Tuesday, September 27, 2011
Üç Damla Kan
BirGün
27 Eylül 2011
Türkiye’ye döner dönmez derin bir “Oh!” çektiğimi söylemeliyim. Bunu hemen aynı şiddette bir “Ah!”ın izlediğini eklememe gerek var mı, bilmiyorum. Geldiğimiz günden beri gazetelerde saldırı ve patlama haberlerinden geçilmiyor. Ülkeye geri dönmenin sevinci kursağımızda kaldı. Gencecik insanların ölüm haberleri omuzlarımıza çöktü, bizi ağırlaştırdı.
En son, Kızılay’daki saldırıda hayatını kaybeden 22 yaşındaki Mustafa Bingöl’ün hikayesini okudum, içim buruldu. Önceki gün toprağa verilen Mustafa’nın babası Avusturya’da işçi olarak çalışan bir gurbetçiymiş. Baba Emir Bingöl, oğlunu bu ay içinde nişanlamayı planladıklarını anlatmış gazetecilere. Sonra demiş ki: “Bende gene başka çocuklar vardır, sarılıp Mustafa’nın acısını az çok dindirebilirim, ama tek bir evladı olan ve askerde ölen çocuğunun, bütün hayatı boyunca, elbisesini duvara asıp bu acıyla yaşayan ana-babaları düşünsünler ve bir an önce bu ciğerlerimize düşen koru söndürsünler...”
Mustafa Bingöl son bir iki haftada kaybettiğimiz gencecik insanlardan yalnızca biri. Belli ki artık tansiyon yükseliyor. Belli ki bu gerilimin önü alınmazsa daha fazla kan, daha fazla savaş, daha fazla kayıp olacak. Daha fazla asker ve belki de siviller ölecek. Oysa bu ülke barış istiyor. Bu ülke artık ölümlerin bitmesini istiyor.
O zaman siyasi çözüme çok ihtiyacımız olan bu anda, neden daha barışçıl bir politika izlemiyoruz? Bu ülkeyi korumak için mi? Bu ülke dediğimiz nedir ki? Mustafalar değil mi? Onları kim koruyacak? Mustafa’nın abisi Cem Bingöl’ün dediği gibi: “Biz Mustafa’nın ülkesini koruyoruz diyenler, ne bırakıyorlar Mustafa’ya, ne düşüyor payına? Bu acılar şu anda lokaldir ama insanlar bu acıyı kendi yüreğinde yaşamaz, beraber yaşamazsa yarın öbür gün öyle sıradanlaşacak ki, her birimiz bir yerlerde öleceğiz ama bir anlamı olmayacak.”
Ne garip! Döndüğümden beri size yazabileceğim anı bekledim. Yazarken bu kadar zorlanacağım, oturup bunları anlatacağım hiç aklıma gelmemişti. Sandım ki, bilgisayarın başına oturur oturmaz güzel şeyler yazacağım. Memlekete geri dönmüş olmanın hevesiyle. Yeniden yazabiliyor olmanın mutluluğuyla. Gülünç bir şey bile anlatabilirdim belki. İstanbul’daki şaşkınlığımı, ilk bir kaç gün karşıdan karşıya geçmeyi beceremediğimi, kalabalık caddelerde nasıl yüründüğünü unuttuğumu yazabilirdim mesela. Ya da umutlu bir yazı olurdu. Eve dönmeden önce uğrayıp baktığım Meksika’dan bahsederdim. Chiapas’daki yoksul çocukların neşesinden dem vurur ve başka türlü bir dünyanın mümkün olduğundan söz ederdim. Olmadı.
Geçenlerde İranlı yazar Sadık Hidayet’in bir öyküsü okudum. Hikayenin akıl hastanesindeki anlatıcısı şöyle başlıyor: “Bütün bir sene boyunca bana kalem kağıt versinler diye yalvardım onlara. Sandım ki, kağıtla kalemi elime alır almaz hiç durmadan yazacağım… Sonra dün, daha ben ağzımı bile açmamışken, bir kalem ve bir kaç kağıt getirip önüme koydular—o kadar hasretle beklediğim, onca özlediğim an sonunda gelmişti işte! Ama neye yarar? Dünden beri ne yazsam diye düşünüyorum. Aklıma hiç bir şey gelmiyor. Sanki birisi elimi tutuyormuş ya da bileğim uyuşmuş gibi hissediyorum. Sonra yazdıklarımı inceliyorum. Karaladığım okunaksız satırlar arasında şu ifade gözüme çarpıyor: ‘üç damla kan.’ ”
Hidayet’in anlatılarında genellikle olduğu gibi, bu öyküde de tekrarlar ve döngüler vardı. Anlatıcı dünya ile bağını ve akıl sağlığını gitgide kaybederken, “üç damla kan,” her dönemeçte yeniden karşısına çıkar. Eline ne zaman kalem kağıt alsa bunu yazmasına şaşmamamız gerektiğini anlarız. Bu kan lekesi, anlatıcı gibi okuyucuya da musallat olur çünkü. Bir süre sonra bundan kurtulamayacağımızı farkederiz. Aslında bildiğimiz tek şey, onun bir mazlumun kanı olduğudur. Ama bir mazlumun kanı bütün insanlığın elini kirletmeye yeter de artar bile.
“Üç Damla Kan” (Se katre hūn) bir siyasi alegoriden çok, insanlık durumunun öyküsü. Ama öykünün merkezinde duran sembolü düşününce, anlatıcının bir türlü kurtulamadığı tımarhanenin hepimize tanıdık geleceğini düşünmekten kendimi alamıyorum. Türkiye’de de nereye baksak “üç damla kan” değil mi sanki?
Ölümler arttıkça başka bir şey göremez, başka bir şey yazamaz olacağız. Bütün güzellikler ve iyilikler rengini kaybedip solacak. Ne zaman onları düşünsek, gencecik ölülerin gazete sayfalarındaki ince uzun yüzleri gelecek gözümüzün önüne.
Kanı durdurmak zorundayız. Yoksa kendisinden başka her şeyi okunaksız kılacak.
Dönüş Yolu
BirGün
14 Ağustos 2011
Erich Maria Remarque’ın en iyi bilinen eseri, Birinci Dünya Savaşı’nda çarpışan bir tabur askerin hikayesini anlattığı “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” adlı romandır.
Bunun devam kitabı olan “Dönüş Yolu” ise, başka bir grup askerin savaşın bitiminde eve dönüşünü konu alır.
Okuyalı çok zaman oldu ama bu ikinci romanın ilkinden daha güçlü olduğunu düşündüğümü hatırlıyorum. Hem de çok alçakgönüllü bir tonda yazılmış olmasına rağmen. Hikaye basittir aslında: savaş boyunca bir hendeğin içinde çamur ve kana bulanmış bir şekilde çarpışan askerlerden hayatta kalanlar, topluma yeniden ayak uydurmaya, bıraktıkları yerden oyuna geri dönmeye çalışırlar. Roman ilerledikçe anlarız ki, bu onlar için savaşmaktan bile daha zor olacaktır.
‘Dönüş Yolu’nda Remarque şunu der gibidir: yolculuğun kendisi ne kadar eziyetli olursa olsun, aslında zor olan eve dönmektir.
Benzetmeyi mazur görürseniz, ben de Batı’da geçirdiğim senenin bir tür mücadele olduğunu söyleyeceğim. Bir dünya savaşı kadar sarsıcı değil belki. Daha çok düşük yoğunluklu “iç” çatışma. Adına ne derseniz deyin, bu seneyi Remarque’ın romanındaki askerler gibi hendekte bekleyerek geçirdim. Neyi beklediğimi bilmeden ama tetikte durarak geride bıraktığım koca bir sene. Daha önce de yazmıştım. Batı’da olmanın benim için özeti bu: sonu gelmeyen bir tedirginlik hali.
Artık eve dönme zamanı gelmişken, size söyleyecek farklı bir şeyim olsun isterdim. Şahsi tecrübemi benzersiz kılan bir şey. Ama galiba herkesin başına ne geliyorsa, bana da o oldu. Batı Cephesi’nde yeni bir şey yok.
Her Doğulu gibi ben de kendi uyum sıkıntılarımı yaşadım. Kısa bir süre Batılı olabileceğim hayaliyle oyalandım. Azcık taklit ettim, azcık kanıksadım. Herkes gibi özlediğim Türk yemeklerini pişirmeye çalıştım. Kimi zaman dertlendim, bolca şikayet ettim. Bu arada bir iki şey de öğrendim. Hendekte beklemenin de ilginç yanları olabileceğini mesela. Ya da bir şeyin altından kalkamıyorsam yardım istemeyi. Bunu öğrenmek için buralara (ve bu yaşa) kadar gelmem saçma olsa da. Bir de lahana dolması yapmadan önce yaprakları biraz haşlamak gerektiğini öğrendim – ki bu da az buz bir bilgi değildi.
Dönüş yoluna koyulmadan evvel fark ettim ki, bu iş sandığım kadar kolay olmayacak. Bir defa bıraktıklarını koyduğu gibi bulamayacağını anlıyor insan. Bir şeyi seçince başka şeyleri seçmemiş oluyorsun. Seçmediklerin kendi yoluna gidiyor. Geri dönüp onları yeniden tutmak istediğinde bir de bakıyorsun ki, bambaşka bir şey olmuşlar.
Onun için geriye dönmek diye bir şey yok aslında. Her şey aynı kalmış olsa bile, ben bir kere gitmeye cesaret ettim ya? Bundan sonra dünya bana hep hafifçe yerinden oynamış gibi görünecek. Tanıdık ama değişik. Oysa ben her şey aynı kalsın diye ne kadar uğraşmıştım.
Acayip bir kuş var burada. Saniyede neredeyse yüz kere kanat çırpabiliyor. İngilizce “hummingbird” diyorlar. Ben arıkuşu sanıyordum. Meğer bizdeki ismi kolibri imiş. Kolibri küçücük telaşlı bir kuş. Fakat marifeti hızlı uçmakta değil aslında. O kadar enerjiyi genellikte havada tek bir noktada durabilmek için sarf ediyor. Hiçbir şey yokmuş gibi yapabilmek için yani. Rüzgar yokmuş gibi. Yerçekimi yokmuş gibi. Sanki her şey yolundaymış gibi.
Kaliforniya’daki bu seneyi kolibrileri seyrederek geçirdim. Onlar gibiyim diye düşündüm bazen. Bütün gücümü dengemi korumaya harcıyorum. Belki de gerekli değil bu. Ama başka türlüsünü bilmiyorum.
Bunun da iyi bir yanı olabilir gerçi. Ben de kolibriler gibi geriye doğru uçabiliyorumdur mesela. Dönüşe geçmek için her şeye arkamı dönmem gerekmiyordur. Bir gözüm orada bir gözüm burada, geri vitese takıp gidebiliyorumdur belki.
Başka kuşlar yapamaz bunu. Bazı insanlar da.
Not. Bu yazıyla beraber artık dönüş yoluna geçiyorum. Bu da sizden bir süre ayrı kalacağım anlamına geliyor. Not Defteri’ne birkaç hafta ara vereceğim. Yakında yine burada buluşmak üzere.