Sunday, June 26, 2011

Kralın Tüm Adamları


BirGün
26 Haziran 2011

Robert Penn Warren’ın iki kez filme çekilen romanı “Kralın Tüm Adamları,” 1930ların Amerika’sında Güneyli bir avukatın yükselişinin ve düşüşünün hikayesidir.

Willie Stark sokaktan yetişmiş bir adamdır. Yoksulların her gün biraz daha yoksullaştığı bir dünyadan gelir. Aç karnına yatmanın, itilip kakılmanın, işini kaybetme korkusuyla yaşamanın ne anlama geldiğini herkesten daha iyi bilir. Öykünün başında onu, ihmal yüzünden çöken ve üç çocuğun ölümüne neden olan bir binanın ihalesindeki usulsüzlükleri ortaya çıkarmaya çalışırken görürüz. Valiliğe aday olması da bundan sonradır. Kazanabileceğiyse kimsenin aklına gelmez.

Oysa Stark kaybedecek biri değildir. Her biri yerleşik aristokrat ailelerden gelen adayları geride bırakıp vali seçildiğinde, hep beraber seviniriz. Sonunda Güney’in toprak ağalarını değil de köylülerini temsil edecek biri çıkmış geciken adaleti talep etmektedir. Ancak kısa sürede anlaşılır ki, Willie Stark için amaca giden yolda her şey mübahtır. Ahlaki tereddütleri zaman kaybı olarak görür. Bir yandan yoksullar için hastaneler ve okullar yaptırırken, bir yandan da türlü çeşitli ayak oyunlarıyla rakiplerini bertaraf eder. Edemediklerini de tehdit ve şantajlarla sindirir. O yoksul avukat gitmiş, yerine yükselme hırsıyla dolu bir politikacı gelmiştir.

Gücü bulanın “kendini kaybetmesi” yeni bir hikaye değildir. Ama kendisi değişip dönüşürken, düşmanları gibi dostlarını da mahveder Stark. Bunların başında da hikayeyi bize nakleden idealist gazeteci Jack Burden gelir. Burden varlıklı ve nüfuzlu bir ailenin çocuğudur. En iyi kolejlere gitmiş, en büyük gazetelerde yazmıştır. Ama Stark’daki başarma arzusunun binde biri yoktur onda. Aksine, bir “kaybeden” olarak resmedilir. Başladığı hiç bir işi bitirememiş, sevdiği kadını bile hayatında tutmayı başaramamış, her anlamda “iktidarsız” bir adamdır.

Belki de bu nedenle valinin gücünden etkilenir ve onun adamlarından biri haline gelir. Bunun bedelini değer verdiği her şeyi ve herkesi kaybederek ödeyecektir. Filmin bir sahnesinde Stark’ı canlandıran Sean Penn insanı kahredecek bir doğallıkla şunu söyler: “Ben böyleyim. Sen de öylesin. Onun için birlikteyiz.” Anlarız ki, Burden gibi insanlar Stark gibilerin yanında olsunlar diye yaratılmışlardır. Kralın adamlarıdır onlar. Krallar olduğu sürece, onlar da olacaktır.

Yine de hikayenin her aşamasında gazetecinin çekip gideceğini umarız. Burden’ın neden bu yozlaşmış adamın yanında durmakta ısrar ettiğini anlayamayız. Valinin bütün kirli oyunlarını görmesine, hatta bazılarının parçası haline gelmesine rağmen, onu son ana kadar terketmeyecektir.

Bu sadakati basiretsizlik ya da sıradan bir yağcılık olarak okumak mümkündür elbette. Ama bence böylesi bir tür kolaycılık olur. Gazetecinin valinin yörüngesinden çıkamadığı doğrudur. Fakat onu bırakmamasının esas nedeni bir çıkar umması değil, geçmişiyle hesaplaşamamış olmasıdır. Kendi sınıfının riyakarlığından hararetle nefret eder, Burden. Beğenmediği ama değiştirmek iradesini gösteremediği dünyadan da. Hepsi ona geçmişteki başarısızlıklarını hatırlatır. Bir zamanların idealisti, olabileceği en kötü şey haline gelmiştir: yalnızca bir izleyicidir o artık. Hem de başkasının iktidarına alkış tutan bir izleyici.

Bilmediği şudur ki, seyrettiği kendi felaketidir aslında. “Kralın Tüm Adamları”nda Vali Stark “dostu” Burden’a son darbeyi, bu düşkün aristokratın hayatı boyunca vazgeçemediği çocukluk aşkını baştan çıkararak vurur. Burden romantik hayallerin, büyük ideallerin adamıdır. Belki de bu nedenle bir türlü eyleme geçememiş, her şeyin mükemmel olacağı anı beklemiştir. Öteki ise muhtemelen kızın önüne diz çökmüş ve “Onursuzunum senin,” demiştir, “her şeyi yapabilirim.” Öyle de olacaktır zaten. Onursuz yani. İlk fırsatta satacaktır o aşkı. Ama kız onunla gidecek, o da oyunu kazanacaktır.

Bizim memlekette de kimileri, parmaklarının arasından kayıp gidiveren o kızın ardından bakar dururlar hala. Yok olup giden onların gençlik sevdası, idealleri, en büyük hayalleridir. O kız ki, aslında onlarındır. En çok onlar sevmiştir onu. En çok onlar düşünmüştür. Masum birer çocukken kulağına güzel sözler fısıldamış, gözlerine bakıp güzel günler ummuşlardır. O kız ki, ellerini uzatsalar dokunacaklardır sanki. Ama şimdi bir başkasına gitmiştir işte.

Doğrudur, kimisi yerini sağlamlaştırmak arzusuyla bağlanır iktidara. Ya da korkuyla diz çöker önünde. Ama “kralın tüm adamları” aynı değildir. Bazıları da işte bu kayıp hissiyle eklemlenir ona. O kıza dokunabilmek için. Başkasının eliyle bile olsa. Bir an için bile olsa.

En kötüsü de bu değil midir?

Sunday, June 12, 2011

Bazı hassas meseleler...


BirGün
12 Haziran 2011

‘Not Defteri’ni neredeyse üç senedir yazıyorum. Uzun zaman olmuş. Bu işe vesile olan arkadaşım Selami (İnce), köşe yayınlanmaya başladıktan bir kaç hafta sonra “Hadi ama, ne zaman okur mektupları yazısı yazacaksın?” diye takılmıştı. Adettenmiş. Belli bir zaman sonra muhakkak okuyucu ile ilgili bir yazı yazılırmış.

Her konuda olduğu gibi, bunda da gecikmiş durumdayım. Kusura bakmayın.

Gelen mektuplardan anladığım kadarıyla bu köşeyi düzenli bir şekilde takip eden bir okuyucu grubu var. Sayıca pek kalabalık olmayabilirler. Ama gösterdikleri bağlılık akıl alır gibi değil. Onun için hemen burada teşekkür etmek isterim. Bu konuda, büyük gazetelerde çalışanlar da dahil olmak üzere çok az yazarın benim kadar şanslı olduğunu düşünüyorum.

Her hafta bir iki satır yazanlardan tutun da, arada bir yoklayıp halimi hatrımı soranlara ve hatta kibarca hatalarımı düzeltenlere kadar çeşit çeşit okuyucum var. Kimi zaman teşekkür mesajları alıyorum. Bazen de sitem edenler oluyor. Ama hep tatlı tatlı. Edebiyatla ilgili yazıyor olmanın ödülü müdür bu? Herhalde.

Okur mektuplarına elimden geldiğince cevap vermeye çalışıyorum. Yazarak beni rahatsız ettiğini düşünenleri temin ediyorum: Hayır, zamanımı almıyorlar. Aksine ses verdiklerinde memnun oluyorum. Beni kimlerin okuduğunu merak ediyorum çünkü. Severek okuduğum bir blogcunun dediği gibi, “İnsan okusun diye yazıyoruz bunları!”

Benim okuyucum da her şeyden önce “insan,” çok şükür. Kimi zaman öyle mesajlar alıyorum ki, gözlerim doluyor.

Fakat mektuplar her telden çalıyor tabii. Bunların arasında fikir bildirenler olduğu gibi soru soranlar da var. Siyaset, psikoloji, hayat bilgisi. Her yerden soru geliyor. Çoğu kez bilmediğim şeyler. Ama hiç bunları kendime dert etmiyorum. Benim bir dolu öğrencim var. Hayatta bir konuda başarılıysam, o da budur. Öğrenci zenginiyim ben. Hepsi farklı alanlarda at koşturuyorlar. Ben de okuyucuları onlara yönlendiriyorum. Şimdiye kadar şikayet eden çıkmadı. Demek ki, bu sistem işliyor.

Arada bir şahsi sorular da geliyor. Aslında onları da öğrencilerime havale etmek geçiyor içimden. Böylesinin herkes için daha eğlenceli olacağından eminim. Mesela “Evli misiniz?” diye soranları evlendiğimi duyunca “Bu kadar Emma Goldman’ı boşuna mı okuttunuz?” diyerek bana küsen bir öğrencime, “Neden hep beceriksizliklerinizden bahsediyorsunuz?” diye soran arkadaşı da derste yaslandığım kürsünün yavaş yavaş elimin altından kaymasıyla kendimi yerde bulduğumda beni kaldırmak için fırlayan (fakat gülmekten iki büklüm olduğu için kürsüye ulaşamayan) bir diğerine yönlendirmek isterim. Meseleyi benden daha iyi izah edecektir diye düşünüyorum. “Canınız ne çekiyor? Türkiye’den bir şey ister misiniz?” diye soranlar, sizi unutur muyum? Deniz kenarında lokanta açmak isteyen bir öğrencim var, tanısanız seversiniz. Siz yemekleri söyleyin, ben geliyorum.

En sık sorulan soru ise şu: Bir kitabınız var mı? Yoksa bu konuda ne yapmayı düşünüyorsunuz? Bu soruya cevap vermek zor. Bir çok nedenle. Bir kitabım yok çünkü a) tembelim, b) korkağım, c) bu konuyu konuşmuyoruz, d) daha fazla sormayın e) hepsi.

Hassas mesele. Ama aşağıdaki hikaye kadar değil.

Memleketten ayrılmadan önce öğrencilerimden biri elime küçük bir paket tutuşturdu. “Bunu eve gittiğinizde açarsınız, olur mu hocam?” dedi. Eve geldiğimde, dayanamayıp hemen baktım. Paketin içinden bir kitap çıktı. Üzerinde ismim yazıyordu. Zarif düzgün bir yazıyla. Kitabı açtım, içinde daha evvel bu köşede okuduğunuz denemelerin bir kısmı vardı: “İncelikler Yüzünden” başta olmak üzere hepsi yine aynı güzel elyazısıyla bir bir kaydedilmişti. Kitabın arasında bir de mektup buldum. Öğrencim, bu kitabı hazırlamayı uzun süredir planladığını, ama cilt yapmayı öğrenmesi gerektiği için bunun biraz zaman aldığını, yine de ben gitmeden yetiştirebildiği için mutlu olduğunu söylüyordu.

Elimde kitabımla bir süre öylece oturdum. Hep beklediğim an demek böyle gelecekti. İşte bunu düşünememiştim. Şaşkınlığımı atlatınca kitabı evirip çevirdim. Ebrulu güzelim cildini okşadım, sayfalarını karıştırdım. Ardından yazıları sanki ilk kez görüyormuşum gibi birer birer okudum. Sonunda, kapağını kapatıp bir çekmeceye yerleştirdim. Hâlâ orada duruyor.

Soruyu baştan almak gerekirse, sevgili okuyucum, kitabım var mı? Evet var. Bir tanecik. Onu hazırlayan öğrencim gibi.

Bir Bilene Soralım - Bölüm VI: Dostoyevski ve Nabokov




William S. Burroughs’un Yumuşak Makine’si memleketimizin örf ve adetlerine uymadığı için İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından soruşturmaya uğratıldıktan sonra, Chuck Palahniuk’un Ölüm Pornosu adlı romanının çevirmeni Funda Uncu Irklı da merkeze götürülünce dünya yazarları arasında panik çıktı. Afili muhabirimiz, Milli Eğitim Bakanlığı’nın okullara önerdiği 100 Büyük Eser arasında kitabı olan yazarlara bu konuda ne yapacaklarını sordu.
Afili: Sizce Türk Milletinin milli, ahlaki, insani, maddi ve manevi kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren kitaplar yazdınız mı?

Dostoyevski: Valla, elimizden geleni yapmaya çalışıyoruz. “Türk Örf ve Adetlerine Göre Yazım Kılavuzu” diye bir şey verdiler. Hepimiz toplandık uğraşıyoruz. Herkes elindeki metinleri yeniden yazıyor. Benim romanlar uzun biliyorsunuz. Kabir azabı gibi bir şey.

Nabokov: Ya ne azabı olacaktı? Burayı ne zannediyorsunuz? St Petersburg mu?

Dostoyevski: St Petersburg da koskoca bir kabristan sayılır.

Nabokov: Hep böyle büyük büyük laflar. Bir melodram, bir kasvet, bir bi şey… Nesini beğenirler hiç anlamam!

Dostoyevski: (Afili’ye) Yukarıdan Rusları çağırıyorlar deyince, bu da yanımda geldi kusura bakmayın. Tam Rus bile sayılmaz ama neyse… (Nabokov’a döner) Bayım, Milli Eğitim Bakanlığı sizin eserlerinizi de gençlere tavsiye etmiş midir acaba? Sormak isterim.

Nabokov: Henüz değil. Ama yarın ne olacağı belli mi olur? Onun için ben şimdiden oturdum Lolita’yı düzeltiyorum.

Dostoyevski: Boşuna yorulmasaydınız.

Nabokov: Hııı…

Dostoyevski: Bak dinliyor mu beni? “Hafif” bir kitap olacak, diyorum.

Nabokov: Kıskanç. Kalın kitaplar yazmakla iş bitseydi!

Dostoyevski: Zararı da olmaz herhalde, değil mi? Mesela şu şu kalabalık yemek sahnesini de olduğu gibi çıkaralım. Şarabın yerine de çay koyduk mu, tamamdır. Bak, bayağı edepli oldu!

Nabokov: Senin romanları listeye semaver yüzünden koymuşlar diye duydum. Çay içmek Türk örf ve adetlerine uyuyormuş. Japonları da kapıda pabuçlarını çıkarıyorlar diye koymuşlar. Bunu da kim düşündüyse artık! Mişima’yı okumamış belli ki. Daha çok işleri var çooook…

Afili: Konuya dönmek gerekirse, hangi romanlarınızı yeniden yazmayı düşündünüz?

Dostoyevski: Kimini hale yola sokmak çok zor. Raskolnikof’u biraz daha terbiyeli efendi biri haline getirmeye çalıştım ama zaman alıyor doğrusu. Stavrogin de pek “ailesini, vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan” bir karakter sayılmaz. Ama Budala’dan umutluyum. Bir iki sahneyi düzeltsek olacak gibi duruyor. Final sahnesinde Nastasya Filipovna’nın memeleri görünüyor muydu onu hatırlayamıyorum yalnız.

Nabokov: Görünüyordu.

Dostoyevski: Başka bir şey sorsam bilmez. Aklı fikri böyle şeylerde!

Nabokov: Keşke sadece final sahnesinde olsa. Neyse, nasıl olsa onun da çaresini bulursun sen. Memeleri çıkar yerine çay bahçesi falan koy. Türkiye’de çok popülermiş.

Afili: Kaş göz koysanız da olur. Türkan Şoray Kanunları diyoruz biz.

Dostoyevski: O tamam da, fizik kanunlarını ne yapacağız. Ben onu düşünüyorum. Türk örf ve adetlerine uyuyorlar mı acaba?

Afili: Sizin de işiniz zor be abi! Ben tutmayayım. Zaten daha – pardon – Fransızlarla görüşeceğim.

Nabokov: Fransızlar mı? Onlardan listeye giren olmuş mu? Oh la-la!

Dostoyevski: Bu Rus değil dedim size, inanmadınız. Bak nasıl ağzını burnunu yamultarak konuşuyor?

Nabokov: Bakarsın beni İngilizler arasından koyarlar listeye. Umutluyum ben.

Afili: Estağfurullah.

Nabokov: Pardon?

Afili: Hayır. Pardon Fransızlar. Estağfurullah İngilizler. Yazım kılavuzunu çalışmamışsınız. Teamül belli: afedersiniz Rumlar, mini mini Japonlar, calışkandır Almanlar.

Nabokov ve Dostoyevski: Ruslar?

Afili: Moskova’ya.

Dostoyevski: Bana makul göründü, bilmiyorum. Sen ne dersin? Aaa, nereye gitti ki bu? Vladimir? Vovochka? Vovo…

Monday, June 06, 2011

Bir Halk Düşmanı

BirGün
5 Haziran 2011

Norveçli yazar Henrik İbsen'in 1882 yılında kaleme aldığı “Bir Halk Düşmanı” adlı oyun, inandığı değerler uğruna sahip olduğu her şeyi gözden çıkarabilen doğru sözlü bir adamın iktidara karşı tek başına mücadele edişini anlatır.

Oyunun baş kişisi Doktor Stockmann yaşadığı sahil kasabasındaki kaplıcaların halk sağlığına zararlı bir takım kimyasallar içerdiğini tespit eder. Fakat bunu kanıtlayabilmek için verdiği mücadelede yapayalnız kalacaktır. Çünkü başta belediye başkanı olan ağabeyi olmak üzere, kimse kasabanın temel gelir kaynağı olan kaplıcaların kapatılmasını istemez. Sonuçta, olaylar Stockmann'ın “halk düşmanı” ilan edilip taşlanmasına, ailesi ve arkadaşlarıyla birlikte toplumdışı kalmasına kadar varır. Ancak, bütün bunlar doktoru yolundan döndürmez. Stockmann vazgeçmeyecek ve sonuna kadar direnecektir.

Geçen hafta Başbakan Erdoğan'ın Artvin Hopa Meydanı'nda yaptığı miting öncesinde HES'leri protesto etmek için "Su haktır, satılamaz" pankartı açan Metin Lokumcu, polisin kullandığı yoğun biber gazının etkisiyle kalp krizi geçirerek hayatını kaybetti. Eğitim-Sen tarafından yapılan açıklamada, Metin öğretmenin hükümetin doğayı talan eden politikalarını protesto ederken polis şiddetine maruz kalarak öldüğü hatırlatılıyor ve AKP’nin “kendisinden başka hiçbir kimliğe, ideolojiye yaşama hakkı tanımaya” niyetli olmadığı ifade ediliyordu.

Metin Lokumcu’nun ölümü yeterince sarsıcıydı. Ama bundan sonra olanlar daha da garipti. Başbakan Erdoğan bu konuda verdiği beyanatta, “Tabi bu arada bir tanesi de kalp krizi geçirerek ölmüş. Kimliğini bilmiyorum, üzerinde durmak gereğini de duymuyorum,” diyerek olayı önemsemediğini belirtti. Üstelik bir kasaba dolusu insanı kendi fikirlerine katılmıyorlar diye “eşkiya” ilan etti.

2007 Genel Seçimleri’nin hemen ertesinde Başbakan Erdoğan’ın yaptığı konuşmayı hatırlıyor musunuz, bilmiyorum. Benim dün gibi aklımda. Seçim günü akşamı, henüz resmi sonuçlar açıklanmamış ama tablo belli olmuşken, AKP Genel Merkezi’ne gelerek binanın önünde toplananlara bir teşekkür konuşması yapmıştı. Ertesi gün bütün gazeteler başbakanın uzlaştırıcı bir dil tutturduğunu yazdılar. Hepsi konuşmanın tek bir mesajı olduğunda birleşiyordu. Erdoğan özetle şunu söylüyordu: Kime oy vermiş olursanız olun, ben hepinizin başbakanıyım. Görev sürem boyunca bunun bilinciyle davranacağım.

Ama anlaşılan şimdi işin rengi değişti. Bu olayla beraber, Erdoğan’a oy verecek olanlar arasında değilseniz “halk” sayılmayacağınız ortaya çıkmış oldu. Hopa’da meydana çıkana kadar halktan biri sayılan Metin Lokumcu, AKP’yi protesto eden pankart açınca ‘bir halk düşmanı’ haline gelmiş ve hükümetin gözünde itibarını yitirmişti. O derece ki, hayatını kaybettiğinde ailesine başsağlığı bile dilenmiyordu.

Öyle görünüyor ki, AKP hükümeti çoğunluğun desteğini arkasına aldığı müddetçe, geri kalanın varlığını hiçe saymakta beis görmüyor.

Bu dışlayıcı çoğunluk fikrinden yola çıkıldığında, insanlığın en temel değerlerinden birinin, yani bir kişinin hayatına duyulan saygının bile kaybolup gidebileceğine hep birlikte şahit olduk.

Bunu fark etmemiz için Metin Lokumcu’nun ölmesi gerekiyor muydu? Ne yazık.

Metin Hoca, içinde yaşadığı toplumun büyük bir kısmının duyarsız kaldığı bir meseleye sahip çıkarak sokağa çıktı ve fikrini söyledi. Ibsen’in unutulmaz kahramanı gibi o da, yanlışlar ve doğrular söz konusu olduğunda, tek tek hak arayan bireylerin iktidara gelmiş kalabalıklardan çok daha önemli olduğunu hatırlattı. Bizi çoğunluktan ziyade azınlığın sesine kulak vermeye çağırdı.

Türkiye’de anlamakta zorlandığımız şeylerden biri de bu değil mi zaten? Demokrasi aslında çoğunluğun iktidarını değil azınlığın varlığını güvence altına almak için işlemesi gereken bir rejimdir.

O zaman azınlığa kulak verelim, çünkü Stockmann’ın dediği gibi, “azınlığın haklı olma ihtimali vardır; oysa çoğunluk her zaman haksız olacaktır.”