileceğini hatırlatıyorlar.

Şu ana kadar bu ülkede, “bana bir şey olmaz” hissiyle yaşamış olabilirsiniz. Başına bir iş gelenlerin gizli gizli suçlu olduğunu düşünmüş olabilirsiniz. Onlar karanlık insanlar, benimle ne alakası var, diye kendinizi teselli etmiş olabilirsiniz. Ama işte şimdi düşünmek zorundasınız artık. Tutuklamalar sizin de kapınıza kadar geldi. Bir gün siz de umulmadık bir sebeple kendinizi adliyelerde hatta cezaevinde bulabilirsiniz. Giydiğiniz bir kılık, okuduğunuz bir kitap, hatta saçınızı sakalınızı kesme biçiminiz yüzünden bir suçlama ile karşı karşıya kalabilirsiniz.

Şu anda Türkiye’de bir kısmı liseli olmak üzere 600 kadar tutuklu öğrenci var. Tutuklama ve soruşturma dalgalarına maruz kalan öğretim üyeleri, yazarlar, gazeteciler ve siyasetçilerden sonra, anlaşılan şimdi de sıra öğrencilere geldi. Bütün bunlar içinde, genç ve savunmasız oldukları için en fazla zarar görebilecek grubu da onlar oluşturuyor.

Boğaziçi’nde yapılan basın açıklamasından sonra Şeyma’nın annesi de konuştu. Bütün söylenenler arasında, onun dedikleri belki de en etkileyici olandı. Sultan Özcan, kızının çok başarılı bir öğrenci olduğunu ve tutuklu kaldığı süre boyunca derslerinden çok geri kalacağını söyledi. “Benim kızım bu ülkenin bir değeridir, lütfen çocuğumu bırakın,” dedi.

Bundan daha fazlasını söylemeye gerek var mı? Öğrencilere rahatça gelişip yeşerecekleri bir ortam sağlamak yerine, onları birer tehdit olarak gören bir sistem ne kadar hayatta kalabilir? En donanımlı akademisyenlerini, en çalışkan gazetecilerini, en parlak öğrencilerini hapse atan bir ülke ne kadar ileri gidebilir?

Şunu doğru anlamak gerekir ki, herkes bu iktidarla aynı fikirde olmayabilir. Herkes hükümetin uygulamalarından memnun kalmayabilir. Bazıları muhalif olabilir. Parasız eğitim talep edebilir, yaşadığı bölgedeki akarsuların talan edilmesine karşı durabilir, ya da insan hakları konusunda duyarlı olabilir. Bu ülkede ekonomik istikrardan fazlasını isteyenler de olacaktır. Buna şaşırmamak gerekir.

Şeyma da onlardan biri. Onun gibi bir çok öğrenci şu anda sınıflarda olmaları gerekirken cezaevinde gün sayıyor. Dışarıdakiler ise tahkikat ve tutuklama korkusu ile okula gidip geliyor.

Bizler de çocuklarımızın sabaha karşı evlerinden alındığı, öğrencilerimizin birer birer sıralardan eksildiği bir hayata alışmaya zorlanıyoruz.

Bunu da kanıksarsak sırada ne var düşünmek bile istemiyorum.

Tuesday, December 13, 2011

Boğaziçi Starbucks'ta şenlik var...



BirGün
11 Aralık 2011

Boğaziçi Üniversitesi’nin zengin çocuklarının gittiği bir okul olduğu fikri ne zaman ortaya çıktı bilmiyorum. Belki de Robert Kolej zamanından kalma bir önyargıdır bu.

Ne zaman Boğaziçi’nde hak talep eden bir eylem yapılsa, herkes bir ağızdan bunun esas meselelere temas etmeyen tali bir şey olduğunu söylemek için sıraya girer. Onlara göre, Boğaziçi’nin ayrıcalıklı ve şımarık öğrencileri böyle “artistlik” yapmamalı, mümkünse asıl ait oldukları yere, yani partilerle konserlere falan gitmelidir.

Bu garip argüman, pek sevilmiş olsa gerek ki, senelerdir kullanılır. Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerine eylem yapmayı, okulları üzerinde hak talep etmeyi, başka üniversitelerin öğrencileri ile dayanışmayı yakıştıramazlar bir türlü. Sonuçta onlar bir avuç zengin çocuğudur. Fazla konuşmasınlar, devletin iyi üniversitelerinden birinde oldukları için şükretsinler, oturup derslerine çalışsınlardır.

Geçtiğimiz salı günü Boğaziçili bir grup öğrenci, okulun orta yerinde birdenbire peydah olan Starbucks’ı protesto etmek üzere bir eylem başlattı. Bu konuda hazırladıkları metinden de anlaşılacağı gibi, dertleri yalnızca küresel sermayenin sembollerinden biri haline gelmiş Starbucks’la değildi. Onlar kampüsün artık öğrencilerin yaşayabileceği, kolayca karnını doyurabileceği ve birlikte vakit geçirebileceği bir mekan olmaktan uzaklaştığını söylüyorlardı:

“Starbucks'ın açılmasıyla hız kazanan ticarileştirme ve nezihleştirme sürecine bir göz atalım istedik. Bilenleriniz bilmeyenleriniz; zamanında bu okulda öğrenci kantini diyebileceğimiz bir yerler vardı. Sahiplenebildiğimiz, paramız olsun ya da olmasın oturup karnımızı doyurabildiğimiz, iki muhabbetin belini kırıp neşelendiğimiz, kısaca 'bizim' diyebildiğimiz öğrenci dostu bir mekan.”



Öğrencilerin kendi mekanlarını geri istemelerinden daha doğal ne olabilir. Ama anlaşılan, bu herkes için o kadar makul bir sebep değil. Öğrencileri caka satmakla, üzerlerine düşmeyen meselelere burunlarını sokmakla, hatta tamamen kitabi ve teorik kalıp hayatı anlayamamakla itham edenler oldu. Halbuki yaptıkları gayet somut bir eylemdi ve gayet pratik bir soruna işaret ediyordu. Üniversitelerin ticarileştirilmesi ve mütenalaştırılmasına itiraz etmeleri de, soyut bir talepten ziyade, tamamen hayatlarını ilgilendiren bir meseleye dair söz söylemekten ibaretti.

Yukarıda alıntıladığım basın açıklamasının ardından, öğrenciler salı günü itibarıyla Boğaziçi’ndeki Starbucks’ı işgal ettiler. (Bu yazının yazıldığı şu saatlerde işgal hala devam ediyor.) Orada kendi yemeklerini yaptılar, çaylarını dağıttılar, çorbalarını pişirdiler. Kimi ders çalıştı, kimi günlük faaliyet programını düzenlemekle uğraştı, kimi atölye çalışmaları yapılmasına önayak oldu. Tartışmalar düzenlendi, film gösterimleri yapıldı ve kimi dersler bile Starbucks’a taşındı. Böylece kendilerini ait hissetmedikleri bir alanı, içinde yaşayabilecekleri bir mekana dönüştürmeyi başardılar.

Bunu yaparak, hepimize çok önemli bir gerçeği hatırlattılar. Üniversite öğrencilerindir. Öncelikle onlar için var olan, onlara ait olması gereken bir kurumdur. Öğrencilerin taleplerine, ihtiyaçlarına yanıt vermeyen bir yerden üniversite diye söz etmek mümkün değildir.

Boğaziçi Üniversitesi bir devlet okuludur. Yalnızca zengin çocuklarına değil, her türlü gelir grubundan öğrenciye eğitim vermektedir. Bütün bu öğrencilerin ucuz ve sağlıklı yemek yiyebileceği, bunu yaparken de rahat rahat oturup ders çalışabileceği ya da sadece konuşabileceği mekanlara ihtiyacı vardır.

Böyle mekanlara kantin diyoruz. Kantinlerde sadece ders çalışılmaz. Bazen notlar gibi ilişkiler de temize çekilir, keyifler yerine gelince hep beraber şarkı söylenir, ya da kimi zaman bir köşede sessizce oturulur. Ama illa ki uzun uzun vakit geçirilir, yeni arkadaşlıklar kurulur, art arda çaylar içilir ve konuşulur, konuşulur, konuşulur.

Konuşulur ki, öğrenilen onca şey yavaş yavaş yerine otursun, bir tortu gibi dibe çöküp görünür hale gelsin.

Tüketmediğiniz sürece bir köşesinde oturup vakit geçiremeyeceğiniz ama yine de size “müşteri” yerine “misafir” demeyi tercih eden Starbucks’ta bunu yapamazsınız.

O zaman onlara kimin misafir kimin ev sahibi olduğunun hatırlatılması gerekir.

Boğaziçi öğrencilerinin yaptığı tam da budur.

Sunday, December 11, 2011

Afili Filintalar'dan ayrıldım...

Arkadaşlar,

An itibarıyla, Afili Filintalar'dan ayrıldım.

Bkz. http://www.afilifilintalar.com/her-yolun-bir-sonu-bir-basi-vardir

Hurşit Seçkin ve Bir Bilene Soralım dizileri bir süre için bu blog üzerinden devam edecek.

Sonrası Allah kerim...

İyi pazarlar.

M. Gürle

Tuesday, December 06, 2011

Sarı gömlek, kenara çek!


BirGün
4 Aralık 2011


Laf atılacak yaşı geçeli çok oldu. Yine de arada bir tanımadığım erkeklerin yüksek sesli ilgisine mazhar oluyorum. Geçenlerde bu ilginin nasıl ifade edildiği dikkatimi çekti.

Bizim memlekette erkeklerin laf atarken nasıl horozlandığını unutmuşum besbelli. Bir de tabii, insan durup düşünmüyor bile. Hep bir karşı kaldırıma geçme, yan sokağa sapma telaşı içinde olduğumuz için herhalde. Yeter ki başımız belaya girmesin. Halbuki laf atanları yaptıkları işin saçmalığı ile yüzleştirmek daha doğru bir hareket olabilir. Saçma, çünkü biraz dikkat edince görüyorsunuz ki, sizden çok kendileriyle konuşuyor gibiler.

Tanımadığınız bir kadına yaklaşırken kendinize methiyeler düzmek ister misiniz? Hep bir eylem tarifi, bir beceriklilik iddiası, iktidar tasviri. Olay üç aşağı beş yukarı bu mecrada gerçekleşiyor. Arada birisi, karşısındaki kadının eli yüzü düzgün biri olduğunu ima etse de (ki genellikle “güzelsin”den daha yaratıcı bir şey gelmiyor akıllarına), bütün bu teşebbüsler laf atan tarafın kendi erkekliğini övmesiyle nihayete eriyor.

Oysa yer değiştirince görüyor ki insan, başka şeyler gibi laf atma pratiği de kültürden kültüre büyük farklılıklar gösteriyor. Mesela Amerika’da bu tarif ve tasvir kısmı genellikle kadınlara odaklanıyor. Belli ki her milletin kendine has bir asılma ve laf atma adabı var. Hatta bu durum, ırk, etnik köken ya da sosyal sınıfa göre de değişebiliyor.

Beyaz orta sınıf Amerikalılar biraz teorik kalıyor. Genellikle yanınıza yaklaşıp sohbet açmaya çalışıyorlar, bunu yaparken de habire bir takım tespitlerde bulunuyorlar. Ama mümkün olduğu kadar evrensel ve soyut bir dille. Övülen her ne ise, onun size dair bir şey olduğunu anlamanız zaman alabiliyor. Mesela Kaliforniya’daki ilk haftamda, adamın biri sokakta yanıma yanaşıp “Kahverengi saça bayılırım,” demişti. “Peki, ben bu konuda size nasıl yardımcı olabilirim?” diye cevap vermek gelmişti içimden. Neticede adam özel olarak benim saçımla ilgili bir şey söylememişti. Durumdan pay çıkarıp, o alakayı benim kurmamı bekliyordu.

Meksikalılar ise ayrı bir hikaye. Onların da size asıldığını anlamayabilirsiniz. Çünkü bir kadından hoşlandıklarında, anlaşılabilir cümleler kurmak yerine dillerini şaklatarak bir takım acayip sesler çıkarmayı tercih ediyorlar. “Ven chica, ven!” (Gel güzelim, gel!) dediklerinde bile, vücut dillerini öyle bir şekilde kullanıyorlar ki, bir evcil hayvanı çağırdıklarını düşünebilirsiniz. Siz acaba hangi köpeğe sesleniyorlar diye sağa sola bakınırken, muhtemelen onlar da pek zeki olmadığınıza karar verip gideceklerdir. İletişim bozukluğu diz boyu.

Uzak Doğuluların beğenilerini yüksek sesle ifade ettiklerine pek şahit olmadım. Onlar bir kadını beğeniyorlarsa, herhalde telefon numarasını ele geçirip mesaj yollamayı tercih ediyorlardır. Bu da işlemezse teknolojinin diğer marifetleri ne güne duruyor? Karaokeli doğumgünü mesajı gönderenler, internet üzerinden ilan-ı aşk edenler, sevdikleri kız için film çekip yayınlayanlar gırla gidiyordur.

Laf atma adabı konusunda siyahlardan iyisini tanımıyorum. Bir defa edebi bir dil tutturuyorlar: benzetme, anıştırma, ironi, ne ararsanız var. Beğendikleri kadını illa ki tarif ediyorlar. Hem de ne tarif! En ince detayına kadar. Önce kılık kıyafeti anlatarak başlıyorlar ki, kime asıldıkları belli olsun. Soğuk bir günde biraz büyükçe bir kazakla dışarı mı çıktınız? Daha bir iki sokak gidemeden, caddenin karşısından “Battaniyeni evde bıraksaydın!” diye bir laf yiyebiliyorsunuz. Bazen tarifler kıyafeti geçip ruh haline doğru ilerliyor. Başınızı öne eğmiş biraz düşünceli mi yürüyorsunuz? “Hey güzelim, başını dik tut! Sahip olduğun tek şey o!” diye ayar veriyor birisi. Bazen trafik polisi gibi istikamet belirtiyorlar: “Sarı gömlek, sarı gömlek, kenara çek! Sana diyeceklerim var.” Kendinizi tutamayıp gülüyorsunuz.

Güldüğünüz zaman da konuşulabilecek bir alan açılıyor. Başarmış oluyorlar. Bir tür iletişim kuruluyor.

Diyeceğim şu ki, laf atmak her zaman taciz etmek anlamına gelmeyebilir. Bazen bir oyuna davet de olabilir. İstemezseniz katılmayacağınız bir oyundur bu.

Sokakta gözüne ilişen her kadını hoyratça kendi erkekliğine ikna etmeye çalışan adam sanmam ki buna oyun gözüyle baksın. Onun cinselliğini belirleyenler belli ki çok daha sert koşullardır. Ama başka türlüsü de mümkün. Hatırlatayım dedim.

Sunday, November 27, 2011

Geç Kalmak



BirGün
27 Kasım 2011

Bazen gecenin bir saatinde uyanıp yatakta doğruluyorum. İçimde garip bir his oluyor. Sanki çok önemli bir şey olmuş da, kaçırmışım gibi. Belli bir saate uyanmam gerekiyormuş da, uyanamamışım gibi. Çocukluğumda geceyarısı yolculuğa çıkan, gitmeden önce beni uyandıracağına dair söz verip sonra da kıyamadığı için uykudayken öpüp giden babamı hatırlatıyor bu bana. Ya da Muhammed Ali maçlarını seyretmek için sabaha karşı ayağa dikilenlerin sesleriyle uyanıp yataktan fırlayışımı ve bütün eğlenceyi kaçırdığımı farkettiğimde ağlayarak yastığa kapanışımı.

Gecenin bir yerinde uyanıyorum ve anlıyorum ki hayatım boyunca hep geç kalmaktan korkmuşum.

Bütün hayatımı bu endişe üzerinden yaşıyorum. Nereye gidecek olursam olayım evden saatler öncesinden çıkmam, yollardan koşarak geçmem, her türlü buluşmayerine erken varmam hep bundan. Ne kadar istesem de geç kalamıyorum.

Bazen utanıyorum bundan. Aklıma kokteyllere, partilere, çok kişinin katılacağı toplantılara makul bir şekilde geç gidilmesini öngören o saçma kural geliyor. Bunun bana ilk kez anlatıldığı günü kızararak hatırlıyorum.Yine geç kalacağım korkusuyla, kendimi yarım saat öncesinden bir parti evinin kapısında bulduğumda, patavatsız biri güzelce bir ayar vermişti.

O partinin (daha nice partilerin) kasvetli anısı üzerime yapışmış duruyor. Bunu düşününce, Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ından bir sahne geliyor aklıma. Yeraltı Adamı’nın arkadaşlarıyla buluşmaya geç gidebilmek için çılgınca uğraştığı, ama yine herkesten önce gidip diğerlerini beklemek zorunda kaldığı sahne bu.

Acıklı bir sahne aslında.Yeraltı Adamı seneler sonra uzun süredir görmediği okul arkadaşlarıyla buluşacaktır. Onların yanında kendini kenarda köşede kalmış, başkalarının ilgisine mazhar olamamış, anlaşılmamış biri gibi hissetmektedir. Beğenilme arzusu ile kibir birbirine karışmış, onu bu buluşmayı en ince ayrıntısına kadar planlamaya itmiştir. Hesaplarına göre salona herkesten sonra girecek, aldırışsız tavırlarıyla diğerlerinin beğenisini kazanacak ve onlara kim olduğunu sonunda gösterecektir.

Oysa olaylar hiç de böyle gelişmez. Gerçi Yeraltı Adamı bu buluşmayı büyük bir heyecanla beklemesine rağmen, kendini tutar ve salona planladığı gibi biraz geç gitmeyi başarır.Ancak bilmediği bir şey vardır. Planlar değişmiş, arkadaşları bir saat sonra buluşmaya karar vermiştir. Kimse tenezzül edip de onu aramayı düşünmediği için, bizimki yine erkenden gitmiş bir koltukta bekliyor bulur kendini. Bunun üzerine bütün dengesi bozulur, ardı ardına içkiler yuvarlayıp sarhoş olur ve geceyi hiç de ummadığı gibi tamamlamak zorunda kalır.

Ne kadar ince ince hesaplamış olsa da, arkadaşlarına hak ettikleri dersi verememiş, onlar üzerinde istediği etkiyi yaratamamıştır.

Yeraltı Adamı’nın çabası boşunadır aslında. O asla geç gidenlerden biri olamayacaktır. Bunun için önce aldırmaktan vazgeçmesi gerekir. Aldırmıyormuş gibi yapmakla olmaz, gerçekten aldırmamak gerekir. Geç kalmaktan korkmamak ancak böyle mümkün olabilir.

Dünya ikiye ayrılır: geç kalanlar ve erken davrananlar.

Geç kalmaktan korkmayanlar dünyanın hakimidir. Onlar ilişkilerin ağır tarafı, davulların tokmağı, halayların başıdır. Sahneye en son çıkarlar. Baş köşeye oturup erken gelenleri şöyle bir süzer, sonra da salına salına yürüyüp giderler. Endişeleri yoktur. Aslına bakarsanız, kollarında saatleri bile yoktur. Etraflarını saran tatlı bir zamansızlıkta yaşarlar.

Biz erken davrananlar ise dehşetle izleriz onları. Yaptıkları akılalır gibi değildir. Biz ki, geceleri uykumuzdan uyanıp acaba şimdi neye geç kaldık diye düşünürüz. Not defterleri alıp yapacaklarımızı yazarız bir bir. Sabahları zamanında kalkabilmek için saat kurarız. Sonra ona güvenemeyip ikincisi de kurarız. Telefona hatırlatma mesajı kaydeder, arada bir kontrol ederiz. Bizi tanımak hiç zor değildir. Geç kalma korkusuyla adımlarımızı sıklaştırır, gerekmese bile koşar adım yürürüz her zaman.

Ne var ki, hayat yine de uçar elimizden. Trenler kaçar, uçaklar kalkar, otobüsler geçip gider. Çocuklar büyür, mevsimler değişir, sevdiklerimiz ölür. Onların ardından bakakalırız. Hani birlikte sahile inip taş toplayacaktık? Lunaparka gidecektik bir gün? Hani hasta arkadaşımızı son bir kez ziyaret edecektik? Olmadı. Yetişemedik.

Oysa biz böyle olsun istemezdik.

Fotograf: Yusuf Sayman

Sunday, November 20, 2011

Sinek Isırıklarının Müellifi


BirGün

20 Kasım 2011

Barış Bıçakçı zarif ayrıntıların, küçük pürüzlerin, ilk bakışta farkedilmeyen inceliklerin yazarı. Ne zaman okusam, elimden tutmuş bana etrafı gösteriyor gibi gelir. Her seferinde şaşırırım buna.

Yeni romanının kahramanı başarısız yazar Cemil de hikayesini ayrıntılar üzerinden anlatıyor. Bıçakçı, karakterinin bu haliyle eğlenmek ister gibi, romana “Sinek Isırıklarının Müellifi” ismini yakıştırmış. Bununla kitabın kahramanından pek büyük işler beklemememiz gerektiğini, onun “gündelik kırıntıların” ve “manasız fazlalıkların” yazarı olduğunu söylüyor.

Ancak okudukça farkediyoruz ki, hayat aslında yazarın “sinek ısırıkları” diye tarif ettiği anlatılmaya değmez bu küçük detayların biraraya gelmesinden ibarettir. Günlerimizi dolduran, bizi oyalayan şeyler hep bunlardır. Büyük olaylar bitip söndüğünde, hayatımızı yeniden işgal edecek ve art arda birbirlerinin üzerine yığılacaklardır.

Barış Bıçakçı’nın becerisi, yaşantımızın hoyratlığı içinde farketmediğimiz bu gündelik detayları oldukları yerden çekip çıkarması ve önümüze koymasıdır. Bu kitabında da, bize müthiş bir incelikle derlediği bu ayrıntıları gösteriyor. Hep olduğu gibi, onunla beraber dolaşırken biraz yavaşlıyoruz. Eğilip dünyaya alıcı gözle bakıyoruz. Yalnızca gözlerimiz değil bütün duyularımız keskinleşiyor. İkiyüzelli gram fındığın kavanoza boşalırken çıkardığı “bebek kahkahasına benzeyen” sesi duyuyor, çilek reçelinin üzerinde yüzen beyaz köpüklere yakından bakıyor, parkta dalgın dalgın dolaşan ve önlerine biri çıkınca korkup “Hih!” diye minik ayaklarının üzerinde sıçrayan kirpilerle karşılaşıyoruz.

Barış Bıçakçı bunları farketmeden geçip gitmemize izin vermiyor. Sorumluluğunun farkında. O olmasa, kim bahsedecek bize babasının gücünü iyice sıkılmış musluklarda hisseden çocuğun güveninden? Eski masa saatinin bir daha asla insanın annesi hayattayken olduğu kadar yuvarlacık ve güzel görünmeyeceğini kim söyleyecek? Kim duyuracak bize cam bir kase içinde ıslanmaya bırakılmış nohutlardan gelen “Çıt!” sesini?

“Yazmak anlamsız olanı anlamlı kılmaya cüret etmektir,” diyor zihninde editörüyle konuşup duran Cemil. Esas olan esasa dair hikayenin dışında kalanlardır. O zaman en sıradan, en basit, en küçük detayları anlatmak gerekir. En çok onlar hak ederler anlatılmayı.

Garip olan şudur ki, bütün bu ayrıntıları göstermek için bizi elimizden tutup parklarda bahçelerde gezdiren, toplu konutların dairelerinde dolaştıran yazar, aslında yapmaya çalıştığı şeyin imkansız olduğunun farkındadır. Çünkü o istediği kadar anlatsın, dünyayı tümüyle onun gösterdiği gibi görmemiz mümkün olmayacaktır.

Romanın ortalarında bir yerde, genç bir çiftin ilişkisini anlatır bize Cemil. Berkan ve Şeyda aynı anda aynı rüyayı gördüklerini düşündükleri için birbirlerine aşık olurlar. İkisi de koşan bir kaplan görmüştür. Pırıl pırıl gözleriyle dönüp bakan vahşi bir hayvan. Cemil, kızın iri ela gözlerine bakarken böyle birinin rüyasında kaplan görmesinin kaçınılmaz bir şey olduğunu düşünür: “Onun rüyasına giren kaplan vahşi ve erotikti, bir atılışta kendisini görene dönüşmeye hazırdı. Berkan’ın gördüğü kaplansa büyük ihtimalle desenli battaniyelerin kaplanıydı.”

Cemil, dünyanın böyle yanlış anlamaların üzerinde durduğunu bilir. Yazarla okuyucunun ilişkisi de bundan farklı değildir. Aynı rüyayı gördüğünü zanneden iki kişi, anlık bir büyülenmeyle birbirinin kucağına düşer. Bu büyülenme hali bir süre devam etse de, gerçek eninde sonunda ortaya çıkacaktır. Aynı yöne baksalar bile, iki kişinin aynı şeyi görmesi mümkün değildir.

Öyleyse, “Sinek Isırıklarının Müellifi” anlatmayı neden sürdürür? Neden sessiz bir inatla bize kenarda köşede kalmış ayrıntıları gösterip durur? Dünyayı onun gösterdiği gibi görmemiz mümkün değilse, aynı anlamı bulamayacaksak, aynı yere bakıp aynı şeyi göremeyeceksek, neden hala kitaplar yazmaya devam eder?

Bunun cevabı basittir. Cemil umudunu yitirmemiştir. Bilir ki, aşkta olduğu gibi edebiyatta da iki kişinin arasındaki mesafe aşılabilir. Aynı yerden bakabilir, aynı sesi duyabilir, aynı kaplanı görebilir insan. Küçücük bir an için bile olsa. Geriye kalan her şey yalan bile olsa.

Toplu konutlar cansıkıntısı üzerine yükselse, yaşlı kadınlar kapatıldıkları odalarda korku içinde ölse, babalar muslukları artık eskisi gibi kuvvetle sıkamaz olsa da, bu ihtimalin sıcaklığı yayılır Bıçakçı’nın romanlarına.

“Aşağısı hep cinayet”tir belki. Ama biz yukarıda umut etmeye devam edeceğiz, der gibidir bize.

Barış Bıçakçı’yı sadece bunun için bile sevebiliriz.

Monday, November 14, 2011

Kırmızı Kazak


14 Kasım 2011
BirGün


“Madame Bovary” beklenmedik bir sahne ile açılır. Flaubert, Charles Bovary’nin okuldaki ilk gününü anlatarak girer hikayeye. Oysa romanın merkezinde duran Emma’dır. Flaubert’in onunla doğrudan ilgisi olmayan bir detayla başlaması ilk anda biraz garip görünebilir. Fakat roman ilerledikçe, yazarın bize hatırlattığı gibi, aslında “bir taşra hikayesi” ile karşı karşıya olduğumuzu farkederiz. Böylece ilk sahnenin anlamı netleşir, taşlar yerine oturur.

Charles Bovary ağırkanlı ve çirkince bir çocuktur. Anası babası onu ancak okula gönderebilmiş olduğu için diğerlerinin yanında biraz iri yarı kalmaktadır. Bu yetmiyormuş gibi, bir de başında yeni alındığı belli olan hayli şekilsiz bir şapka vardır. Flaubert, bu şapkayı uzun uzun tarif etmekten neredeyse hastalıklı bir zevk alır. “Tüylü kasketle kalpak, melon şapka, samur kasket, pamuklu takke arası bir şeydi,” der ve hızını alamamış gibi daha bir kaç paragraf devam eder.

Üzerine dar geldiği belli olan ceketi, göğsüne kadar çektiği pantolonu, hatta iyi boyanmamış kaba saba kunduraları bir yana, Charles’ı düşündüğümüzde aklımıza gelen ilk şeyin bu saçma şapka olması da bundandır. Sarı püskülü, kırmızı şeritleri ve yumurta biçimindeki gövdesi ile bu çirkin şapka, Charles’ın sakilliğinin ve taşralılığının sembolü haline gelir. Aslında belki de bu şapka sayesinde anlarız ki, Charles gibi bir adam Emma gibi gözünü yukarılara dikmiş hırslı bir kadını asla mutlu edemeyecektir. Daha çocukluğundan bellidir bu.

Flaubert’in, romanın baş kişisi olan Emma’nın henüz adını bile geçirmemişken, başka bir karakterin hikayesinde bizi onun varlığına hazırlayışına hep hayranlık duymuşumdur. Fakat bu şapka meselesinin benim için başka bir anlamı daha vardır. Ne zaman bu sahneyi düşünsem, üniversitede geçirdiğim ilk haftayı hatırlarım.

1984 senesinin Eylül ayında, üzerimde yeni alındığı için iyice sert olup bedenime oturmayan kot pantalonum, Converse taklidi bez pabuçlarım ve annemin ördüğü kırmızı kazak olmak üzere kendimi Boğaziçi Üniversitesi’nin göbeğinde bulmuştum.

Kayıt günüydü. Ortalık cıvıl cıvıldı. Herkes birbirini tanıyor gibi görünüyordu. İnsanların yürüyüşlerinde bile bir hafiflik vardı sanki. Bundan çok etkilendiğimi hatırlıyorum. Kıyafetleri de bu rahatlığın ifadesi gibi görünmüştü bana. Rengarenk etekler, gümüş takılar, aldırışsız bir şekilde omuzlara atılmış eşarplar gırla gidiyordu. Halka küpeler takmış ve dalgalı saçlarını köpek başı modeli kestirmiş bir kıza Kırmızı Salon’un nerede olduğunu sordum. Yan yana sıralanmış binalar arasında belirsiz bir yeri işaret etti. Meydanı boydan boya geçerken, sağlı sollu dizilmiş sohbet eden öğrencilerin bana bakıp gülüştükleri hissine kapıldım. Herkes pek güzel pek alımlıydı. Hepsi, o zaman “Orta Saha” dediğimiz o meydanda doğmuş gibi görünüyordu. Oysa benim hafifçe yamuk kesilmiş kahküllerim bile kale arkasından bir yerlerden geldiğimi söylüyordu.

Sonra kayıt bitti, okul başladı. Bütün bir hafta boyunca, hiç tanımadığım insanlarla aynı odada uyudum, sağını solunu bilmediğim bir binada derslere girdim, başka kızlarla beraber tedirgin bir şekilde banyo sırasında bekledim, hangar gibi bir yerde birbirine çarpılan metal tepsilerin gürültüsü içinde tadı bir şeye benzemeyen yemekler yedim.

Ama okulun ilk haftasında bana en çok koyan şey, annemin ördüğü o kırmızı kazakla ortalıkta dolaşıyor olmaktı. Kimse el örgüsü kazak giymiyordu. Ayrıca benimki o kadar parlak bir kırmızıydı ki, yolda bağırarak yürüsem ancak bu kadar dikkat çekebilirdim.

Bir hafta süren vicdan muhasebesinin sonunda, kırmızı kazağı katlayıp bavula yerleştirdim. Annem onu çok uğraşarak örmüş, hatta ben seviyorum diye saç örgüsü motifi bile koymuştu. Fakat ben de çok zor durumdaydım. Ortalıkta bayrak gibi dolaşmaya daha fazla dayanamayacaktım. Sömestre tatilinde eve döndüğümde, annem yurtta üşüyüp üşümediğimi sordu. Ona kazağımı giydiğimi söyledim. Sesim hiç titremedi. Kendim bile şaşırdım buna.

O kazak hala duruyor. Charles Bovary tecrübemin somut bir kanıtı olarak. Fakat biliyorum ki sadece bu değil, başka şeyler için de tutuyorum onu. Çocukluğun taşrasını geride bıraktığım günleri hatırlattığı için mesela.

Ya da her ayrılığın aslında bir ihanet olduğunu öğrettiği için.

Sunday, November 06, 2011

Bir ihtimal daha var

BirGün
6 Kasım 2011

Haftalardır güzel bir şeyler yazabilmenin fırsatını kolluyorum. Bir pazar sabahında okunmaya değer bir yazı olsa. Hani şöyle insanın içini açacak bir konu. Ya da, ne bileyim, belki biraz düşünmeye sevkedecek heyecanlı bir mesele.

Yok mu böyle konular? Var tabii. Ama onlara bir türlü sıra gelmiyor ki! Memleketin dertleri bitmiyor. Her hafta hayatımızı yeni bir sıkıntı zaptediyor. Bu haftanın meselesi de Ragıp Zarakolu ve Prof. Dr. Büşra Ersanlı’nın art arda tutuklanmaları oldu.

Prof. Ersanlı’nın tutuklanmasına sebep olarak BDP “siyaset akademisi”nde ders veriyor olması gösterildi. Yasal bir siyasi partinin meşru faaliyetleri çerçevesinde oluşturulmuş kurumda ders vermenin hangi kısmının suç teşkil ettiğini ise henüz anlayamadık.

Tututklu bulunduğu cezaevinden avukatları aracılığıyla bir açıklama yapan Ragıp Zarakolu ise, evini arayan emniyet mensuplarının, bir yayıncının evinde ne varsa onları bulup suç delili olarak onları da zapt altına aldıklarını söylemiş. Makaleler, kitaplar, notlar yani. Bunlar da suç delili olarak kaydedilmiş anlaşılan.

Türkiye Yayıncılar Birliği Yayımlama Özgürlüğü Komitesi Başkanı ve Belge Yayınları sahibi Zarakolu’nun evinden kitap defter çıkmasından daha doğal bir şey olabilir mi?

Niye şaşırıyorsam artık? Sanki bütün hayatım, bütün çocukluğum böyle haberlerle geçmemiş gibi.

Yazıp çizmenin tehlikeli bir şey olarak görüldüğü bir ülkede yaşıyoruz. Bizim ülkemizde, kitap yazmak bir yana, okuyana bile terörist muamelesi yapıldığı olur. Kitap yazanların ise başlarına neler geldiği malum. Bu ülkede yaşayan herkes, ülkenin önde gelen fikir adamlarının, akademisyenlerinin, gazetecilerinin yolunun illa ki hapishanelerden geçtiğini bilir. Kimler kimler yoktur ki bu listede? Neredeyse aklımıza gelen her yazar oraya bir uğramıştır.

Şimdi onların arasına iki kişi daha katıldı. Bu iki tutuklamanın, sadece muhataplarını değil, okuyup yazan, düşünen, öğrenci yetiştiren herkesi sindirmeye yönelik bir teşebbüs olduğunu anlamak çok zor değil.

Zor olan adaletsizliğin sürekliliği. Türkiye’de yaşamak bir mukavemet testi gibi. Dayanıklı olmak gerekiyor. İhtilaller, askeri darbeler, hükümetler gelip geçiyor. Memleketin bunaltıcı siyasi iklimi asla değişmiyor. Bir süre sonra haksızlıklarla hemhal oluyoruz. Derimiz kalınlaşabiliyor, gözlerimizin feri sönüyor, aklımız bulanıyor.

En fenası da bu değil mi? Kanıksamak yani. Korkuyu, endişeyi, sürekli tehdit altında yaşıyor olmayı kanıksamak.

Oysa alışılmaması gereken bir durum bu. Türkiye’nin 173 ülke içerisinde Dünya Basın Özgürlüğü Sıralaması’nda 102. sırada bulunması, ifade özgürlüğüne yönelik müdahalelerin pek de azalmadığını gösteriyor. Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu Sözcüsü Necati Abay’ın yaptığı açıklamaya göre, 1 Kasım 2011 tarihi itibariyle Türkiye cezaevlerinde tutuklu bulunan 12’si imtiyaz sahibi ve yazı işleri müdürü 65 gazeteci ve yazar var.

Gerçek şu ki, bir çok vakada, yazarlar senelerce süren uzun davalara maruz bırakılıyorlar. 2011 senesine gelindiğinde İsmail Beşikçi’nin hala yargılanıyor olması bunun en çarpıcı örneği değil mi? Kanunlar kaldırıyor, yerlerine yenisi konuyor. Hükümetler değişiyor. Hatta anayasanın yeniden düzenlenmesi düşünülüyor. Yine de yazan çizen, düşünen insanların durumu değişmiyor. Beşikçi 41 senedir bu adalet sistemi ile mücadele veriyor.

Bu son iki tutuklamanın da, Zarakolu’nun dediği gibi, yalnızca muhataplarına değil, aynı zamanda sırada bekleyen yazar ve akademisyenlere verilmiş bir gözdağı olduğunu farketmemiz gerekiyor.

Adımımızı denk atmamız söyleniyor bize. Yoksa kutsal devlet kapımıza dikilecek ve bizi de diğerleri gibi kapatıverecek.

Bu korkuya teslim olmamız isteniyor.

Oysa bir ihtimal daha var. O da adalet mi dersiniz?

Sunday, October 30, 2011

Kara Pelerin


BirGün
30 Ekim 2011

Dino Buzzati’nin “Pelerin” adlı öyküsü, uzun süredir cephede savaşan bir askerin bitmek bilmeyen bir bekleyişin ardından eve dönüşünü anlatır.

Asker gelip de evinin kapısını çaldığında, annesi masayı topluyordur. Kapıyı açtığında, kara bir pelerine sarınmış oğlunu karşısında görünce şaşkınlıktan ne yapacağını şaşırır. Oğlan kendini annesinin kollarına bırakır. Biraz solgun, biraz utangaç kendini onun sevincine teslim eder. Kadın telaş içinde ona bir şeyler yedirmeye çalışır. İster ki rahat etsin, ayaklarını uzatsın ve dinlensin. Halbuki oğlu üstündekileri çıkarmaya yanaşmaz. Fazla kalmayacağım, der annesine. Eliyle pencereyi işaret eder. Dışarıda bir aşağı bir yukarı dolaşarak bekleyen siyahlar içinde biri daha vardır.

Buzzati, kapının önünde bekleyenin kimliğini hemen hissettirir bize. Anne ise başında neler olduğunu farkedemez. Oğlu ucundan kan damlayan pelerinine sarınarak çıkıp gittiğinde ardından bakakalır önce. Ama sonra o da, oğlunu yanına katıp götüren bu uğursuz kişinin kim olduğunu anlar.

Bunun üzerine, “yüreğinde, hiç bir şeyin yüzyıllar boyunca bile dolduramayacağı bir boşluk açıldı,” der bize Buzzati.

Garip bir hikayedir bu gerçekten. Buzzati, “dünyanın efendisi” diye tarif ettiği ölümün, bir dilenci gibi kapıda beklemesine göz yumar. Hayatın acıları karşısında ölümün bile eğildiği bir anın hikayesini kurar. Onun gözünde ölüm, acımasız biri değildir. Tam tersine, acıları dindirecek olandır.

Asker de farkındadır bunun aslında. Ölmüştür o artık. Acıları sona ermiştir. Onu üzen tek şey, arkasında bıraktığı insanların halidir. Kendi ölümünden çok annesinin neşesi dokunur ona. Sevgilisinin lafı geçtiğinde irkilir. Kardeşi ile odada yalnız kaldıklarında konuşacak bir şey bulamaz bir türlü.

Ölüm zalim değildir. Tam tersine, ailesine veda edebilmesi için askere son bir şans tanımış, ona karşı sabırlı ve şefkatli davranmıştır.

Zalim olan hayatın kendisidir. Ölüme rağmen devam ettiği için böyledir bu. Kargaşa, acı ve mücadele sona ermemiştir. Bunda saygısızca bir şey vardır.

Etrafımızın ölümlerle çevrildiği bu kötü zamanda, bana Buzzati’nin öyküsünü hatırlatan da bu duygu oldu.

Onlarca genç insanın hayatını kaybettiği çatışmaların etkisini üzerimizden atmaya fırsat kalmadan, Van’daki depremle bir kez daha sarsıldık. Önce ben de herkes gibi sandım ki, bu şerden bir hayır gelecektir. Bu ülkenin insanları, böyle bir felaket karşısında, bütün ayrılıkları unutacak ve birbirine sahip çıkacaktır.

Fakat anlaşıldı ki, kimileri ölüm kadar bile şefkatli değiller. Yaşıyor olmanın hoyratlığıyla, geride kalmış olmanın kibriyle, düşündükçe utanacağımız laflar ettiler. Öyle şeyler işittik ki, hepsini derhal unutmak istedik.

Bu insanları ölümün karşısında bile nefretle ayağa kaldıran nedir? Ölüm bütün ayrılıkların kaybolduğu yerdir halbuki. Şefkati de bundan değil midir? Farklılıkları yok ettiği için müşfiktir ölüm. Hiç ayırmadan hepimizi kucağına kabul ettiği için yücegönüllüdür. Kılığımıza kıyafetimize, hangi sınıftan geldiğimize, ırkımıza, dilimize, inancımıza, hatta yaşımıza bile bakmadan alır bizi. Adildir onun için.

Adaletsiz olan ölüm değil hayattır. Kürtlerle Türkleri öldükten sonra bile yanyana koyamayan zihniyet, tamamen burasıyla ilgili bir şeydir. Varlıklı olanlar depreme dayanıklı evlerinin keyfini sürerken, yoksulları kötü binalarda oturmaya mahkum eden koşullar da öyledir. Ya o apartmanları yaparken malzemeden çalan müteahhitler? Onlar da hayatın meselesidir. Ölümün değil.

Ölüm bütün bunların yanında, görevini kusursuzca yerine getiren titiz bir memur gibidir. Soğukkanlı, vazifeşinas, dikkatli. Ama kalpsiz değil.

Kalpsiz olan bu felaketlerin ardından nefret söylemleriyle ortaya çıkanlar, Van’a yardım yerine taş ve odun yollayanlar, ya da en hafif haliyle “Yardım edelim de utandıralım” diyerek ırkçılığın değişik tonlarında fütursuzca dolaşanlardır.

Buzzati’nin öyküsündeki askerin, kara pelerinli ölümün peşinden kül rengi ufka doğru dörtnala gidişini hayal ediyorum. Nedense bu resim bana çok huzurlu görünüyor.

Ölülerin huzurunu kıskandığımı farkedince irkiliyorum.

Hayat bu derece hoyratlaşmış demek ki!

Tuesday, October 25, 2011

Meçhul Vatandaş


BirGün
23 Ekim 2011

Upuzun bir yazı yazmıştım. ‘Mehmedin Kitabı’ndan alıntılar vardı içinde. Nadire Mater’in harika işlerinden biridir o kitap. Güneydoğu’da savaşmış askerlerin tanıklıkları ile doludur. Bir kere okuyunca unutamazsınız.

O bile kurtaramadı yazdıklarımı. Hepsini sildim. Ne dediysem hep sathi, sahte ve anlamsız göründü. Klişelerle dolu bir sürü laf.

Her gün sürüsüyle yazılıyor böylesi.

Herkes gibi ben de kötü bir hafta geçirdim. Hakkari’de öldürülen 24 çocuğun hayaleti ile birlikte.

Peşimde onlarla caddelerde yürüdüm, parklardan geçtim. Her zaman gittiğim lokantaya uğrayıp tavuk çorbası içtim. Onlar gazetelerden, televizyon görüntülerinden bana bakarken boğazımdan geçmedi. Akşam pantolonumu sandalyenin üzerine asıp pabuçlarımı yatağın ucuna bıraktığımda hala oradaydılar. Aklımda onların hikayeleri ile yatağa girip yorganı üzerime çektim.

Evine dönemeyen bir sürü çocuk. Hepimizin başucunda uykumuzu bekleyen 24 ölü çocuk.

Bununla beraber yaşayabilecek miyiz?

Dışarıdan gelen sesleri dinledim bütün hafta. Sloganlar, lanetlemeler, bağırış sesleri. Sabahları arabalarına atlayıp korna çalarak sokakları dolaşan protestocuların arasından geçip derse gittim.

Vatandaştılar. Öfkeliydiler. Daha çok savaş istiyorlardı.

Oysa ölenler onların çocuklarıydı.

Sınıfa girdiğimde, etrafımdaki genç yüzlere bir bir baktım. Hakkari’de öldürülen askerlerle aynı yaşta oldukları geldi aklıma. Eve döndüklerinde onları karşılayan kardeşlerini, hastalandıklarında sırtlarına havlu ısıtıp koyan annelerini, akşam dışarı çıkacakları vakit ‘Harçlığın var mı?’ diye soran babalarını düşündüm.

Sokakta korna çalanlar belki de onlardı.

Mailleri, mesajları, insanların beğenip birbirlerine yolladıkları yazıları okudum. Hepsi kendinden emindi. Çoğu daha fazla kan istiyordu. Bazıları çıkıp intikam alacağız, diyordu.

Halbuki bunlar bir zamanlar barıştan söz eden insanlardı. Birbirine barış çiçekleri böcekleri yollayanlar, güvercinler falan gönderenlerdi. Aralarında arkadaşlarım vardı. Tanıdığım insanlar. Tanıdığımı sandıklarım. Çiçek çocuğu şarkıları söyleyenler vardı. Yurtta sulh, cihanda sulh, diyenler vardı.

Barış zamanı barıştan söz etmek kolaydı tabii. Zor olan savaş zamanında barış istemekti. Bu da arabaya atlayıp kornaya basmaya benzemezdi. Profil resmini değiştirip kan damlayan silah fotoğrafı koymaya benzemezdi.

Savaş zamanı barış istemek, yatağın başucuda bekleyen hayaletlerin yüzüne bakmaya cesaret etmek demekti.

Bunu düşününce aklıma Auden’ın bir şiiri geldi:

“Modern birinin ihtiyacı olan her şeye sahipti aslında,
Bir gramofon, bir radyo, bir buzdolabı, bir de araba,
Kamuoyu araştırmalarına göre her zaman makul bir adamdı,
Barış varken barıştan yana oldu; savaş zamanı, gidip savaştı.”

Şiirin adı “Meçhul Vatandaş”tı.

Monday, October 17, 2011

Orta Sahanlıkta Karakter Tahlili


BirGün
16 Ekim 2011


Ne yalan söyleyeyim, okulla beraber hayatıma neşe geliyor. Bu kadar uzun bir aradan sonra derslere yeniden başlayınca keyfim yerine geldi.

Derslerden birinde edebi metinleri incelerken kullanabileceğimiz araçlardan söz ediyorum. Bu tür mevzulara genelde “Karakter nedir?” sorusuna cevap arayarak girilir. Ben de öyle yaptım. Değişik roman ve öykü kişilerinden örnekler vererek bir karakteri nasıl derinlikli bir şekilde kavrayabileceğimizi anlatmaya çalıştım.

Ders eğlenceli geçti. En azından benim için. Yeni bir sınıfla karşılaşmak her zaman heyecanlı bir şeydir. Fakat Raskolnikov’dan, Anna Karenina’dan, Çehov öykülerindeki kişilerden falan bahsederken, nasıl oldu da birden Örümcek Adam’a karakter analizi yapmaya başladık, orasını anlayamadım. Dersin sonunda Örümcek Adam 3’den örnek veren çocukla, Batman’in bir karton karakter olmadığı konusunda ısrarcı olan başka bir öğrenci uzunca bir tartışmaya giriştiler. Benim dışımda herkes konuya hakim gibi görünüyordu. Kendimi çok yalnız hissettim.

Daha çok film seyretmeliyim. Bu Batman’lerle Örümcek Adam’lardan toplam kaç tane var acaba?

Neyse, işin esas eğlenceli tarafı biraz eşeleyince ortaya çıktı. Öğrencilerin bir kısmı, öykü denen şeyi hızlıca akan ve biraz da entrika barındıran olaylar bütününden ibaret görüyor ve karakter derinliğini tamamen gereksiz buluyordu. Onlara göre, hikayenin kahramanı diye biri olurdu, o da kahraman biri olurdu. İşte o kadardı.

Her sene işim biraz daha zorlaşıyor. Ama ben kolay yılacak biri değilim. Hele böyle bir meselede. Önce biraz afalladım gerçi. Fakat kendimi hemen toparladım ve aralarından birine, her gün otobüste karşılaştığı kişilerin nasıl insanlar olduklarını merak edip etmediğini sordum. Önce ne gerek var ki, der gibi baktı. Sonra yüzüne bakınca anlaşılır, diye kestirip attı.

Oysa karakter tahlili, otobüste kendine yer bulmak isteyen biri için bulunmaz bir araçtır. Çok da incelikli bir iştir üstelik. Birinin yüzüne bakıp geçmekle işin içinden çıkamazsınız. Otobüsün tümüne hakim olabileceğiniz bir yerde, tercihan orta sahanlıkta, bir köşeye çekilip uzun uzun etrafı incelemeniz gerekir.

Bazıları sportif ve enerjiktir. Herkesten önce koşup otobüste yer kaparlar. Bazıları da uyanık ve hoyrattır. Arkada olsalar bile öne geçmenin bir yolunu bulurlar. Benim gibi yavaş ve dalgın biriyseniz, hayatta kalmak için karakter tahlilinden başka hiç bir şansınız yoktur. Yoksa hep ayakta seyahat edersiniz. Belediye otobüslerinde ayakta gitmekse çok üstün atletik beceriler gerektirir.

Siz de otobüsün diğer sakinlerini göz hapsine alır, ufak tefek ipuçlarını değerlendirerek bir sonuca varmaya çalışırsınız. Neden? Çünkü kimin önce kalkacağını, hangi koltuğun daha evvel boşalacağını anlamaya çalışıyorsunuz. Buna göre o koltuğa yakın bir yere konuşlanacak ve sizden çok daha hızlı ve çevik olan rakiplerinize karşı avantaj kazanacaksınız.

Yüzüne bakıp anlarmışız. Yok öyle yağma! Keşke hayat o kadar basit olsaydı. Evet doğru, bazısı ineceği durağa yaklaşınca kapıya doğru bakmaya başlar. Hatta kimileri bütün bedenleri ile kalkacaklarının işaretini verirler. Torba hışırdatanlar, çanta kucaklayanlar, boyunlarını birer kaz gibi pencereye doğru uzatıp hangi durakta ineceklerini kestirmeye çalışanlar. Bunlar çocuk oyuncağıdır. Ama hepsi böyle olmaz ki!

Geçen gün 559C'de bir sabah yolculuğu yaptım, bütün otobüs poker suratlılarla doluydu. Hiç bir yüzde tek bir umut ışığı yoktu. Herkes son durak yolcusu gibi görünüyordu. Muhtemelen bir çoğu öyleydi. Ama işte ustalık tam da bu noktada başlar. Biri mutlaka Beşiktaş’ta inecektir. Hadi bilemediniz Levent’te. Fakat Beşiktaş’ta inecek olanla Levent’te inecek olan bir olur mu hiç? Tam bu noktada, başka detaylar devreye girer. Kılık kıyafet, topuğu yenmiş pabuç, yarım yamalak yapılmış makyaj, elde evirilip çevrilen cep telefonu ya da belki kitap, hatta kemirilmiş tırnaklar ile dana yalamış gibi taranmış saçlar bile birer ipucu olabilir.

Göz hapsine aldığınız kişi, plazalara kadar gidecek bir ofis insanı mıdır, Beşiktaş’ta inecek bir memur mudur, yoksa son durağa kadar devam edecek bir öğrenci midir?

Orta sahanlıkta karakter tahlili yapmadan bunu bilemezsiniz. Bunu bilemezseniz de hep ayakta kalırsınız. Otobüste ve hayatta.

Sunday, October 09, 2011

Bir atmosfer yaratmak


BirGün
9 Ekim 2011

Rus hikayeci ve oyun yazarı Anton Çehov, ‘Doktor’ adlı kısa öyküsüne derin bir sessizlik içinde duyulan bir sinek vızıltısını anlatarak başlar. Taşrada yoksul bir evin yatak odasıdır burası. Yatakta bir çocuk ateşler içinde yatmaktadır. Annesi oğlunun başında sessiz sessiz gözyaşı döker. Doktor ise pencereden dışarı bakarken, umutsuz bir şekilde cama çarpıp duran sineği görür. Onunla birlikte biz de sineğin yeniden ve yeniden cama vuruşunu izleriz.

Bu küçücük sahne ilk anda gereksiz gibi görünebilir. Ama bütün öyküyü anlamamızı sağlayacak detay budur aslında. Öykü açıldıkça, yatakta ölmekte olan çocuğun kendi oğlu olduğundan şüphelenen ama bundan bir türlü emin olamayan doktorun kısılmışlığını fark ederiz. Odadan koşarak çıkmak istediğine hiç şüphe yoktur. Ama bu şüphe onu ömrü boyunca kovalayacak, o küçük ve bunaltıcı odada yaşananlardan hiçbir zaman kaçamayacaktır. Bu açıdan, kafasını umutsuzca cama vuran o sinekten hiçbir farkı yoktur aslında.

Bir öykünün atmosferi işte böyle kurulur.

Çehov bu meselenin feriştahıdır. Atmosfer yaratmakta üzerine yoktur. Bu becerisiyle hayranlık uyandırır insanda. Alıştığınızı, anladığınızı zannedersiniz ama sonra önünüze öyle bir sahne ile çıkar ki, her seferinde bir kez daha şaşırır kalırsınız.

İyi hikayecilerin hepsi bu hassayı taşırlar. Çünkü sonsuz zamanları, sonsuz mekanları yoktur. Hepsi sınırlı bir alan içinde tek bir hikaye anlatıyor olduklarının farkındadırlar. Hiçbir fazlalık hoşgörülemez. Bunu bilirler. Onun içindir ki, laf söylemek konusunda biraz cimrice davranırlar. Ama bize anlatmadıkları şeyler, en az anlattıkları kadar önemlidir. Onları bulup çıkarmak da okuyucunun işidir.

Çehov’dan devraldığı mirası layıkıyla taşıyan yönetmen Nuri Bilge Ceylan da, bu anlamda hikayeciliğinin doruğuna ulaşmış. “Bir Zamanlar Anadolu’da”yı çekerken kullandığı sinema diline aşinayız elbette. Bunu daha önceki filmlerinde de gördük. Ama kendi adıma konuşmam gerekirse, onu bu kadar mahirce kullandığına ilk kez tanık oluyorum. Öyle ki, her bir detay incelikle düşünülmüş planlanmış: yalnızca imgeler değil kişiler, diyaloglar, hatta sessizlikler bile atmosferi oluşturacak (ya da güçlendirecek) şekilde düzenlenmiş.

Hıncal Uluç’un “kesin atın, kimse fark etmez” diyerek veryansın ettiği yuvarlanan elma sahnesine dair Ali Arıkan “Gökten Bir Elma Düştü” başlığı altında harika bir cevap yazmış. O sahnenin nasıl filmin bütününe ışık tuttuğunu gayet güzel anlatıyor. Onun için bu ayrıntıya burada bir daha değinmeye gerek görmüyorum.

Fakat en az onun kadar önemli ve onun kadar uzun bir başka sahneden söz etmek isterim. Filmin ortalarına doğru bir yerde, Komiser Naci (Yılmaz Erdoğan), Savcı Nusret (Taner Birsel) ve Doktor Cemal (Muhammet Uzuner), bir cesedin nereye gömüldüğünü bulmaya çalışırken, bir ara umutsuzluğa kapılıp yanlarındaki cinayet zanlılarıyla birlikte bir köyde mola veriyorlar. Hepsi yorgun, aç ve uykusuz. Yemekten sonra kalkacakları anı beklerlerken, üzerine gecenin karanlığı çökmüş bu adamların tepesinde bir ışık beliriyor. Bir süre sonra anlıyoruz ki, bu ışık onlara çay getirmek için gelen muhtarın kızıdır.

Nuri Bilge Ceylan, katilinden savcısına bütün karakterlerin bu meleksi kızın elinden çay alırkenki ifadelerini gösteriyor bize. Uzun yakın planlar bunların hepsi. Pırıl pırıl parlayan idare lambasının ışığında gördüğümüz yüzlerde ayrı birer hikaye okuyoruz. Bu gencecik kız filmdeki aydınlık tek şey, onu anlıyoruz. Her biri değişik mutsuzluklarla boğuşan bu adamlara çay değil umut dağıtıyor sanki. Oysa umut etmeyi çoktan bırakmış onlar. Bu kız unuttukları şeyleri hatırlatıyor. Hatırlamak da can acıtıyor.

Hani bir şiir okurken herkes başka bir şey düşünür ya? Kimi geride bıraktığı sevgilisini, kimi toprağa verdiği bir yakınını, kimi işlediği günahları, kimi ise işlemediklerini. Bu sahne de işte öyle bir şiir gibi açıyor bütün karakterlerin ruhunu, en derin yerlerine dokunup en saklı şeyleri çıkarıyor. Hem de neredeyse hiçbir şey söylemeden yapıyor bunu.

İnsan hayatta böyle tek bir sahne çekse, huzur içinde ölebilir bence. Uzunmuş kısaymış, kimin umrunda!

“Bir Zamanlar Anadolu’da,”gerek hikayesi gerekse bu hikayenin aktarılış biçimi açısından sinemamızın mihenk taşı olacak filmlerden biri. Sinemayı görsel edebiyat olarak algılayanlardan olduğum için, bu filmin Türk edebiyatının da tarihi anlarından birine işaret ettiğini düşünüyorum.

Sunday, October 02, 2011

İstanbul


BirGün
2 Ekim 2011

İstanbul’a gelince bir senedir özlemini çektiğim rahatlığa kavuşacağımı sanmıştım. Memleketten uzaktayken beni ele geçiren tedirginlik hali sona erecekti. Bunun üzerine ben de eve dönmüş olmanın gevşekliği ile kendimi bırakacak, yakama yapışan yabancılık hissinden kurtulacak ve dünyaya karışacaktım. Bir zamandır bu an gelsin diye bekleyip duruyorum. Nafile.

Onun yerine sık sık şu hikayeyi düşünür oldum: Raoul ve Marguerite maskeli baloda buluşmak üzere sözleşirler. Sonunda gizli bir köşede ikisi de heyecanla maskelerini sıyırdıklarında, birer şaşkınlık çığlığı atarlar: Raoul partnerinin Marguerite olmadığını farkettiği için, Marguerite ise karşısındakinin Raoul olmadığını anladığından.

Fransız mizah yazarı Alphonse Allais’nin maskeli balo paradoksu, birbirinin karşısına yerleştirilmiş iki görüntünün yaratacağı sonsuz döngü üzerine kurulmuştur. Bir şeyin görüntü olduğunu bilebilmemiz için karşısında gerçeğin duruyor olması gerekir. Yoksa referans noktamızı kaybederiz.

Ben de bu hikayedeki gibi referans noktamı kaybetmişim galiba. Bu şehirde hatırladığım teklifsizliği yaşayamıyorum. Ne ben aynı insan olarak geri dönmüşüm, ne de İstanbul yerinde durmuş sanki. Eski sevgilisi ile karşılaşıp onda aradığını bulamayan ve kendisi de karşıdakinin eski sevgilisi haline geldiği için iki kat yabancılaşmış birine benziyorum.

Tanıdık bir şeyler arayarak yollarda yürüyorum. Duraklar kaldırılmış, geçitler açılmış, yeni gökdelenler inşa ediliyor. Kaldırım taşları? Değişmiş tabii. Bunu bekliyordum. Bu şehirde her altı ayda bir kaldırım taşı yenilemek adettendir. Dükkanlar ya taşınmış ya da kapanmış. Şurada küçük bir kahve vardı? Kahvaltı falan da veriyordu? Artık yok. İstiklal’de Emek Sineması vardı? O da artık yok. Demirören adlı alışveriş merkezi var ama. O beni tanımaz, ben onu hiç tanımam. Önünden hızlıca yürüyüp geçiyorum.

Beşiktaş büyük bir şantiye gibi. Geçen gün Alkım Kitabevi’nin tepesinden baktım, tanıyamadım. Koca koca iş makinaları habire kazıp duruyor. Oraya da bir alışveriş merkezi mi yapıyorlar acaba? Ya Taksim’de Park Otel’in olduğu yere? Tamam, oradaki kazulet gibi binayı seviyor değildim. Ama şimdiki durum da pek parlak görünmüyor. Bu kadar hararetli çalışmanın altından süslü sütunlarıyla Yunan tapınağı tadında bir başka alışveriş merkezi çıkarsa hiç şaşırmam.

Bir şehir bir senede bu kadar değişir mi? Belki. Fakat ben de huysuzlaştım belli ki. Sevgilisinin Raoul olmadığını farkeden ama kendisi de artık Marguerite olmayan o kadın gibiyim.

İstanbul da beni tanımakta zorlanıyordur, eminim. Nerede İstiklal Caddesi kalabalığından kıvrak vücut çalımlarıyla bir Salsacı edasıyla sıyrılan o kadın? Nerede şimdiki beceriksiz sersem? Ağır bir operasyon geçirmiş biri gibi yavaş hareket ettiğimi farkedince kendim de şaşırıyorum. Üstelik tereddütlerle doluyum.

Bu şehirde yaşayan herkes gayet iyi bilir ki, tereddütten fenası yoktur. Hemen karar verip harekete geçmezseniz hayatta kalamazsınız. Bense Akbil’imi hangi ekrana okutacağımdan bile emin değilim. Neresi rast gelirse oraya doğru tutuyorum. Bazen işe yaradığı oluyor. Otobüse binmek, karşıdan karşıya geçmek, vapurda istediğim koltuğa doğru ilerlemek, bunların hepsi birer macera artık. Sırada beklemek ise bayağı bir mesele. Hani hiç bir şeyi umursamıyormuş gibi görünür ama bedeninizi küçük adımlarla sürekli ileri doğru itersiniz ya? Hepsini unutmuşum.

Oysa hep sanırdım ki, burada hepimiz bu becerilerle doğmuşuzdur. Daha dünyaya gelmeden böyle bir eğitime tabi tutulduğumuzu ve kimi kitaplardan sınava çekildiğimizi hayal ederdim: Karşıdan Karşıya Nasıl Geçerim: Umutsuzluğu Yenmenin 5 Yolu, Zarifçe Kaynak Yapma Rehberi, Doğru Koltuğun Yanında Dikilme Sanatı: Psikolojik bir İnceleme, Yeni Başlayanlar için Otobüs Sörfü - Belediye Yayınları Beden Eğitimi Serisi.

Artık bunların çoğuna yabancıyım. Vücudum hamlaşmış, reflekslerim yavaşlamış, hedefe kitlenmekte zorlanıyorum. Belli ki her şeyi en baştan öğrenmem gerekiyor.

Hepsi eve dönebilmek için. Hepsi İstanbul beni tanısın, yeniden hatırlasın diye.

Tuesday, September 27, 2011

Üç Damla Kan



BirGün
27 Eylül 2011

Türkiye’ye döner dönmez derin bir “Oh!” çektiğimi söylemeliyim. Bunu hemen aynı şiddette bir “Ah!”ın izlediğini eklememe gerek var mı, bilmiyorum. Geldiğimiz günden beri gazetelerde saldırı ve patlama haberlerinden geçilmiyor. Ülkeye geri dönmenin sevinci kursağımızda kaldı. Gencecik insanların ölüm haberleri omuzlarımıza çöktü, bizi ağırlaştırdı.

En son, Kızılay’daki saldırıda hayatını kaybeden 22 yaşındaki Mustafa Bingöl’ün hikayesini okudum, içim buruldu. Önceki gün toprağa verilen Mustafa’nın babası Avusturya’da işçi olarak çalışan bir gurbetçiymiş. Baba Emir Bingöl, oğlunu bu ay içinde nişanlamayı planladıklarını anlatmış gazetecilere. Sonra demiş ki: “Bende gene başka çocuklar vardır, sarılıp Mustafa’nın acısını az çok dindirebilirim, ama tek bir evladı olan ve askerde ölen çocuğunun, bütün hayatı boyunca, elbisesini duvara asıp bu acıyla yaşayan ana-babaları düşünsünler ve bir an önce bu ciğerlerimize düşen koru söndürsünler...”

Mustafa Bingöl son bir iki haftada kaybettiğimiz gencecik insanlardan yalnızca biri. Belli ki artık tansiyon yükseliyor. Belli ki bu gerilimin önü alınmazsa daha fazla kan, daha fazla savaş, daha fazla kayıp olacak. Daha fazla asker ve belki de siviller ölecek. Oysa bu ülke barış istiyor. Bu ülke artık ölümlerin bitmesini istiyor.

O zaman siyasi çözüme çok ihtiyacımız olan bu anda, neden daha barışçıl bir politika izlemiyoruz? Bu ülkeyi korumak için mi? Bu ülke dediğimiz nedir ki? Mustafalar değil mi? Onları kim koruyacak? Mustafa’nın abisi Cem Bingöl’ün dediği gibi: “Biz Mustafa’nın ülkesini koruyoruz diyenler, ne bırakıyorlar Mustafa’ya, ne düşüyor payına? Bu acılar şu anda lokaldir ama insanlar bu acıyı kendi yüreğinde yaşamaz, beraber yaşamazsa yarın öbür gün öyle sıradanlaşacak ki, her birimiz bir yerlerde öleceğiz ama bir anlamı olmayacak.”

Ne garip! Döndüğümden beri size yazabileceğim anı bekledim. Yazarken bu kadar zorlanacağım, oturup bunları anlatacağım hiç aklıma gelmemişti. Sandım ki, bilgisayarın başına oturur oturmaz güzel şeyler yazacağım. Memlekete geri dönmüş olmanın hevesiyle. Yeniden yazabiliyor olmanın mutluluğuyla. Gülünç bir şey bile anlatabilirdim belki. İstanbul’daki şaşkınlığımı, ilk bir kaç gün karşıdan karşıya geçmeyi beceremediğimi, kalabalık caddelerde nasıl yüründüğünü unuttuğumu yazabilirdim mesela. Ya da umutlu bir yazı olurdu. Eve dönmeden önce uğrayıp baktığım Meksika’dan bahsederdim. Chiapas’daki yoksul çocukların neşesinden dem vurur ve başka türlü bir dünyanın mümkün olduğundan söz ederdim. Olmadı.

Geçenlerde İranlı yazar Sadık Hidayet’in bir öyküsü okudum. Hikayenin akıl hastanesindeki anlatıcısı şöyle başlıyor: “Bütün bir sene boyunca bana kalem kağıt versinler diye yalvardım onlara. Sandım ki, kağıtla kalemi elime alır almaz hiç durmadan yazacağım… Sonra dün, daha ben ağzımı bile açmamışken, bir kalem ve bir kaç kağıt getirip önüme koydular—o kadar hasretle beklediğim, onca özlediğim an sonunda gelmişti işte! Ama neye yarar? Dünden beri ne yazsam diye düşünüyorum. Aklıma hiç bir şey gelmiyor. Sanki birisi elimi tutuyormuş ya da bileğim uyuşmuş gibi hissediyorum. Sonra yazdıklarımı inceliyorum. Karaladığım okunaksız satırlar arasında şu ifade gözüme çarpıyor: ‘üç damla kan.’ ”

Hidayet’in anlatılarında genellikle olduğu gibi, bu öyküde de tekrarlar ve döngüler vardı. Anlatıcı dünya ile bağını ve akıl sağlığını gitgide kaybederken, “üç damla kan,” her dönemeçte yeniden karşısına çıkar. Eline ne zaman kalem kağıt alsa bunu yazmasına şaşmamamız gerektiğini anlarız. Bu kan lekesi, anlatıcı gibi okuyucuya da musallat olur çünkü. Bir süre sonra bundan kurtulamayacağımızı farkederiz. Aslında bildiğimiz tek şey, onun bir mazlumun kanı olduğudur. Ama bir mazlumun kanı bütün insanlığın elini kirletmeye yeter de artar bile.

“Üç Damla Kan” (Se katre hūn) bir siyasi alegoriden çok, insanlık durumunun öyküsü. Ama öykünün merkezinde duran sembolü düşününce, anlatıcının bir türlü kurtulamadığı tımarhanenin hepimize tanıdık geleceğini düşünmekten kendimi alamıyorum. Türkiye’de de nereye baksak “üç damla kan” değil mi sanki?

Ölümler arttıkça başka bir şey göremez, başka bir şey yazamaz olacağız. Bütün güzellikler ve iyilikler rengini kaybedip solacak. Ne zaman onları düşünsek, gencecik ölülerin gazete sayfalarındaki ince uzun yüzleri gelecek gözümüzün önüne.

Kanı durdurmak zorundayız. Yoksa kendisinden başka her şeyi okunaksız kılacak.

Dönüş Yolu



BirGün
14 Ağustos 2011

Erich Maria Remarque’ın en iyi bilinen eseri, Birinci Dünya Savaşı’nda çarpışan bir tabur askerin hikayesini anlattığı “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” adlı romandır.

Bunun devam kitabı olan “Dönüş Yolu” ise, başka bir grup askerin savaşın bitiminde eve dönüşünü konu alır.

Okuyalı çok zaman oldu ama bu ikinci romanın ilkinden daha güçlü olduğunu düşündüğümü hatırlıyorum. Hem de çok alçakgönüllü bir tonda yazılmış olmasına rağmen. Hikaye basittir aslında: savaş boyunca bir hendeğin içinde çamur ve kana bulanmış bir şekilde çarpışan askerlerden hayatta kalanlar, topluma yeniden ayak uydurmaya, bıraktıkları yerden oyuna geri dönmeye çalışırlar. Roman ilerledikçe anlarız ki, bu onlar için savaşmaktan bile daha zor olacaktır.

‘Dönüş Yolu’nda Remarque şunu der gibidir: yolculuğun kendisi ne kadar eziyetli olursa olsun, aslında zor olan eve dönmektir.

Benzetmeyi mazur görürseniz, ben de Batı’da geçirdiğim senenin bir tür mücadele olduğunu söyleyeceğim. Bir dünya savaşı kadar sarsıcı değil belki. Daha çok düşük yoğunluklu “iç” çatışma. Adına ne derseniz deyin, bu seneyi Remarque’ın romanındaki askerler gibi hendekte bekleyerek geçirdim. Neyi beklediğimi bilmeden ama tetikte durarak geride bıraktığım koca bir sene. Daha önce de yazmıştım. Batı’da olmanın benim için özeti bu: sonu gelmeyen bir tedirginlik hali.

Artık eve dönme zamanı gelmişken, size söyleyecek farklı bir şeyim olsun isterdim. Şahsi tecrübemi benzersiz kılan bir şey. Ama galiba herkesin başına ne geliyorsa, bana da o oldu. Batı Cephesi’nde yeni bir şey yok.

Her Doğulu gibi ben de kendi uyum sıkıntılarımı yaşadım. Kısa bir süre Batılı olabileceğim hayaliyle oyalandım. Azcık taklit ettim, azcık kanıksadım. Herkes gibi özlediğim Türk yemeklerini pişirmeye çalıştım. Kimi zaman dertlendim, bolca şikayet ettim. Bu arada bir iki şey de öğrendim. Hendekte beklemenin de ilginç yanları olabileceğini mesela. Ya da bir şeyin altından kalkamıyorsam yardım istemeyi. Bunu öğrenmek için buralara (ve bu yaşa) kadar gelmem saçma olsa da. Bir de lahana dolması yapmadan önce yaprakları biraz haşlamak gerektiğini öğrendim – ki bu da az buz bir bilgi değildi.

Dönüş yoluna koyulmadan evvel fark ettim ki, bu iş sandığım kadar kolay olmayacak. Bir defa bıraktıklarını koyduğu gibi bulamayacağını anlıyor insan. Bir şeyi seçince başka şeyleri seçmemiş oluyorsun. Seçmediklerin kendi yoluna gidiyor. Geri dönüp onları yeniden tutmak istediğinde bir de bakıyorsun ki, bambaşka bir şey olmuşlar.

Onun için geriye dönmek diye bir şey yok aslında. Her şey aynı kalmış olsa bile, ben bir kere gitmeye cesaret ettim ya? Bundan sonra dünya bana hep hafifçe yerinden oynamış gibi görünecek. Tanıdık ama değişik. Oysa ben her şey aynı kalsın diye ne kadar uğraşmıştım.

Acayip bir kuş var burada. Saniyede neredeyse yüz kere kanat çırpabiliyor. İngilizce “hummingbird” diyorlar. Ben arıkuşu sanıyordum. Meğer bizdeki ismi kolibri imiş. Kolibri küçücük telaşlı bir kuş. Fakat marifeti hızlı uçmakta değil aslında. O kadar enerjiyi genellikte havada tek bir noktada durabilmek için sarf ediyor. Hiçbir şey yokmuş gibi yapabilmek için yani. Rüzgar yokmuş gibi. Yerçekimi yokmuş gibi. Sanki her şey yolundaymış gibi.

Kaliforniya’daki bu seneyi kolibrileri seyrederek geçirdim. Onlar gibiyim diye düşündüm bazen. Bütün gücümü dengemi korumaya harcıyorum. Belki de gerekli değil bu. Ama başka türlüsünü bilmiyorum.

Bunun da iyi bir yanı olabilir gerçi. Ben de kolibriler gibi geriye doğru uçabiliyorumdur mesela. Dönüşe geçmek için her şeye arkamı dönmem gerekmiyordur. Bir gözüm orada bir gözüm burada, geri vitese takıp gidebiliyorumdur belki.

Başka kuşlar yapamaz bunu. Bazı insanlar da.

Not. Bu yazıyla beraber artık dönüş yoluna geçiyorum. Bu da sizden bir süre ayrı kalacağım anlamına geliyor. Not Defteri’ne birkaç hafta ara vereceğim. Yakında yine burada buluşmak üzere.

Sunday, August 07, 2011

Çakal Okuyucular

BirGün
7 Ağustos 2011

Aslan ve kurt okuyuculara dair daha önce yazmıştım. Bu çok başlardaydı. Daha birbirimizi pek tanımıyorduk. Ben çaylak bir yazardım. Sizse güngörmüş tecrübeli okuyuculardınız. Oysa şimdi mesafe kaydettik. Düşündüm ki, belki zor mevzulara girebiliriz artık. Mesela çakal okuyuculardan bahsedebiliriz.

Uzaktan çok farklı görünseler de şüpheci kurtlarla açgözlü aslanların ortak bir yanı vardır: ikisi de tadını çıkararak kitap okurlar. Hikayenin sürükleyip götürdüğü zamanlar dışında pek aceleci oldukları da söylenemez. Çakal okuyucular ise diğerlerinden işte burada ayrılır. Okudukları metnin ne olduğuna pek aldırmazlar. Onlar tamamen faydacıdır. En kısa yoldan netice almak isterler. İlkokulda okuma yarışmasını kazananlar, hızlandırılmış okuma kurslarına yazılanlar, uykuda dil öğrenme programlarına katılanlar hep onların arasından çıkar. Öyle uyanıktırlar.

Çakallar bir metni okurken önce şunu düşünürler: en fazla şeyi en kısa sürede nasıl öğrenebilirim? Bu tür okuyucu için her kitap bir telefon rehberi sayılır. Eline ne verirseniz verin, bir isimler kataloğu ya da ilişkiler envanteri niyetiyle bakacak ve öyle okuyacaktır.

Agatha Christie polisiyelerinin girişinde romandaki kişilerin sıralandığı bir bölüm olurdu hani? Çakal okuyucuların seveceği şeylerden biridir bu mesela. Metni nasıl okuyacağına dair bir rehberdir çünkü. Kapağı çevirince karşınıza şöyle bir şey çıkar: “Böğürtlenli Kekin Esrarı,” Yazan: Agatha Christie, Romanda Adı Geçen Önemli Kişiler: Körk Nikols (Adadaki büyük evin sahibi), Lusi Oven (Genç ve güzel bir öğretmen), Maykıl Barley (Emekli bir yargıç), Doktor Armstrong (Çok yakışıklı, orta yaşlı bir adam: Lusi’ye ilgisi olduğu bilinmektedir), Toni Spitter (Uzun boylu, genç bir serüvenci: Lusi’nin çocukluk arkadaşı), Emma Kurtis (Altmışbeş yaşında bir ihtiyar kız), Uşak Rogers (Konukları odada karşılayan adam), Bayan Rogers (Uşağın karısı), Herkül Puarot (Meşhur Belçikalı Detektif).

Bir çakal buna bayılır. Çünkü daha bu girişten adadaki büyük evde oturan Bay Nikols’un mevta olacağını kestirebilir. Polisiyelerde mal mülk edinmek iyi bir fikir değildir nitekim. Ayrıca doktorla uzun boylu serüvenci arkadaş da Lusi yüzünden kitabın ortalarında bir yerde muhakkak kapışacaktır. Kızkurusu Emma ise, onların dedikodusunu yapmaktan vakti kalırsa, brandileri birbiri ardına yuvarlayan yargıçla azcık kırıştırmanın yollarını arayacaktır. Katil elbette uşaktır. Uzun süre konuk karşılamanın insanı katil edebileceğini herkes bilir.

Çakal okuyucudan bunlar hiç kaçmaz. Sadece bunlar mı? Haritalar, grafikler, aile ağaçları. Hepsine bayılacaktır. Her biri birer anahtar sunar çünkü. Çakallar da, aslanlarla kurtlardan farklı olarak kapının kendisinden çok anahtarla ilgilenirler. Bütün çakal okuyucular üç aşağı beş yukarı aynı ruh haliyle okur. Belli sözcükleri aradıkları için metni tarayarak ilerleyen “avcı-toplayıcılar,” soldan sağa gitmek yerine çapraz okuma yaparak zaman kazanmaya çalışan “yengeçler,” paragrafların ilk ve son cümlelere bakıp gerisini atarak okuyan “süpürgeciler” ve diğerleri. Bunlar karşılaştıkları her kitabı aşılması gereken bir engel gibi görürler. Kitabın bir roman mı, bir şiir kitabı mı olduğu önemsizleşir bir zaman sonra. Mühim olan onu bir an evvel okuyup kenara koymaktır.

Akademik bir metin okuyorsanız ya da işinize yarayabilecek ansiklopedik bir bilgiyi arıyorsanız hoş görülebilecek bu yöntemlerin yanı sıra, bir de okurlar aleminde “yasadışı” sayılabilecek başka yollar vardır ki, esas çakallar bunlara başvuranlar arasından çıkar. Bir kitabın önsözünü okumanın yeterli olduğunu düşünenlerden tutun da, yalnızca özetine bakıp ahkâm kesenler, ya da bir iki eleştiriye göz atıp idare edenlere kadar kimi öğrenciler bu gruba girer. Ancak, okumaları gereken metinleri başkalarına okutup anlattıranların kalbimde apayrı bir yeri vardır. Olayı bambaşka bir boyuta taşımışlardır çünkü.

Hepsi içinde en yaratıcı olanlar onlardır. Ellerine iki satır olay örgüsü verin, onu allayıp pullayarak sayfalar doldurabilirler. Çakallıkta son nokta budur. Bütün son noktalar gibi bu da bir sınıra işaret eder. Burası artık okuyucunun yazara dönüştüğü yerdir. Onun içindir ki, bu gruba “yazıcılar” ya da, sözlü edebiyat geleneğinden beslendikleri gerçeğini göz önünde bulundurarak, “masalcılar” diyoruz.

Masalcılar çok eğlenceli hikayedir. Onları böyle bir iki satırla harcamak haksızlık olur. Onun için isterseniz başka bir yazıya bırakalım.

Sunday, July 31, 2011

Kıskançlık


31 Temmuz 2011
BirGün


Kıskançlık sinsi bir hayvan gibidir. İnsanın karnında bir yerde saklanır. Muhtemelen bağırsak kıvrımlarından birinde. Orada olduğu aklınıza bile gelmez. Ta ki bir gün kafasını kaldırıp tırnaklarını birer diken gibi böğrünüze geçirene kadar.

O an geldiğinde, içinizde küçük bir el bombası patlamış gibi olur. Piminin ne zaman çekildiğini fark etmediniz. Üzülmeyin. Hep böyledir bu. Anlamazsınız. Önce acıdan gözleriniz kararır. Oysa daha bir iki dakika önce gülüyordunuz. Bir çocuk gibi kaygısızdınız belki. Ama işte artık çok geç. Şimdi dünyanın bütünlüğü bozuldu. Görüntüler paramparça oldu. Artık anların sürekliliği yok. Bundan sonra hiçbir şeye güvenemezsiniz.

“Yeni Roman” anlayışının öncülerinden biri olan Alain Robbe-Grillet’nin romanı “Kıskançlık” (La Jalousie) böyle bir kırılmayı anlatır. Roman, karısının kendisini aldattığından şüphelenen bir adamın ağzından yazılmıştır. Zihninin yansımalarından kurtulup nesneleri (ve dolayısıyla da olayları) “gerçekten oldukları gibi” görmek isteyen bir adamın hikayesidir bu bir bakıma.

Fakat adamın kendisi bu resmin neresindedir? İşte tam bu noktada yazar garip bir şey yapar, karakterini gizlemeye karar verir. Onun duygu ve düşüncelerine dair pek bir şey söylemez bize. Öyle ki, anlatıcı hiçbir zaman kendinden bahsetmez, hatta ‘ben’ bile demez. Böylece asıl duymak istediğimiz şey, yani esas adamın duygu dünyası, hikayeden çıkarılmış olur. Romanın merkezi bir kişi olmaktan ziyade bir ‘boşluk’ haline gelir.
Bu romancılık adına bir devrim sayılır elbette. Modern romanın karakter-merkezli hikayesi gitmiş, onun yerini tamamen dışarısı üzerine kurulu bu garip anlatı almıştır. Özneden çok nesneye yüzünü dönmüş bir anlatı yani.

Bu çok önemli bir gelişme olabilir. Fakat bizi asıl ilgilendiren, her zaman karakterin iç dünyasına odaklanarak anlatılan kıskançlık hikayesinin, burada romanın neredeyse “yok olan” başkişisi üzerinden aktarılmasıdır.

Robbe-Grillet’nin romanı, kıskanç insanın kocaman bir boşluk, hatta bir “kara delik,” olarak takdimidir.

Kıskançlık sizi ele geçirdiği zaman içiniz boşalır. Bütün hücreleriniz dışarıya doğru döner. Neden? Çünkü bir kanıt arıyorsunuz. Karşınızdakinin size ihanet ettiğinin bir işaretini bulmaya çalışıyorsunuz. O zaman bakmalısınız. Daha dikkatli bakmalısınız. Hiçbir şeyi kaçırmamalısınız. Ne pahasına olursa olsun şüphelerinizin delilini bulmalısınız.

Acıklı olan bakmaya bu kadar odaklanan birinin meselenin “aslını” göremeyecek olduğudur. ‘Şey’lerin yüzeyini görebilir ancak. Masanın üzerindeki tozları, duvardaki lekeleri, içki bardağına uzanan bir çift dudağı ya da beklenmedik bir anda yüze dökülen saçları. Bütün bunları bir bir kaydeder. Ama bu detayları birbirine bağlayan hikayeyi illa ki kaçıracaktır. Daha da beteri, her bir ayrıntıyı yakalamak isterken kendini gözden çıkaracaktır.

Bütün bakan-bakılan hikayelerinde görülen denklem kıskançlık söz konusu olduğunda tamamen tersine döner. Burada iktidar bakanın elinde değildir artık. Tam tersine güç bakılanın elindedir. Öteki ise içeriden dışarıya doğru dönen bir bakıştır artık. Bedeni olmayan bir bakış.

Robbe-Grillet’nin anlatısının ismindeki anıştırma bu noktada önem kazanır. Romanın adı, kıskançlık olduğu kadar “jaluzi” anlamına da gelir. İçeriden görülmeksizin dışarıyı görmeyi sağlayan, şerit biçiminde levhalardan yapılmış bir tür pencere kapama düzeneğidir bu. İşte “La Jalousie,” sıradanmış gibi görünen bir kıskançlık hikayesini böyle bir benzetme üzerinden anlatır. Kendisi tamamen karanlıkta kalan kahramanı, abartılmış detaylarıyla tehditkar bir hal alıp düşmanlaşan dünyanın karşısına yerleştirir.

“Kıskançlık,” nesnelerin değişik açılardan görüntülerini birbirine ekleyerek gerçeğe ulaşabileceğini sanan birinin acıklı hikayesidir aslında. Jaluzinin arkasından bakar gibi fragmanları kaydeden birinin yaptığı uzun ve sıkıcı bir envanterdir. Sonuçta öyle bir noktaya geliriz ki, anlatıcı her detayda bir ihanetin izini görmeye başlar. Muz ağaçlarının konumu, duvarın dökülen boyası, sandalyelerin ahşap tutamakları... Hepsi aynı şeyi söylemektedir. Karısı onu komşusu ile aldatıyordur. Bütün bunlar onun kanıtıdır.

Kıskanç adamın trajedisi gerçeği talep etmesidir. Ancak, gerçeğe ulaşma takıntısı taşıdığı ölçüde gerçeklikten uzaklaşır. Ayrıntıların tümünü bilmek ister. Meseleyi her açıdan görebilmesi lazımdır. Onun için durmadan bakmaya devam eder. Bütün açılara hakim olduğunda bir yargıda bulunabileceğini düşünür. Böylece sarsılan dünyasını yeniden kurabilecek, onun üzerinde hak iddia edebilecektir.

Oysa dünya büyük, açılar sonsuzdur. Kıskanç adamdan ise geriye yalnızca bir göz kalmıştır. Jaluzinin arkasından dışarı bakan bir çift göz. Ondan ötesi kocaman bir boşluktur.

Sunday, July 24, 2011

Komşu

24 Temmuz 2011
BirGün

“Bir yaratık vardır ki tamamen zararsızdır. Önünüzden geçerken neredeyse görmezsiniz onu, sonra da hemen unutursunuz zaten. Ama gizlice kulağınıza yerleşir yerleşmez orada büyümeye, tabiri caizse yuvalanmaya başlar, hatta öyle vakalar görülmüştür ki tamamen beyne nüfuz etmiş ve bu organı mahvedecek kadar yayılmıştır – tıpkı köpeklerin burnundan girerek ilerleyen parazitler gibi.

Bu yaratık insanın komşusudur.”

Buradaki komşularımla pek görüşmemiş olsam da, eve dönmemize pek az zaman kaldığı şu günlerde hayretle fark ediyorum ki, onları da yanımda götüreceğim. Yüzlerini değilse bile seslerini. Alt kattaki İranlı komşumuzu düşünüyorum. Ya da onun karşısında oturan Korelileri. Onlar ve diğerleri. Hepsi kulağıma yuvalandılar. Oysa ilk başta ne kadar zararsız görünüyorlardı, Rilke’nin yukarıda söylediği gibi.

Ne garip müessesedir şu komşuluk! Batı’da belki Doğu’da olduğundan bile acayip. Sürekli bir gülümseme ve selamlaşma hali. Ama ondan ötesi hak getire. Hani bir akşam da birisi kalkıp üç beş mücver, azcık tatlı, komşuluk hakkı için bir gıdım reçel falan getirsin? Ya da kapı önüne bir sandalye atıp iki çift laf etsin? Yok öyle bir şey. Varsa yoksa hep bir hal hatır sorma, özür dileme, yol verme. Ama sorsanız kimse birbirine dair gerçek tek bir şey bilmez. Hatta adını bile.

Belki biraz da bu nedenle, bizim apartmanda hayat görüntülerden çok seslerden oluşuyor benim için. Her akşam merdivenleri tırmanırken bu sesleri dinliyorum. Adımlarım halıyla kaplı ahşap zeminde boğuk boğuk yankılanıyor. Yeşil sert bir halı bu. Sesi tamamen yutmuyor. Birinci katta tetikteyim. Basamaklardan biri bedenimin ağırlığı altında sitemle gıcırdıyor. Yaşlı bir apartman bizimki. Yüzyılın başından kalma. Yukarı çıkarken dikkatli olmaya çalışıyorum. Ama işte hep aynı yerde, aynı basamak illa ki gıcırdıyor.

İkinci kata ulaştığımda, komşunun köpeği zıp diye kapının arkasında bitiveriyor. Bezgin bezgin bir iki kez havlıyor. Muhtemelen adet yerini bulsun diye. Küçük sinirli bir hayvan. Ama her gün kim bilir kaç kişi geçiyor o kapının önünden. Onun için asabiyetten çok görev duygusuyla hırlıyor galiba. Bazen onu kızdırmak için kapının önünde biraz miyavlıyoruz. Tamamen görev duygusuyla tabii.

Sonra tam tırabzana abanıp bizim kata doğru yaylanacakken, Korelilerin dairesinden gelen sesleri duyuyorum. Genellikle oğluna talimatlar veren genç annenin sesi geliyor. Kadını ürkütücü buluyorum. Kill Bill’deki kalabalık dövüş sahnesinden fırlamış gibi görünüyor. Onu elinde bir gürzle hayal ediyorum. Bir de hep emir kipiyle konuşuyormuş gibi geliyor bana. Sesini duyduğumda hazırola geçmek istiyorum. Oğlu da öyle yapıyor sanırım. Küçük elektrikli arabasıyla oynamadığı zamanlarda. Araba traş makinesi gibi ses çıkarıyor. Biteviye vızıltısı çekilir gibi değil.

İranlı komşumuz bir yönetmen. Saçı başı dağınık derbeder bir adam. Ahşap zeminde çıkardığımız ayak seslerinden rahatsız oluyor olsa gerek ki, arada bir galeyana gelip süpürgenin sapıyla tavanı dövüyor. Biz de topuk vurarak cevap veriyoruz çaresiz. Sonra koridorda karşılaştığımızda birbirimizi kahve içmeye davet ediyoruz. Hiç bir şey olmamış gibi. Orta Doğuluların anlaşmak için kendilerine has bir dillerinin olması rahatlatıcı tabii. Aynı sorunu bir Amerikalıyla -- ya da Allah korusun bir Avrupalıyla --- yaşıyor olsaydık, Flamenko’ya karakolda devam etmemiz gerekebilirdi.

Flamenko dedim de aklıma geldi: bazen güzel havalarda, alt kattaki oğlanın içtiği sigaranın kokusuyla beraber çaldığı bas gitarın sesi de odamı dolduruyor. Pek iyi sayılmaz gerçi. Bir ara onu susturma hayalleri ile oyalandım ama sonra bu karanlık düşüncelerden vazgeçtim. Çocuk çok çalışıyor çünkü. Geçen gün bir soloyu baştan sona hatasız çaldı. Oysa geldiğimizde böyle miydi? Anlaşılan zamanla her şey gelişiyor. En karanlık düşünceler bile.

Komşular da işte kulağımızda gelişip büyümüşler. Biz farkına varmadan. Belli ki giderken onları yanımızda götüreceğiz. Bense geride bırakmak isterdim. En azından bazılarını.

Ama neyi gerçekten geride bırakabilir ki insan?

Wednesday, July 20, 2011

"Cogitosuz ergo sum"


BirGün
18 Temmuz 2011

Haziran-Temmuz sayısının büyük bir kısmını Oğuz Atay’a ayıran edebiyat dergisi Notos, hazırladığı dosyanın bir parçası olarak kimi edebiyatçılara yazarın ünlü romanı ‘Tutunamayanlar’ hakkında sorular sormuş. Hala yurtdışında olduğum için dergiyi maalesef okuyamadım. Ama olayın basına yansıyan kısmından anladığım kadarıyla, Erdal Öz Edebiyat Ödülü’nün bu yılki sahibi olan Şavkar Altınel, Oğuz Atay’ı sığ ve yapay bulduğunu söylemiş. Orta sınıf bunalımlarını anlatan bu “mühendis yazar” yeterince “otantik” değilmiş.

“Otantik” lafını her işittiğimde gözümün önüne savaş boyaları içinde yerliler gelir. Yine aynı şey oldu. Hemen ardından da şunları düşündüm: Bu soruyu nereden bakarak soruyoruz Atay’a? Kendi sınıfının dertlerini anlatmıyor desek, öyle değil. Tam da kentli orta sınıfın meselelerini anlatır Atay. Yeterince “yerli” değil desek, yanlış olur. Bayağı bizden biridir çünkü. Hatta dünyaya açılma meraklısı kimi eleştirmenlerin onu fazlaca yerel olmakla suçladığı bile olmuştur. Kendi “benliğine” sadık değil desek, bu köşenin sınırları uygun olmadığı için detaylandıramıyorum ama, bunda da hata etmiş oluruz. Fakat anlaşılan Altınel aynı fikirde değil: “Başkahramanına ‘Özben’ soyadını vermiş, ama içimde romanın arkasında elle tutulabilir bir ‘benlik’ olduğu, yazarın anlattıklarını gerçekten görüp yaşadığı duygusu yok. Daha çok, bunları bir yerlerden duymuş, öğrenmiş, doğru olanın dünyaya böyle bakmak olduğuna karar vermiş gibi.”

Demek bir de “yazar bu anlattıklarını gerçekten yaşamış mı?” diye soracağız. Garip doğrusu. Benliğin işareti, samimiyetin ölçüsü bu anlaşılan. Yalnız en gerçekçi yazarlar bile böyle bir sınavdan sınıfta kalır, hemen söyleyeyim. Altınel’in çok beğendiği belli olan Flaubert bile gümbür gümbür çakabilir. O Flaubert ki, “Madam Bovary benim!” derken herhalde onun yaşadıklarını birer birer tecrübe ettiğini söylemek istememiştir. En azından böyle olduğunu ummak istiyoruz.

Yine de bu haberde beni çok eğlendiren şey, Altınel’in Oğuz Atay’ı “sevmeyi başaramadığını” söylemesi oldu. Sanki böyle bir zorunluluk varmış gibi. Bir edebiyatçının yazıp çizebilmek için öncelikle böyle bir ehliyete sahip olması gerekiyormuş gibi: “Edebiyatta güvenli sürüşler için, illa ki Oğuz Atay’ı seçin.”

Yazarların başka yazarları sevmemesi yeni bir şey değildir halbuki. Çoğu huysuz misafirler gibidir. Salona girer girmez etrafı kolaçan eder ve kendilerinden evvel gelip iyi yerleri kapmış olanlara gıcık olurlar. Herkes bilir ki, misafir misafiri sevmez. Onun içindir ki Tolstoy, Shakespeare’in kötü bir oyun yazarı olduğunu düşünür; Nabokov, Dostoyevski’nin sıkışınca melodrama başvuran ikinci sınıf bir romancı olduğunu söyler; Virginia Woolf ise Joyce’un efsanevi romanı ‘Ulysses’ için zamanında aynen şunları yazmıştır: “Cahilce, sası bir kitap gibi geliyor bana; kendi kendini yetiştirmiş bir işçinin kitabı, onlar ne kadar can sıkıcı olurlar hepimiz biliriz, ne kadar bencil, ısrarcı, çiğ, çarpıcı ve sonuç itibariyle mide bulandırıcı.”

Pek şenlikli bir salvo bu: sınıf kininden tutun düz kıskançlığa kadar her şey var. Talihsiz bir tespit. Fakat bu Joyce’un değerinden düşürmüş müdür? Hayır. Aynı şey ötekiler için de geçerlidir. Shakespeare hepimizin babası sayılır. Dostoyevski ise, Nabokov dışında herkesin teslim ettiği gibi, roman camiasının peygamberidir.

Demem o ki, bütün bu büyük adamlar eleştiriye maruz kalmışlardır. Hiç birinin pulları dökülmemiştir. Benim bildiğim hepsi hala iyi yazarlardır. Onun için Oğuz Atay’a dair bir iki tatsız laf edildi diye, celallenmenin anlamı yoktur. Böyle bir dosya hazırlanıyorsa, bu konuda herkesin olumlu görüş bildirmesi beklenemez. Birileri elbette kitabın zaaflarından söz edecektir.

Fakat unutmamak gerekir ki, Oğuz Atay bu ülkenin çıkardığı önemli edebi kişiliklerden biridir. Sadece bir değil bir kaç kuşağın düşünce hayatını etkilemiş büyük bir yazardır. Onu değerlendirirken, talibini biraz oyaladıktan sonra reddeden şımarık bir kız edasıyla “bilmiyorum, samimi değil galiba” ya da “çok uğraştım ama sevemiyorum” diye kestirip atamazsınız. Bundan daha iyisini yapmanız gerekir. Beğenmeyen oturup kitabın sorunlarını bir bir ortaya koyar ve onu yine edebiyatın araçlarını kullanarak alaşağı eder. Eleştiri böyle bir şey olsa gerektir.

Yoksa akılsız fikir olur, Atay’ın muzipçe söyleyeceği gibi, “cogitosuz ergo sum” olur. Bir de, ne bileyim, bayağı ayıp olur.

Sunday, July 10, 2011

Hazırlıklı Olmak


BirGün
10 Temmuz 2011

“Yargı” Kafka’nın ilk öyküsüdür. Buna inanmak zordur gerçi. Acemilik karalamalarından çok bir olgunluk dönemi eserine benzer çünkü. Yazarın mektuplarından öğrendiğimize göre uykusuz bir gecede bir oturuşta yazılıp tamamlanmıştır.

Bu kısa öykü, bir çok açıdan Kafka’nın edebi kariyerinin nüvesidir. Yazdıklarım yazacaklarımın teminatıdır, der gibidir sanki. Başka metinlerde de benzer temaları imgeleri kullanır mesela. Fakat en önemlisi, bir zaman sonra alameti farikası haline gelecek bir karakterle ilk kez burada tanıştırır bizi: İhtiyatlı adam.

Bu öyküden sonra, “Dönüşüm”ün Gregor Samsa’sından “Dava”nın Jozef K.’sına kadar bütün Kafka kahramanları, kendi hayatlarına sahip çıkmak, olayların gidişatına yön vermek isteyen ama bunu başaramayan karakterler olarak çıkacaktır karşımıza. Hepsi hastalık derecesinde tedbirlidir halbuki. Her şeyin kaydını tutar, bütün detayları zihinlerinde kaydetmeye çalışır, günlerini tamamen öngörülebilir bir düzen içinde yaşamaya gayret ederler.

Onun içindir ki, Gregor Samsa bir sabah uyanıp dev bir böceğe dönüştüğünü gördükten sonra bile, ceketini giyip işe gitmenin yolunu arar. Onu en çok rahatsız eden düzeninin bozulmuş olmasıdır çünkü. Jozef K. da, odasında beliren adamlar tarafından tutuklandıktan sonra, gündelik hayatını her zaman olduğu gibi devam ettirmeye çalışır. Umutsuzca tabii. Kafka'nın dünyasında umuda pek yer yoktur çünkü.

Yine de Kafka karakterleri ümit etmekten vazgeçmezler. Her biri hayatını istediği gibi yönlendirebileceğine inanır. Hem de son ana kadar. Onları trajik kılan da budur zaten. “Yargı”nın ölçülü ve dikkatli karakteri Georg Bendemann da farklı değildir. Hiç bir işi şansa bırakmaz, her zaman her şeye hazırlıklı olmak ister. Fakat uzun süredir ihmal ettiği yaşlı ve hasta babasının odasına girdiğinde, onu bir değil bir kaç sürpriz beklemektedir. Önce hayranlıkla bağlı olduğu babasının çocuklaşıp bunadığını farkeder. Ardından bu yaşlı adam son bir gayretle ayağa dikilip oğlunu dünyada kendisine ait olan yeri çalmakla itham eder. İşte o zaman, bir duvara sırtını verip oracığa büzülür, Georg. Bunu öngörememiştir.

“Georg bir köşede, babasından mümkün olduğu kadar uzakta, duruyordu. Çok uzun zaman önce, her şeyi yakından gözlemlemeye karar vermişti. Böylece sağdan soldan ya da belki arkasından gelecek her türlü sürprize hazırlıklı olacak ve hiç bir şeye şaşırmayacaktı. İşte şimdi, çoktan unuttuğu bu kararı yeniden hatırlamış ve hemen unutmuştu -- tıpkı kısacık bir ipliğin iğne deliğinden kurtuluvermesi gibi.”

Unutulmaz bir sahnedir bu. Özellikle de her şeye hazırlıklı olmak isteyenler için.

Ben onlardan biriyim. Hastalık derecesinde ihtiyatlı olanlardan yani. Benim gibi çok insan var biliyorum. Onlara kardeşim gözüyle bakıyorum. Eve üç sokak kala çantada anahtarını arayanlar, durağa varmadan akbilini çıkarıp hazırlayanlar, misafir gelmeden saatlerce önce sofrayı kurup beklemeye başlayanlar, evden çıkmadan ocağı bir kaç kez kontrol edenler ve sonra apartmanın kapısından geri dönüp bir daha kontrol edenler. Elinizi görüyorum ve potu yükseltiyorum. Eve temizlikçi geleceği zaman sıkıntıdan isilik döküyor musunuz? Ya seyahatler? Bu gerilime dayanamayıp hastalandığınız oluyor mu? Taşınmanın fikrine bile tahammül edebilenler bizden değildir. Bütün bunlar sizi de hırpalıyor olabilir. Ama korkmayın, yalnız değilsiniz. Dünya bizim gibilerle dolu.

Her şey kontrol altında olsun istiyorsunuz. Ne güzel. Oluyor mu bari? Bir arkadaşım var, onun durumu daha vahim, bana bir keresinde şöyle demişti: “Ben bir şeyleri oldurabiliyorum. Çok uğraşınca oluyor.” İçimden geçen “Hadi ya!” demekti ama yukarıda sözünü ettiğim kardeşlik hissinden dolayı ağzımdan “Tabi ya!” çıktı.

Biz ihtiyatlı insanlar, her şeye hazırlıklı olmak isteriz. Böylece hayatı kontrol edebildiğimiz rüyası içinde yaşarız. Oysa, esas olan her şeye hazırlıklı olmak değil, tek bir şeye hazır olmaktır. Sevdiğim bir başka ihtiyatlı karakterin söylediği gibi, “Hazır olmak her şeydir!” Bunun böyle olduğunu, bir hastanın başında boynubükük beklerken, bize hazırlıklı olmamız söylendiğinde anlarız. Neye hazırlık? Ölüme mi? İçimizden delice bir gülme gelir. Yutkunur kalırız.

Sonra hayat yine ele geçirir bizi. Küçük dertlerimizin hayhuyu içinde, unuturuz esas şeyi. Bir de bakarız ki, zihnimizden sıyrılıp gidivermiş -- “tıpkı kısacık bir ipliğin iğne deliğinden kurtuluvermesi gibi.”

Monday, July 04, 2011

Çocuk Kafası

Çocuklarla ne yapacağımı genellikle bilemiyorum. Onları sevmediğimden değil. Sadece beni o kadar şaşırtıyorlar ki, onlarla birlikteyken nasıl davranacağıma, elimi kolumu nereye koyacağıma karar veremiyorum bir türlü.

Bir süre önce yeğenimle bir gün geçirdik. Günün sonuna doğru ikimiz de sokaklarda dolaşmaktan perişan olmuşken, kendimi ondan özür dilerken buldum. Daha çok büyüklerle zaman geçirmeye alışık olduğumu ve çocuklarla ne yapılacağına dair pek fikrim olmadığını söyledim. Defne bu durumu olgunlukla karşıladı. “Üzülme teyze” dedi, “ben sana öğretirim, hiç zor değil.” Ona diyemedim ki, tam da bu nedenle çuvallıyorum ya işte! Her şeyi biliyor gibi görünüyorsunuz. Çekiniyorum sizden.

Çocuklardan korkmasaydım kesin ilkokulda çalışırdım. Karı koca sınıf öğretmeni arkadaşlarım var. Çok kıskanıyorum onları. Her gittiğimde başka bir hikaye anlatıyorlar. Onların çocukları iyice korkutucu gerçi. İkisi de fazla akıllı. Küçük oğlanın adı Çınar. Geçen sene dört yaşındaydı. Bir ara başbaşa kaldık. Baktım oyunu falan bırakmış, dikmiş gözünü beni seyrediyor. Çocuklar onların yanında tedirgin olduğumu hemen sezerler. Bir süre ne diyeceğimi bilemeden sağa sola bakındım. Derken şu müthiş soru geldi aklıma: “Büyüyünce ne olacaksın?” Kocaman güzel gözlerini açıp hayretle baktı. Aptal olup olmadığıma karar vermek ister gibi. Sonra da omzunu silkip şöyle dedi: “Yine Çınar olacağım tabi!”

Çocuk kafası işte! Bu kafayı yapan neyse artık? Ne içiyorsa aynısından bana da ver, dedim annesine. Elimize birer bardak muzlu süt tutuşturdu, oturup hep birlikte Sünger Bob seyrettik.

Fena değildi aslında. Sünger Bob yani. Muzlu sütse hiç değişmemişti. Her zamanki gibi berbattı. Dünyayı yeniden çocukluğumdaki gibi görebileceğimi bilsem her gün içerim, orası ayrı. Ne biçim yazar insan o kafayla, biliyor musunuz?

Aslında biliyorsunuz, çünkü muhtemelen ‘Oğullar ve Rencide Ruhlar’ı okuyup Alper Kamu’yle tanıştınız. Üstelik benim gibi siz de, beş yaşındaki bu zehir hafiyenin hastası oldunuz. Çünkü onun varoluşun sorunlarıyla ağırlaşmış gözkapaklarının arasından dünyayı ne kadar isabetli bir şekilde gördüğünü biliyorsunuz.

Çınar’ın da, akıl yürütmek konusunda, Alper Canıgüz’ün küçük karakterinden pek farkı yok. Şu verdiği cevabı bir düşünün. Ondaki basitliği, güzelliği. Kaçınız bunu yapabilirsiniz? Hadi soruyu yeniden düzenleyelim, Çınar’ın anladığı gibi varlığın zaman içindeki sürekliliğine dair bir soru haline getirelim. Benim öğrencilere sorsak (ki soruyoruz da zaten), dünkü senle bugünkü sen aynı mı diye, kırk dereden su getirirler. Çınar’ın bulunduğu noktaya varabilmek için saatlerce ders yapmak gerekir. O da varabilirsek tabii.

Bu yüksek varlık biçiminden nasıl olup da şimdiki çamurlu bulanık zihinlerimize transfer oluyoruz hiç bir fikrim yok. Bu geçiş ne zaman gerçekleşiyor? “Beş yaş insanın en olgun çağıdır, sonra çürüme başlar” diyor Alper Kamu. Bana makul görünüyor.

Çınar’ın kendi “öz”üne dair tespiti de böyle bir olgunluk çağının eseri olsa gerek. Bunun altında yatan fikri çok anlamlı buluyorum: zaman geçse de onu Çınar yapan şeyin değişmeyeceğini söyleyerek, kendini bir takım vasıfların eklenip çıkarıldığı bir kıyafet askısı gibi görmediğini ifade ediyor çünkü. Bir “şey”ler bütünü değil, bir kimse olduğuna inanıyor. Hem de kendine has bir kimse.

Bu bana kendini her gün yeniden kurgulayarak izleyiciye sunanları hatırlatıyor. Sakinleşin, demek istiyorum onlara, siz bir proje değilsiniz. Bu kadar mühendisçe hazırlanmış bir kimlikle “piyasaya” çıkarsanız, dünyayla ancak bir iş ilişkisi kurabilirsiniz. Kimlik dediğiniz şey bir “vasıflar paketi” haline gelir, hayatınız da bu paketlerin sürekli değiş-tokuş edildiği pazar yeri. Al gülüm, ver gülüm. Hayırlı olsun. Kötü haber şu ki: aldığınız eğitim, bulunduğunuz çevre ya da işgal ettiğiniz makam nedeniyle sizi beğenenler, bu nitelikleri kaybettiğinizde hızla uzaklaşıp başka paketlerin peşine düşeceklerdir.

Çınar’ın çocuk kafasıyla hemen farkedip düzelttiği gibi, esas soru “ne” olacağınız değil “kim” olduğunuzdur. Gittiğiniz okullar, seçtiğiniz eşyalar, hatta mesleğiniz bile bir takım “şey”lerdir. Onları benimsemiş, beğenmiş, yeni birer “özellik” olarak kendinize “eklemiş” olabilirsiniz. Ama bunların hiç biri “siz” değilsiniz.

Siz kendisinde hep devam edecek olansınız. Biri sizi sadece bunun için severse ona inanın. Bundan daha sahici bir şey yoktur çünkü.

Sunday, June 26, 2011

Kralın Tüm Adamları


BirGün
26 Haziran 2011

Robert Penn Warren’ın iki kez filme çekilen romanı “Kralın Tüm Adamları,” 1930ların Amerika’sında Güneyli bir avukatın yükselişinin ve düşüşünün hikayesidir.

Willie Stark sokaktan yetişmiş bir adamdır. Yoksulların her gün biraz daha yoksullaştığı bir dünyadan gelir. Aç karnına yatmanın, itilip kakılmanın, işini kaybetme korkusuyla yaşamanın ne anlama geldiğini herkesten daha iyi bilir. Öykünün başında onu, ihmal yüzünden çöken ve üç çocuğun ölümüne neden olan bir binanın ihalesindeki usulsüzlükleri ortaya çıkarmaya çalışırken görürüz. Valiliğe aday olması da bundan sonradır. Kazanabileceğiyse kimsenin aklına gelmez.

Oysa Stark kaybedecek biri değildir. Her biri yerleşik aristokrat ailelerden gelen adayları geride bırakıp vali seçildiğinde, hep beraber seviniriz. Sonunda Güney’in toprak ağalarını değil de köylülerini temsil edecek biri çıkmış geciken adaleti talep etmektedir. Ancak kısa sürede anlaşılır ki, Willie Stark için amaca giden yolda her şey mübahtır. Ahlaki tereddütleri zaman kaybı olarak görür. Bir yandan yoksullar için hastaneler ve okullar yaptırırken, bir yandan da türlü çeşitli ayak oyunlarıyla rakiplerini bertaraf eder. Edemediklerini de tehdit ve şantajlarla sindirir. O yoksul avukat gitmiş, yerine yükselme hırsıyla dolu bir politikacı gelmiştir.

Gücü bulanın “kendini kaybetmesi” yeni bir hikaye değildir. Ama kendisi değişip dönüşürken, düşmanları gibi dostlarını da mahveder Stark. Bunların başında da hikayeyi bize nakleden idealist gazeteci Jack Burden gelir. Burden varlıklı ve nüfuzlu bir ailenin çocuğudur. En iyi kolejlere gitmiş, en büyük gazetelerde yazmıştır. Ama Stark’daki başarma arzusunun binde biri yoktur onda. Aksine, bir “kaybeden” olarak resmedilir. Başladığı hiç bir işi bitirememiş, sevdiği kadını bile hayatında tutmayı başaramamış, her anlamda “iktidarsız” bir adamdır.

Belki de bu nedenle valinin gücünden etkilenir ve onun adamlarından biri haline gelir. Bunun bedelini değer verdiği her şeyi ve herkesi kaybederek ödeyecektir. Filmin bir sahnesinde Stark’ı canlandıran Sean Penn insanı kahredecek bir doğallıkla şunu söyler: “Ben böyleyim. Sen de öylesin. Onun için birlikteyiz.” Anlarız ki, Burden gibi insanlar Stark gibilerin yanında olsunlar diye yaratılmışlardır. Kralın adamlarıdır onlar. Krallar olduğu sürece, onlar da olacaktır.

Yine de hikayenin her aşamasında gazetecinin çekip gideceğini umarız. Burden’ın neden bu yozlaşmış adamın yanında durmakta ısrar ettiğini anlayamayız. Valinin bütün kirli oyunlarını görmesine, hatta bazılarının parçası haline gelmesine rağmen, onu son ana kadar terketmeyecektir.

Bu sadakati basiretsizlik ya da sıradan bir yağcılık olarak okumak mümkündür elbette. Ama bence böylesi bir tür kolaycılık olur. Gazetecinin valinin yörüngesinden çıkamadığı doğrudur. Fakat onu bırakmamasının esas nedeni bir çıkar umması değil, geçmişiyle hesaplaşamamış olmasıdır. Kendi sınıfının riyakarlığından hararetle nefret eder, Burden. Beğenmediği ama değiştirmek iradesini gösteremediği dünyadan da. Hepsi ona geçmişteki başarısızlıklarını hatırlatır. Bir zamanların idealisti, olabileceği en kötü şey haline gelmiştir: yalnızca bir izleyicidir o artık. Hem de başkasının iktidarına alkış tutan bir izleyici.

Bilmediği şudur ki, seyrettiği kendi felaketidir aslında. “Kralın Tüm Adamları”nda Vali Stark “dostu” Burden’a son darbeyi, bu düşkün aristokratın hayatı boyunca vazgeçemediği çocukluk aşkını baştan çıkararak vurur. Burden romantik hayallerin, büyük ideallerin adamıdır. Belki de bu nedenle bir türlü eyleme geçememiş, her şeyin mükemmel olacağı anı beklemiştir. Öteki ise muhtemelen kızın önüne diz çökmüş ve “Onursuzunum senin,” demiştir, “her şeyi yapabilirim.” Öyle de olacaktır zaten. Onursuz yani. İlk fırsatta satacaktır o aşkı. Ama kız onunla gidecek, o da oyunu kazanacaktır.

Bizim memlekette de kimileri, parmaklarının arasından kayıp gidiveren o kızın ardından bakar dururlar hala. Yok olup giden onların gençlik sevdası, idealleri, en büyük hayalleridir. O kız ki, aslında onlarındır. En çok onlar sevmiştir onu. En çok onlar düşünmüştür. Masum birer çocukken kulağına güzel sözler fısıldamış, gözlerine bakıp güzel günler ummuşlardır. O kız ki, ellerini uzatsalar dokunacaklardır sanki. Ama şimdi bir başkasına gitmiştir işte.

Doğrudur, kimisi yerini sağlamlaştırmak arzusuyla bağlanır iktidara. Ya da korkuyla diz çöker önünde. Ama “kralın tüm adamları” aynı değildir. Bazıları da işte bu kayıp hissiyle eklemlenir ona. O kıza dokunabilmek için. Başkasının eliyle bile olsa. Bir an için bile olsa.

En kötüsü de bu değil midir?