Sunday, January 30, 2011

Kukla Tiyatrosu



BirGün
30 Ocak 2010

Berkeley’de daha kış bitmeden bahar geldi. Havalar güzelleştikçe, sağda solda gitar çalıp şarkı söyleyen çocukların sayısı artıyor. Her gün en az bir iki kişiye rastlıyorum. Bazıları gerçekten çok iyi. Geçen gün birisi öyle bir ‘Hallelujah’ söylüyordu ki, Jeff Buckley’in bile hoşuna gidebilir diye düşündüm. Sonra baktım ki, iyi olduğunu biliyor velet! Şarkının en dokunaklı yerlerini bile ölçülü bir kederle söylüyor. Hay Allah, dedim kendi kendime, keşke bu kadar farkında olmasaydı. O zaman gerçekten müthiş olabilirdi çünkü.

Heinrich von Kleist’ın ‘Kukla Tiyatrosu’ adlı kısa öyküsünde çok ilginç bir pasaj vardır. Anlatıcı bir süre önce çok zarif ve alımlı bir genç adamla tanıştığını söyler bize. Gözalıcı bir güzelliği olan bu genç sıcakkanlı ve sempatik biridir. Birlikte gezer tozar, Paris’e gidip müzeleri dolaşırlar. Bir gün bu genç adam, ayaklarını kurulamak için bir tabureye oturduğunda kendini aynada görür. Aynadaki imgesinin Paris’te gördükleri bir heykeli andırdığını farkeder. Ayağına batmış dikeni çıkarmaya çalışan bir delikanlıyı gösteren meşhur Yunan heykelidir bu. Kendi hareketinde aynı inceliği farketmiş ve çok etkilenmiştir.

Anlatıcının da kışkırtmasıyla aynı hareketi tekrar etmek ister. Ancak ne kadar denediyse de başarılı olamaz: "Bana göstermek için ayağını ikinci kez kaldırdı, ama herkesin tahmin edeceği gibi, sonuç bir felaketti. Üçüncü, dördüncü kez denediğinde de durum değişmedi. Ayağını belki on kere kaldırarak benzer bir pozisyonu aradı, ama çabası tamamen boşunaydı. Aynı hareketi tekrar edemiyordu bir türlü. O zarif duruşu andırmak bir yana, gülünç sersemce hareketler yapıp duruyordu. Kendimi gülmekten zorla alıkoyuyordum.”

Genç adam bu noktadan sonra gözle görülür bir şekilde değişir. Zamanının çoğunu ayna önünde kendini seyrederek geçirmeye başlar. Yavaş yavaş çekiciliğini, ışıltısını kaybeder ve üzerine kendini beğenmiş züppelerin bayatlığı siner. Doğal zarafetinin yerini sahte bir nezaket almış, bir yıl içinde bambaşka biri olup çıkmıştır.

Bu küçücük hikayeyi her okuyuşumda aynı noktaya takılır kalırım: bilinç topyekün lanetli bir şey midir? Bir bilince sahip olduğumuz sürece masumiyetimizi korumamız neredeyse imkansızdır belki de. Hepimiz bu genç adamın düştüğü durumu tanırız aslında. Kendimizi farkettiğimiz anda, bizi izleyen başkalarının varlığını da hissederiz. Birileri bizi izlediği sürece sahnedeyizdir. Daha da korkuncu, birisi bizi izlemese de sahnede kalırız. Çünkü kendi kendimizin ebedi seyircisi olmuşuzdur artık.

Bu lanet gerçekten sahnede olanları daha kötü vurur. Onlar en büyük gözaltındadır çünkü. Sanatçının kendini koruyabilmek için seyirciyi unutması gerekir kimi zaman. Oysa, sahnede olan bir süre sonra sahnenin kendisi olur çıkar. Bu da ne kadar yetenekli olursa olsun, sanatçının üzerinde bir gölge gibi asılı durur. ‘Gönülçelen’in samimiyet konusundaki hassasiyetiyle meşhur karakteri Holden Caulfield, çalarken kendini aynada seyreden caz piyanisti Ernie’yi görünce, “onun kadar iyi olsaydım, tuvalette çalmayı tercih ederdim,” der mesela.

Aslında gayet iyi bir müzisyen olan bir arkadaşımı hatırlatıyor bu bana. Üniversitedeyken herkes biraz gitar çalar tabii. Ama bu çocuk çok iyiydi gerçekten. Ne zaman gitarı eline alsa, insanlar gülüşüp konuşmayı bırakır, kulak kesilip onu dinlerdi. Dinleyenler çoğaldıkça gitarın sesi de arttı, o zamanlar ‘sosyete kantini’ dediğimiz yerde yaşayan güzel kızların duyabileceği kadar yüksek çıkmaya başladı. Sonra o kendi halindeki sessiz çocuk, bu kızlardan biriyle çıkar oldu. Sonra da bir başkasıyla. Bir gün onu çimlerde, ‘Söyle söyle, hiç mi beni sevmedin?’ diye çalıp söylerken gördüm. Etrafını çevirmiş kızlı erkekli bir grup şarkının biteviye ritmine uyarak bir o yana bir bu yana sallanıyor, nakarat kısmında o da herkesle birlikte avazı çıktığı kadar bağırıyordu.

Düşünüyorum da, Holden haklı olabilir. Belki de tuvalette çalmalıdır insan. En azından arada bir.

Jeff Buckley’in yaptığı gibi mesela. O, seyirciye sırtını dönerek de çalabilmiştir. Seyirci değil, şarkı onu beğensin istemiştir. Şarkı da onu seçmiştir belli ki: Buckley’den beri hiç kimse ‘Hallelujah’ı onun kadar güzel söyleyememiştir.

Sunday, January 23, 2011

Bir pantalon, bir gömlek...


BirGün
23 Ocak 2011

Çocukluktan ergenliğe geçtiğim dönemde, suyu bırakıp karaya çıkmaya çalışan bir kurbağa kadar şaşkın ve çirkindim. Bedenim irileşmiş, yüzümü sivilceler basmış, kollarım ve bacaklarım kontrol edilemez bir şekilde uzamıştı. Vücudum bana pek tanıdık gelmiyordu artık. Üstelik bir sakillik gelmişti üzerime, elimi kolumu nereye koyacağımı bilemiyordum.

Aksi gibi görüntümle her zamankinden daha fazla ilgilenir olmuştum. O vakte kadar pejmürde bir halde dolaşırken birden kılık kıyafeti ciddiye almaya başlamıştım. Saçıma başıma düzen vermeye çalışıyor, aynada sağıma soluma iyice bir bakmadan evden çıkmıyordum. Galiba ömrümün geri kalanında bana yetecek kadar aynaya baktım o dönemde.

Halbuki ondan evvel, evden çıkmak vakti geldiğinde kendimi kapının önüne atmaktan başka bir derdim olmazdı. Bizimkiler belki fikir değiştirir diye korktuğum için, izni kopardığım gibi bir nefeste sokağın başını bulmuş olurdum. Ama artık işler değişmişti işte. Hayvanlar Alemi kartlarım ya da kenarlarını uzun uzun yere sürterek düzleştirdiğim kaydırak taşı falan, hepsi gözden düşmüştü. Dürbünlü tüftüfümü bile kaldırıp bir kenara koymuştum. O günler geride kalmıştı şimdi.

Artık rengarenk Converse’ler, kot pantolonlar ve süet ceketler vardı. Bir de yanımızdaki apartmanda yaşayan Yalçın adlı çocuk. Ben onunki gibi güzel göz görmedim bir daha. Gözleri mora çalan bir lacivertti. Bir kere bakkalda karşılaşmıştık. Hayatımda hiç böyle bir renk görmediğim için bir süre aval aval bakmıştım. Yalçın da, ‘Pardon’ deyip yanımdan geçmişti. Çok kibar çocuktu. Almanya’da büyümüştü. ‘Pardon’ demesi ondandı. Aslında tam olarak aktarmak gerekirse, ‘Pağdon’ demişti – ‘r’leri söylemiyordu.

Mahallenin bütün kızları duvara dizilir onun basketbol antrenmanından dönüşünü beklerdi. Biraz cabbar olanların, o geçerken ‘Yalçın kayalıkların göklere yükseliyor…’ diye seslendiği bile olurdu. Ben aralarına karışmıyordum. Bakkalda yaşanan bu ‘Pağdon’ olayından beri, Yalçın’la özel bir ilişkimiz olduğuna karar vermiştim. Kendime ayrıcalıklı bir yer biçiyordum. Onun için bütün kızların oturduğu duvarda değil, başka bir köşede bir taşın üzerinde tüneyerek bekliyordum onun geçmesini. Hepimiz onüç yaşındaydık ve böyle detaylar bir nedenle çok önemliydi.

Yalçın köşeyi döndüğünde, önce uzun bacakları görünürdü. Kot pantolonunun içinde lacivert olurdu bacakları. Gözlerinin rengine uygun gömlekler de giyerdi. Sırtına kayıtsızca attığı spor çantası ile çok afiliydi. Ama ben en çok kot pantolonunu beğenirdim. Her şeyiyle mükemmeldi. Rengi, duruşu, paçalarının lastik pabuçların üzerinde hafifçe katlanışı. Babası Almanya’dan getirmişti. Orjinaldi belli ki. Yalçın’ın kendisi gibi.

Bütün bir sene boyunca, diğer kızlar gibi ben de Yalçın’ın antrenmandan dönüşünü seyrettim. Onu sadece yürüyüşünden tanıyabilecek kadar ustalaşmıştım. Gelenin o olduğunu anlamak için bedeninin geri kalanını görmem gerekmiyordu artık. Gitgide renk değiştiren o kot pantolonun içinde hafifçe yaylanarak yürüyen bacakları gördüğüm zaman hemen biliyordum. O senenin yazında, pantolon ağarmaktan neredeyse beyaz olmaya yüz tuttuğunda, babası Yalçın’ı yanına almaya karar verdi. Bütün aile bir kaç günde toparlanıp gittiler.

Yalçın’ı seyredip belki bana bir kez daha ‘Pağdon’ der diye beklediğim o sene de böylece sona erdi. Bu konudaki umudum, Yalçın’ın pantalonu gibi yavaş yavaş ağarmış, ışıltısını kaybetmiş ve sonunda bir uçağa binip o zaman benim için akılalmaz derecede uzak bir yer olan Almanya’ya doğru yola çıkmıştı.

Bundan çok sonra ağartılarak satılan kotlar ortaya çıktığında, ilk büyük tutkumun temsili olan bu pantalonu defalarca hatırladım. O kotların hangi koşullarda beyazlatıldığını öğrendiğim zamansa, bunun acı bir şaka gibi olduğunu düşündüm. Anlaşılan artık hayatı kendimiz tecrübe etmek yerine, o tecrübenin izini satın alıyorduk. Hem de başkalarının canı pahasına. Bizimle beraber eskiyip ağaran kotları değil de, başkalarının hayatına mal olanları giyiyorduk.

Kot kumlama işçileri, daha ‘yaşanmış’ görünen pantalonlarımız olsun diye silikozis hastalığına yakalanıp birer birer öldüler. Hala ölüyorlar.

Bilerek ya da bilmeyerek onların ömrünü üstümüzde taşıdık. Ağır gelmiyor mu? Bana geliyor.


Not. Bu işçiler şimdi çocuklarının geleceğinin mücadelesini veriyorlar. Onlar için düzenlenen konsere katılarak destek verelim: Tarih: 25 Ocak 2011 Salı, Saat: 19.00, Yer: Beşiktaş Belediyesi Akatlar Mustafa Kemal Kültür Merkezi.

Sunday, January 16, 2011

Uykusuzluk


BirGün
16 Ocak 2010

James Joyce tamamen delice bir fikrin peşinde koşarak neredeyse okunamaz bir roman olan ‘Finnegans Wake’ yazdığı dönemde bu kitap için “ideal bir uykusuzluktan mustarip ideal okuyucuyu” aradığını söylemiş. Kendisinin de romanını gecelerce uykusuz kalarak yazdığını düşünürsek, ona hak verebiliriz.

Geçenlerde ben de uykusuzluğuma ilaç olacak kitabı arıyordum ki (‘Finnegans Wake’i denedim: uykumu iyice kaçırıyor), aklıma kendileri de uykusuzluk çeken roman karakterleri geldi.

Aslına bakarsanız, onları hatırlamak hiç de zor olmadı. Çünkü roman kahramanının hası pek uyumaz. Geceleri ruh gibi dolaşır. Julien Sorel’den Raskolnikov’a böyledir bu. İyi bir gerekçesi yoksa, roman kahramanı illa ki uykusuzluk çekecektir. Bir derdi vardır çünkü. Büyük sulara açılmaya cesaret etmiştir, olmayacak birine aşık olmuştur, birini öldürmüştür, ya da, ironi bu ya, kendisi de bir roman kahramanı olmaya karar vermiştir. Bu sonuncusu en kötüsüdür. Hep felaketle sonuçlanır.

Bunun istisnaları yok mu? Uyumakta sıkıntı çekmeyen roman karakterleri de var tabii. Mesela, Oblomov ondokuzuncu yüzyıl Rusya’sında bir toprak ağasıdır ve uykusunu kaçıracak pek bir şey yoktur. Yiyip içip yatar. ‘Sönmüş Hayaller’de Balsac’ın unutulmaz karakteri Lucien de yaşadığı sefahat dolu hayatın neticesi olsa gerek, her gün öğleye kadar uyur.

Yine de bunlar göz ardı edilebilecek kadar azdır bence. Roman karakterleri söz konusu olunca, aylaklığın bile bir adabı vardır. Öyle yan gelip yatmakla olmaz. İşin içine illa ki biraz volta atmak ve sigara içerek sabahlamak karışacaktır. ‘Aylak Adam’ın anonim karakteri C. pek uyku yüzü görmez. ‘Bozkırkurdu’nun Harry Haller’ını belli saatlerde yatıp kalkan bir adam olarak hayal etmek zordur. 60’larda New Orleans’ın göbeğinde yaşayan Ignatius Reilly de aylaktır ama ‘Alıklar Birliği’nde onun derdi uyumak değil, “kölelik düzeni” dediği iş hayatından mümkün olduğu kadar uzakta durmaktır.

Velhasılı kelam, uyuyan adamdan roman karakteri yaratamazsınız. Eğer Georges Perec değilseniz tabii. Ama o bambaşka bir hikayedir. Şimdi hiç girmeyelim.

Roman kişileri genellikle uyuyamazlar, çünkü tam da o nedenle roman kişisi olmuşlardır. Kurgusal karakterlerin hayatlarında onları değiştiren ya da zorlayan bir şeyler olup biter. Ya da biz onlara böyle bir zamanda rastlarız. Her gün altıda kalkıp onda yatağa giriyorsanız, başınıza bir şey gelme ihtimali düşüktür. Roman karakteri değil, ancak huzur evinde duvar saati olabilirsiniz.

Düşündüm de, uykunuzu kaçırabilecek hiç bir şey olmuyorsa, her şey biraz bayatlamış mıdır acaba? Tolstoy’un dediği gibi “tok bir ineğin huzuruna” ulaşmışsınızdır artık. Karnınız tok, sırtınız pek, hayatınız vukuatsızdır.

Onun için, biraz uykusuzluk o kadar da fena bir şey sayılmaz belki. İnsan değişik iklimlere, yeniliklere, hayatını anlaşılmaz kılan olaylara böyle tepki verir.

Sevdiğiniz biri yoldan geleceği zaman heyecandan gözünüzü kırpmadığınız geceleri, tam dalacakken aklınıza gelen iyi bir fikir nedeniyle ayakta geçirdiğiniz saatleri, ya da vakit kaybı olacağını düşündüğünüz için uyumamayı tercih ettiğiniz zamanları düşünün. Hepsi kayda değer anlardır.

Her uykusuzluk bu kadar keyifli olmaz biliyorum. Kimi sadece yorucu ve sıkıcıdır. Ama yorgunluktan kızarmış gözlerinizle yatakta oradan oraya dönüp duruyor olsanız bile, yine de sevinebilirsiniz.

Demek ki bir şeyler oluyordur sizin yakada. Belli ki hayattasınızdır.

Tuesday, January 11, 2011

Özünde iyi biri...


10 Ocak 2011
BirGün

Tess D’urberville Thomas Hardy’nin en iyi romanı değildir belki. Mesela Adsız Sansız Bir Jude varken, Tess’e de ne oluyor, diyenler olabilir. Onlara sonuna kadar hak veririm. Ama okuduğum ilk romanı olduğu için mi, yoksa hayata dair hissiyatım henüz pamuk helva kıvamında iken, Nastassja Kinski’nin başrolünü oynadığı Polanski filmine maruz kalıp da darmadağın olduğum için mi, Tess’in yeri ayrıdır benim için.

Hardy, insanın boğazında yumrular oluşturmayı çok iyi bilir. Düşkırıklığının virtüözü, canyakıcı sahnelerin uzmanıdır. Öyle çokbilmiş ve burnu havada İngiliz yazarlarından değildir. Ailesinin fakirliği yüzünden üniversiteye gidememiş, daha çocuk yaşta iken bir inşaatçının yanına çırak olarak verilmiştir. Ama bir çok eğitimli yazara taş çıkarır Hardy. Unutulmaz sahneler yazmıştır kolayca unutulabilecek insanlara dair. Kenarda köşede kalmış karakterlerin yazarıdır o. Kimsenin aldırmadığı, taşralı ve yoksul insanların hikayesini yazar.

Tess de böyle biridir. Küçük bir köyde büyür. Romanın başında bir yanlış anlama nedeniyle, kendini akrabası zannettiği zengin insanların yanında hizmetçi olarak bulur. Evin beyi Alec D’urberville onu baştan çıkarır. Bu ilişkinin sonunda bir çocuğu olur ve ölür. Bu korkunç olayın ardından ismi gibi meleksi bir genç adamla, Angel’la tanışır Tess. Ona aşık olur. Ama geçmişini öğrenirse Angel’in kendisini terk edeceğini düşünür. Yine de bunu saklamayı kendine yediremez. Sevgilisine başına gelenleri anlatan bir mektup yazar ve kapısının altından atar. Ama mektup gidip halının altına sıkışır. Böylece, Angel mektubu hiç okumadan Tess’le evlenir. Tess ise kocasının onu her şeye rağmen sevdiğini düşünüp sonunda mutlu olmaya hakkı olduğuna inanır.

Bir Hardy karakteri için en büyük hata da budur zaten. Mutlu olabileceğine inanmak.

Bunu takip eden sahnede, ikisini evlerinde sofranın başında görürüz. Angel karısına bir itirafta bulunmak istediğini söyler. Onunla evlenmeden önce olgun bir kadınla ilişkisi olmuş ve daha sonra bundan pişmanlık duymuştur. Tess de bundan cesaret alıp mektupta yazdıklarından söz eder ona. Ama mektubun varlığından haberi bile olmayan Angel, bunu duyunca öfke krizi geçirir ve lekelenmiş bir kadın olarak gördüğü Tess’i iyice bir hırpaladıktan sonra çekip gider.

Mektubunun yerine ulaştığını ve koşulsuz bir şekilde sevildiğini düşünen Tess’in şaşkınlığı ve onu izleyen hayalkırıklığı unutulur gibi değildir. Onunla beraber ben de hayret ederim. İki dakika önce benzeri bir nedenle Tess tarafından affedilmeyi bekleyen, onun kucağına yatıp pişmanlık gözyaşları döken Angel, nasıl bu kadar acımasız bir adam haline gelebilmiştir?

Yine aynı temaya geri dönüyoruz belki ama, bu sahne, kendi hayatımda yerine ulaşmayan mektupları hatırlattığı için olacak, beni incitir her seferinde.

Angel gibi insanlardan korkarım. Bunlar kendilerine bir ahlâki saflık, bir güzellik, bir incelik biçerler. Oysa herkes gibi onların da günahları vardır. Ama lekesiz olduklarını düşünmek isterler. Hatta buna inanırlar. Halbuki onlar belki herkesten daha çirkindirler. Kendilerine gösterdikleri hoşgörüyü başka kimseye tanımamış, hatta “ahlâk polisi” kesilmişlerdir. Çünkü bu “ince ruhlu” insanlar tavizsiz ve tahammülsüzdür aslında. Hemen inciniverirler, dünya yaralar onları. Dayanamazlar. Yazık.

Bu insanların öfkesine maruz kalanlar, belki de başka bir şey söyleyemedikleri için, “özünde iyi biri” diye tarif ederler onları. Oysa, “özünde” iyi olmak yeterli değildir. İyilik başka insanları da ilgilendiren bir şeydir. İlişkisel bir şeydir. Öyle evinizde tekbaşına duvarlara bakarak “iyi biri” olamazsınız. Önemli olan, bir ilişkinin içindeyken iyi kalmayı başarıp başaramadığınızdır.

Onun içindir ki, Angel gibiler belki de en “kötü” insanlardır. Değil mi ki, bomboş dünyalarında meleksi hayaller kurmakla kalmayıp tepemize yargıç kesilmişler ve bize iyi olanı vaaz etmişlerdir.

Gönül indirip biz günahkarlar arasına inseler, belki bunu yüzlerine bile söyleyebiliriz.

Sunday, January 02, 2011

Kırık Kalpler ve Kabuklular



BirGün / 13:19 02 Ocak 2011

Partilerden, toplaşmalardan, kalabalık yemeklerden korkarım. Buluşmalarda sayı üç dört kişiyi geçtiği zaman sersemleyen, her eğlentiden sonra eve gidip saklanarak yeniden insan içine çıkmak için gereken gücü toplamaya çalışan biri için kalabalık bir partiyi hayal etmek bile yorucudur. Yılbaşı eğlenilmesi gereken gecelerin başında gelir. Ondan özellikle çekinirim.

Ne yılbaşı gecelerim var, hepsi unutulsalar yeridir. Herhalde en güzeli, lisedeyken gitmeyi çok istememe rağmen kaçırdığım yeni yıl partisiydi. O partiyi zihnimde öyle allayıp pullamışım ki, bir tek ondan vazgeçemiyorum. Diğerleri ise hep aynı: Yorgunluktan çocuk odalarında uyuyakaldığım ya da kuytu bir köşede gizlenip sigara içerek dakikaları saydığım hepsi birbirine benzeyen geceler.

Geçen hafta bir yılbaşı partisine davet edildiğimizde, bütün bunları hatırlayarak endişeyle titredim. Eyvah dedim kendi kendime, yine bir köşede huysuz huysuz duracağım, yanlış insanlarla konuşmaya çalışacağım, birileri sarhoş olup üzerime içkisini boca edecek, ya da daha kötüsü ben aynısını bir başkasına yapacağım. Fakat reddetmek mümkün değildi. Söylene söylene parti evine doğru yürürken, en azından bu kez hayal kırıklığı olmayacak diye düşündüm, çünkü neyle karşılaşacağımı biliyorum.

Yanılmamışım. Hep aynı küçük konuşmalar, ‘Ne iş yapıyorsunuz’lar, ‘Elbisenize bayıldım’lar, tabağını ikinci kez doldurmalar, buna dair şakalar yapmalar, tatlı ortaya çıkınca atılan çığlıklar, ev sahibine övgüler, tabak çanak şıkırtıları, gitgide yükselen sesler, ‘Birisi müzik koysun’lar, ‘Halıyı kaldıralım’lar…

Bir süre diğer konuklar arasında dolaşıp konuşulanları dinledikten sonra, onlara katılmanın olanaksızlığına ikna olup bir köşeye çekildim. Azıcık sağa sola bakındım. Sonra yanıbaşımdaki kitaplığa gözüm ilişti. Bir de farkettim ki, orada eski bir dostum duruyordu. Biraz yıpranmış, biraz yaşlanmış, üstü başı hırpalanmış, ama tanınmayacak halde değil. İşte o eski günlerden bildiğim sevdiğim, senelerce çantamda taşıdığım Pablo Neruda. Yabancı bir sürü kitabın arasına sıkışıp kalmış. İncecik ve zarif.

Etrafa şöyle bir göz attım, kimse yokluğumu farketmemiş gibi görünüyordu. Herkes konuşmaya dalmış içkilerini yudumluyor, yemek odasından gelen sesler arada bir kahkahalarla bölünüyordu. Kitabı yerinden oynattım. Kolayca sıyrılıp geldi elime. Bir süre sevinçle avcumda tuttum onu. Farklı bir baskıydı bu. Ama oydu işte: “20 Aşk Şiiri ve Umutsuz Bir Şarkı.” Hangi sırada hangi şiirin beni karşılayacağını bilmenin rahatlığıyla okumaya başladım.

Aslında şiirden çok anlamam ben. Aşk şiirlerine de özel bir düşkünlüğüm yoktur. Hatta bir çoğunu sıkıcı ve yavan bulurum. Ama Neruda başkadır. Daha ilk sayfadan beni ele geçirdi yine. Yirminci şiire gelene kadar durmadım. Kitabı tanıyanlar, bu son şiirin benim diyen şiir düşmanını bile dize getirebilecek kadar dokunaklı bir ayrılık hikayesi olduğunu bilir. “Bu gece en hüzünlü şiiri yazabilirim,” diye başlar Neruda “Sevdim ben onu, o da beni sevdi bir ara.”

“Bir ara sevmek” nasıl bir şeydir acaba diye düşündüm. Bir an bile ayrı kalmaya dayanamazken, bir gün nasıl olup da yürüyüp gidebiliyorduk? Aynı insan olmaktan vazgeçiyorduk belki. Sevdiğimiz birini geride bırakmaya karar verdiğimizde, başka biri olmaya razı oluyorduk aslında. Yalnızca onun gözünde değil. Kendimiz için de başka biri oluyorduk artık. “Aynı gece ağartıyor aynı ağaçları/bizler, ah, o zamanki bizler değiliz ama,” diyordu Neruda.

Geride bıraktığım senelere bir de buradan baktım. Arkada kalan kırık kalplerden olduğum zamanları hatırladığım gibi, kabuklulardan biri haline geldiğim ve dönüp bakmadan yürüyüp gittiğim anları da düşündüm. Her dönemeçte başka bir ben duruyordu. Hiç biri bana benzemiyordu. Çünkü bütün gücümü onları unutmak için harcamıştım.

Yine şiire döndüm. O meşhur dize sayfanın sonuna yakın bir yerden bana bakıyordu: Es tan corto el amor, y es tan largo el olvido (Ne uzundur unutuş, ah ne kısadır sevda). Bu kadar basit bir şekilde dile getirildiği için mi, yoksa tamamen doğru olduğu için mi bilmiyorum, her zamanki gibi yerini buldu.

Salondan beni çağırdılar. Kitabı kapatıp kalktım. Aklımda Neruda’nın şiiri kalabalığa karıştım.