Sunday, February 27, 2011
T-Rex ile Öğle Yemeği
BirGün
27 Şubat 2011
Çocukluğumun keyifli kitaplarından biri, bir bilim adamı ve ekibinin eski bir elyazmasında buldukları şifrenin peşinde İzlanda’ya gidişlerini ve orada sönmüş yanardağ Sneffels'in kraterinden dünyanın merkezine inişlerini anlatır. Yolculuk boyunca başlarından bir çok macera geçer. Sonunda arzın merkezine ulaştıklarında, aslında zamanda bir yolculuk yaptıklarını farkederler. Çünkü onları orada milyonlarca yıl önce yaşamış canlılar, dev bitkiler ve dinozorlar beklemektedir.
‘Arzın Merkezine Seyahat,’ Jules Verne’in en popüler romanlarından biri olmayabilir. Belki de yaptığı tahminlerde yanıldığı için böyledir bu. Yerkabuğunun derinliklerinde erimiş kayalardan başka bir şey bulunmadığını bilerek büyüyen bir nesil için, bu hikaye ilk anda saçma gibi görünebilir. Ama gitgide yükselen temposu ve birbiri ardına gelen sürprizleriyle gayet iyi bir macera romanıdır aslında. İlk okuduğumda bana uzun uzun hayaller kurdurduğunu hatırlıyorum.
Bütün çocukluğunu gözüpek kâşiflerin hikayelerini okuyarak geçirmesine rağmen, büyüyünce benim kadar pısırık çıkan biri daha var mıdır acaba? Yaşım ilerledikçe çocukluğumdaki maceracı damarım kabarır belki diye bekliyorum ama nafile. Hiç bir şey olduğu yok.
Hatta daha da beter oluyorum. Şimdilerde gündelik olaylar bile bana dünyanın en büyük macerası gibi görünmeye başladı. Mesela geçenlerde havuza kaydoldum. Eskiden beri yüzmeyi çok severim. Bir süredir de aklımdaydı. Sonunda gidip yazıldım. Ama bu basit iş bile büyük bir meseleye dönüştü.
İlk gün cesaretimi toplayıp spor salonunun karşısına dikildim. Baktım ki, bir sürü kapısı var. Girişi bulana kadar binayı bir kaç kez tavaf etmek gerekti. Binanın içinde de bir iki tur attıktan sonra, sonunda soyunma odasını buldum. Ve fakat o da nesi? Burası erkeklerin bölümüydü. Kendimi can havliyle dışarı attıktan sonra, bu sefer daha güvenli bir yöntem izlemeye karar verdim. Kızları takip edecektim. Elbette birisi beni istediğim yere götürecekti. Bu yöntemle önce soyunma odasına ardından da havuza ulaştım. Ama dönüşte bir daha kayboldum. Bu da yetmezmiş gibi, dolabımın kilidini açamadım. Sağa 13, sola 25, sonra yine sağa… Bir kaç kez denedim, olmadı. Şifreyi tutturamayınca, izlediğim banka soygunu filmleri aklıma geldi. Çoğunda kasayı patlatırlardı. Yok, bunu yapamazdım. Bir ara acaba üzerimdeki ıslak mayoyla eve doğru bir koşu tuttursam mı diye düşündüm. Sonunda birisi halime acıyıp beni kurtardı. Dolabım açılınca derin bir nefes aldım. Çizgili gömleğim ve eski kot pantalonumu gördüğüme hiç bu kadar sevinmemiştim.
Bütün bunlar bir gün için çok fazlaydı. Yorulmuştum, acıkmıştım, onurum zedelenmişti. Bir sandviç alıp Paleontoloji Müzesi’nin önüne gittim. Merdivenlere çöküp sandviçimi kemirirken bir yandan da şunu düşündüm: Hayat bu kadar zor olmamalıydı. Başkaları nasıl yapıyordu peki? Bütün bu merhalelerden yara almadan geçebiliyorlar mıydı? İlk kez girdiği binada aradığı odayı eliyle koymuş gibi bulan, yürüyen merdivene tereddüt etmeden atlayan, ya da tuvaletten kalkınca arkasında patlayan otomatik sifon sesini duyduğunda hiç istifini bozmayan insanlar nerede yaşıyordu?
Paleontoloji Müzesi’nin önünde değil herhalde. Çünkü orada sadece ben vardım. Bir de T-Rex.
Bir süredir öğle yemeklerimi T-Rex ile beraber yiyorum. Bana iyi geliyor. T-Rex, dev cüssesinden beklenmeyecek kadar yumuşak ve iyihuylu biri. Bir yemek arkadaşı olarak da mükemmel. Fazla konuşkan sayılmaz. Yaşlı, sessiz ve güvenilir. Düşünüyorum da, biraz kemikli olmasının dışında hiç bir kusurunu göremiyorum.
‘Arzın Merkezine Seyahat’ ile büyüyüp maceralarla dolu bir ömür geçirmeyi uman bir çocukken, sonunda kendimi bir müzenin önünde dev bir iskeletle arkadaşlık ederken bulmamın acıklı bir son olduğunu düşünenler olabilir.
Bense kendimi tümüyle yenilmiş saymıyorum. Sonuçta benim hikayem de bir dinozorla bitiyor.
Sunday, February 20, 2011
“Fani hayatımın sona erdiği şu anda…”
BirGün
20 Şubat 2011
Bu hafta gazetelere bakarken, gözüme garip bir hikaye ilişti: Trabzon’un Tonya ilçesinde hayatını kaybeden 88 yaşındaki emekli imam Mehmet Ali Öner, ölmeden bir hafta önce bir veda mesajı kaydetmişti. Buraya kadar sıradan bir hikaye gibi görünebilir. Ancak, Mehmet Hoca salâsını kendisi verdiği gibi, ölüm duyurusunu da kendi sesiyle bir zamanlar imamlığını yaptığı camiden yayınlamıştı: "Bu bir ölüm ilanıdır. Ben Tonya’nın Büyükmahallesi’nden Kalkuzoğlu Mehmet Ali Hoca. Şu anda fani hayatım sona ermiştir. Yüce yaratanın bol rahmetine kavuşmuş bulunuyorum.”
Mehmet Ali Hoca’nın toprağı bol olsun. Öteki taraftan seslenip veda etmek istediğine göre, bize düşen de bu selamı alıp ona rahmet dilemektir elbette.
Ölümle yaşam arasındaki sınırı zorladığı için olsa gerek, bu hikaye bana Latin Amerika edebiyatının alamet-i farikası olan ‘büyülü gerçekçilik’ akımını hatırlattı. Mehmet Hoca’yı bir Marquez karakteri olarak düşündüm ve bu durumu hiç yadırgamayacağıma karar verdim.
Fakat aklıma Marquez’den önce, Brezilyalı yazar Machado de Assis ve onun şaşırtıcı romanı ‘Memórias Póstumas de Brás Cubas’ (Brás Cubas’ın Ölümden Sonraki Hatıratı) geldi. Adının da işaret ettiği gibi, ölümünden sonra hatıralarını kaleme almaya karar veren bir karakterin ağzından anlatılan bu hikaye şöyle başlar: “Bir müddet bu anılara başından mı yoksa sonundan mı başlamalıyım, yani önce ölümümü mü yoksa doğumumu mu anlatmalıyım, diye kafa yordum. Ancak, teamül doğumdan başlamayı gerektirdiği için, farklı bir metot izlemeye karar verdim: malum bendeniz ölü bir yazar değil, sonradan yazar olmuş bir ölüyüm.”
Daha bu açılıştan çok garip bir kitapla karşı karşıya olduğumuzu hissederiz. Kitabın baş kişisi Bras Cubas hiç bir şeyi genelgeçer kabullere uygun yapmayacaktır belli ki. Zaten ölümünden sonra da teamüle uymamış ve başkaları gibi ‘nihai istirahatgâhına’ çekilmek yerine hayatının hikayesini bize aktarmayı tercih etmiştir.
Huzursuz bir karakterdir Bras Cubas. Dostoyevski’nin Yeraltı Adamı ölmüş de, öteki taraftan konuşmaya devam ediyormuş gibi gelir insana bazen. Hayatı yarım bırakmak zorunda kaldığı için iyice huysuzlaşmıştır. Söyleyecek bir sürü şeyi vardır. Üstelik yaşarken hissettiği zorunluluklar ve sıkıntılardan da ölümle beraber sıyrılmıştır. Meydan onundur yani. Ona göre, ölü bir adamın en büyük erdemi açıkkalpliliktir. Hayattayken başkalarının yargıları, çıkar çatışmaları ve hırslı mücadeleler bazılarımızı ‘kirli çamaşırlara’ göz yummaya iter: “Oysa ölüm, ne büyük bir değişiklik sağlar insana! Ne ferahlık! Ne özgürlük! Sevgili fani beyler ve hanımlar, sizi uyarmak isterim, ölülerin küstahlığı kadar ölçüsüzü yoktur.”
Artık dünyanın bütün zamanı onundur ve istediğini söyleyebilir. Ama yine de mesele tamamen çözülmüş sayılmaz. Çünkü Bras Cubas farkeder ki, bir şey anlatıyorsanız, zamanınız ancak dinleyicinizin vakti kadardır. Ölü de olsanız böyledir bu. Bir yerde düpedüz isyan eder bu duruma: “Bu kitabın en büyük defosu sensin, ey okuyucu! Sen hızla yaşlanıyorsun ve kitabım ilerlemek bilmiyor.”
Zamana karşı yazdığını farkettiği andan itibaren, yazma sıkıntısının bütün merhalelerini birer birer yaşar Bras Cubas. ‘İşe yaramazlık’ adlı bölüm şöyle başlar mesela: “Yanılıyor olabilirim ama biraz önce galiba tamamen işe yaramaz bir bölüm yazdım.”
Yavaş yavaş anlarız ki, ölümden sonrasının hikayesi olsa bile, Machado de Assis’in romanı zamana dair bir kitaptır aslında. ‘Unutuluş’ başlıklı bölümde, bu his iyice kuvvetlenir. Hepimiz sonu ‘unutuluş’la bitecek bir yolculuğa mahkumuz, der Bras Cubas. Ölümün anlamı da bu değil midir? Zaman her şeyin üstünü örtecek ve izleri silecektir.
Hayat kısa, unutuluş sonsuzdur. O zaman neden geri dönüp son bir iki şey söylemek isteyelim ki?
Ölüme karşı elimizdeki tek şeyin ‘söz’ olduğunu bildiğimiz için mi?
Not: Geçen hafta için özür dilerim. Belki bu bilgiyi verirsem beni affedersiniz. İnternet’ten bulabildiğim kadarıyla Machado de Assis’in romanı, Ertuğ Altınay tarafından ‘Mezarımdan Yazıyorum’ adı altında çevrilmiş ve İş Bankası Yayınları’ndan çıkmış.
Wednesday, February 09, 2011
Dünyayı 'şaşırtan' on gün
BirGün
6 Şubat 2011
Mısır’daki halk ayaklanması başladığından beri aklımda hep aynı sahne var. John Reed’in ‘Dünyayı Sarsan On Gün’ adlı kitabından Sergei Bondarchuk’un aynı adla uyarladığı filmin belki de en meşhur sahnesi. Hani şu Marksist öğrenci ile işçinin tartışmasını hikaye eden sahne. Öğrenci işçiyi karşısına almış uzun uzun anlatmaktadır. Onun kendi kardeşlerine ve memleketine karşı ihanet içinde olduğunu söylemektedir. Lenin’in Alman ajanı olabileceğini, Bolşevik ayaklanmasının gerçek devrimi tehlikeye attığını iddia etmektedir. İşçi ise öğrenci kadar eğitimli ve bilgili değildir. Ama bir meseleyi belli ki çok iyi anlamıştır. Öğrencinin bitmez tükenmez sorularından fırsat bulduğunda hep aynı şeyi söyler: “İki sınıf vardır: Burjuvazi ve proleterya. Sen hangisinden yanasın?”
‘Dünyayı Sarsan On Gün’ü üniversite öğrencisiyken seyretmiştim. Bir arkadaşımla gitmiştik filme. Çıkışta bu sahneye dair ateşli bir tartışma yaşandığını hatırlıyorum. Ben hayatı anlamak için bu bilginin yeterli olmadığını söylüyordum. Filmde insanların tek tek hikayelerine pek fazla yer verilmemişti. Kalabalık sahneleri ve görkemli görüntüleriyle meşhur bir filmdi. Bu yaklaşımın filmin her yerine sızdığına ve olaylar gibi insanların da biraz kaba hatlarla çizildiğine inanmıştım. Arkadaşım ise, o kaba hatların gerekli olduğunu, çünkü tarihin bazı anlarında hayatın böyle bir seçimden ibaret kalacağını söylüyordu. Ona göre devrim olduğunda tereddüte yer yoktu. Harekete geçebilmek için hangi tarafta olduğunu bilmek yeterliydi.
O zaman ikna olmamıştım. Uzun uzun konuştuğumuzu hatırlıyorum. Oysa, Mısır’daki ayaklanma ile birlikte bu seçimin ne kadar önemli olduğundan başka bir şey düşünemez oldum. Yapılan bütün yorumlar, yazılıp çizilenler tam da bu noktada bağlanıyor gibi geliyor bana.
Mısır’daki ayaklanmayı yeterince ‘medeni’ yeterince ‘beyaz’ bulmayanlar, şu ana akılları neredeydi deyip Mısırlıları gecikmiş bir devrimin neferleri olmakla itham edenler, ya da bu halk isyanının sağlam bir ideolojik temel üzerine oturmadığı için Müslüman Kardeşler tarafından ele geçirilip İslami bir rejimle sonuçlanacağından korkanlar, hepsi aynı küçük ama önemli detayı kaçırıyor olabilir mi?
Bunların tümü mümkün elbette. Buna bir itirazım olamaz. Evet, Mısırlılar otuz senedir totaliter bir düzen altında yaşamış ve bu vakte kadar pek de seslerini çıkarmamışlardır. Ya da bu isyan yolundan sapabilir. Kuvvetle muhtemeldir ki, dönemin baskın siyasi hareketi bu ayaklanmayı ele geçirecek ve onun kendisinin kılmak isteyecektir. Siyaset budur. Hep böyle işlemiştir.
Bütün bunları beğenmesek de, bu ayaklanmaya ‘ideolojisiz’ diyemeyiz. Bizi anlatmıyor diye, biz bu isyanın alacağı şeklin içinde beğeneceğimiz bir köşe bulamayacağız diye, böyle bir ayaklanmaya yön verebilecek kadar güçlü olamadık diye, onu karalayamayız, küçümseyemeyiz. Özgürlük ve adalet talebi ile ayaklanan insanlara bir avuç çapulcu muamelesi yapamayız.
Bu isyanın ideolojisi ‘Dünyayı Sarsan On Gün’deki işçinin söylediği kadar basittir. Bir tarafta diktatörlerle para babaları vardır, öteki tarafta da açlıkla yüz yüze kaldığı için ayaklanan halk. Hangisini seçeceğimize ‘pardon, sizin eğitiminiz neydi?’ diye sorarak karar verirsek, ayıp etmiş olmaz mıyız?
'Dünyayı Sarsan On Gün'de işçi ile öğrencinin tartışması şöyle sonlanır. Öğrenci konuşur da konuşur, bir dolu şey anlatır, olayın sanıldığından çok daha karmaşık olduğunu işçiye aktaramadığı için gitgide öfkelenmektedir. Sonunda “sen cahilin, köylünün tekisin” der ona, “devrimden ne anlarsın ki?” İşçi ise kendinden emindir. Hiç sinirlenmez. Sıra ona gelince der ki: “İki sınıf vardır. Birinden yana değilsen, ötekinden tarafsın.”
Bence sokaklara dökülen Mısır halkının bize söylediği de budur. Onlara akıl öğretmek yerine seslerine kulak verirsek duyabiliriz belki.