Sunday, May 29, 2011

Dedemin Saati



BirGün
29 Mayıs 2011

Yaşadığımız evin her odasında ayrı bir saat var. Hepsi aynı renk ve boyutta dört duvar saati. Saatlerin her biri farklı bir zamanı gösteriyor. Hepsi belli bir anda durmuş. Böylece her odada günün başka bir saati yaşanıyor. Mutfakta hiç bitmeyen bir sabah var mesela. Salonda da sonsuz bir gece. Garip bir şey.

Berkeley’deki eve taşınırken saatleri ilk fark ettiğimde yadırgamıştım. Ama zamanla alıştım ve bu konuda bir şey yapmamaya karar verdim. Başka bir çok şey gibi, bunu da evin kendine has acayipliklerinden biri olarak kabul ettim.

Geçenlerde arkadaşlarım gelmişti. Biri saatleri sordu. Bilmiyorum, dedim, onları oraya ben koymadım. Bunun üzerine herkes bizden önceki kiracının neden sağa sola saatler yerleştirmiş olabileceğine dair konuşmaya başladı. Biri onun randevularına yetişemeyen dağınık bir insan olduğuna karar verdi. Sonunda bu halinden bezmiş ve evin her odasına bir saat koyarak bir daha asla geç kalmayacağından emin olmak istemişti. Bir başkası, adamın denizci olduğunu iddia etti. Her limanda bir sevgilisi olduğu için saatleri onların yaşadığı denizaşırı ülkelerin zamanına ayarlamıştı. Neden ki, diye sorduk. Hepsini sırayla arayabilmek için tabii, dedi. Öyle müthiş bir aşıkmış ki, hiç birini ihmal etmiyormuş. Bu fikirle çok eğlendik. Sonunda birisi, IKEA’da bu saatlerin dördünü üç kuruşa satıyorlar, diyerek tadımızı kaçırmamış olsaydı eğlenmeye de devam edecektik aslında.

Gerçekçi insanlara çok ihtiyacımız var. Ama böyle zamanlarda değil. Neyse.

Herkes evine gittikten sonra, etrafı toplayıp yatmaya hazırlanırken zihnim bir iki tur atıp yeniden saatlere döndü. Çalıştırsam mı onları diye düşündüm. Pil mi almak gerekiyordu? Yoksa kurmak mı lazımdı?

Bunun üzerine gözümün önünde çocukluğumdan kalma bir sahne belirdi. Kocaman anahtarı ile duvar saatini kurmaya hazırlanan dedemin görüntüsü.

Tanpınar’ın romanı ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün meşhur karakteri Mübarek gibi, dedemin saati de benim çocukluğumun bir kısmını zapt etmiştir. Ahşap gövdesi ve heybetli gongu ile gösterişli bir saat olan Mübarek’e nazaran bizimki çok daha mütevazı bir duvar saatiydi. Ama hayatımızdaki yeri en az Mübarek kadar merkeziydi.

Evde onun kadar itina gösterilen bir başka şey daha yoktu. Bir defa asla durmaması gerekiyordu. Dedem her gün ajans başlayınca sandalyesine tırmanır, saatin kapağını açar ve anahtarı cebinden çıkarıp deliğe taktıktan sonra çevirmeye başlardı. Anahtarın delikte dönerken çıkardığı gıcırtılı sesi çok sevdiğim için ben de yanında dururdum. Benim büyüdüğüm, dedemin de iyice yaşlandığı yıllarda sandalyeye çıkmasına yardım ettiğim de oldu. Saati ben de kurabilirdim elbette. Ama dedem bu işi kimseye bırakmazdı. Ne olursa olsun saati kendisi ayarlar, hayatı o saatin tiktaklarına bağlıymış gibi davranırdı.

Dedem öldüğünde ev başsağlığına gelenlerle dolup taşmışken sıkıntıyla duvardaki saate baktım. Dakikalar geçmiyor gibi görünüyordu. Önce saatin çalışmıyor olabileceği hiç aklıma gelmedi. Ama sonra fark ettim ki, olan buydu aslında. Elli senedir hiç ihmal etmeden her akşam onu ayarlayıp kuran elleri bulamayınca, belli ki şaşırmış ve durmuştu. Oturduğu koltukta küçücük görünen ve ne yapacağını bilemeden sağa sola bakan anneannem de öyleydi. O da bir noktada kalakalmış, birinin kendisine dokunup harekete geçirmesini bekliyordu sanki. Artık hep öyle kaybolmuş bir çocuk gibi bakacaktı. Ta ki aramızdan ayrıldığı güne kadar.

Anneannemle dedemin evinden bana bir tek o saat kaldı. Ben de getirip onu İstanbul’daki evimin duvarına astım. Maalesef hala çalışmıyor. Ne kadar uğraştıysam da onu yeniden işleyecek hale getiremedim. Bir keresinde iyi bir ustanın elinden geçti ve canlanır gibi oldu. Ama bir kaç gün sonra yeniden eski haline döndü. Hiç sesi çıkmasa da, onu duvardan indirmeye gönlüm elvermiyor.

Ona her baktığımda, her gün ajans vaktinde sandalyeye tırmanıp saatini kuran dedem aklıma geliyor. Bütün dünyanın zamanı ona teslim edilmiş gibi davranıyordu. Şimdi düşünüyorum da, belki de öyleydi.

Wednesday, May 25, 2011

Max Frisch'in Anketi

1. Siz ve sevdikleriniz öldükten sonra insan ırkının korunması gerektiğine gerçekten inanıyor musunuz?
2. Kısaca sebeplerinizi sıralayın.
3. Çocuklarınızın kaçını isteyerek dünyaya getirmediniz?
4. Kiminle hiç tanışmamış olsaydınız çok daha iyi olurdu?
5. Bir başkasına haksızlık ettiğinizin farkında mısınız (karşınızdaki kişinin bunu bilmesi gerekmiyor)? Eğer öyleyse, bu kendinizden – ya da diğer kişiden – nefret etmenize yol açıyor mu?
6. Mükemmel bir hafızanız olsun ister miydiniz?
7. Hastalık, kaza vs. neticesi ölmesi sizi umutla dolduracak bir politikacının ismini veriniz. Yoksa hepsinin yeri doldurulamayacak kadar önemli olduğunu mu düşünüyorsunuz?
8. Şu anda hayatta olmayan hangi kişi ya da kişileri yeniden görmek isterdiniz?
9. Hangilerini görmek istemezdiniz?
10. Başka bir ulus (ya da medeniyetin) bir parçası olmayı tercih eder miydiniz? Öyleyse hangisi?
11. Hangi yaşa kadar yaşamak istiyorsunuz?
12. Dünyayı inandığınız şekilde düzeltmek için yeterince gücünüz olsaydı, çoğunluğun arzusuna karşı kendi bildiğiniz gibi davranır mıydınız? (Evet ya da Hayır)
13. Madem doğruyu bildiğinize inanıyorsunuz, o zaman neden ona göre davranmıyorsunuz?
14. Sizce hangisinden nefret etmek daha kolay? Bir gruptan mı, yoksa bir bireyden mi? Ya siz, bireysel olarak mı nefret ediyorsunuz, yoksa bir grubun parçası olarak mı?
15. Zamanla bilgelik kazanabileceğinize inanmaktan ne zaman vazgeçtiniz – ya da hala buna inanıyor musunuz? Yaşınızı belirtin.
16. Kendinizi eleştirebileceğinize inancınız tam mı?
17. Sizce başkaları sizde nelerden hoşlanmıyor? Peki ya siz kendinizde neleri sevmiyorsunuz? Eğer bunlar aynı şeyler değilse, hangisini gözardı etmek size daha kolay geliyor?
18. Hiç doğmamış olabileceğiniz fikrini (eğer bu aklınıza geliyorsa tabii) rahatsız edici buluyor musunuz?
19. Ölmüş birini düşündüğünüzde, onun sizinle konuşmasını mı tercih edersiniz, yoksa daha çok sizin söylecekleriniz mi olur?
20. Herhangi birini seviyor musunuz?
21. Nereden biliyorsunuz?
22. Varsayalım ki şu ana kadar hiç kimseyi öldürmediniz. Bunu nasıl açıklıyorsunuz?
23. Mutlu olmak için neye ihtiyacınız var?
24. Ne için şükran duyuyorsunuz?
25. Hangisini tercih ederdiniz: ölmeyi mi yoksa sağlıklı bir hayvan olarak yaşamaya devam etmeyi mi? Hangi hayvan?

Max Frisch (1961-1971 Not Defteri’nden)

Bir Bilene Soralım - Bölüm III: Hemingway

04 Mart 2011

Antalya’da açık alanda denize karşı bira içen iki arkadaşa, kanlarında 0.50 promilden daha düşük miktarda alkol çıkmasına rağmen 75’er lira ‘sarhoşluk’ cezası kesilmesi üzerine, bu muhalefetli meseleye bir açıklık getirmesi için Ernest Hemingway’i aradık. Ünlü yazarı sabaha karşı Küba’da en çok sevdiği bar olan "La Floridita"da bulduk. Havana’nın tatlı rüzgarlarına karşı sorularımızı sıraladık.

Afili: Ne içiyorsunuz?

Hemingway: Daiquiri.

Afili: O nedir?

Hemingway: Rum… biraz da limon...

Afili: Konuşmayı pek sevmiyorsunuz galiba.

Hemingway: İçmeyi seviyorum… -rum… biraz da limon…

Afili: Anlıyorum… -rum… -rum… Aman, ne diyorum ben ya? Neyse biz size şunu sormaya gelmiştik: Açık havada içki içmenin ne tür sakıncaları olabilir?

Hemingway: İçki değil de sigara…

Afili: Nasıl yani?

Heminway: Gece açık havada sigara içeyim derken kibriti çaktığın gibi, hop düşmanın salladığı el bombası kucağında…

Afili: Eee, sonra…

Hemingway: Sonrası ne olacak? Takım taklavata eyvallah… Biraz uzun oldu yav! Daha kısa bir isim bulmak lazım.

Afili: Silahlara Veda?

Hemingway: Hay aklınla bin yaşa! Süper oldu bu. İçelim.

Afili: Hayır, içmeyelim. Yasak varmış öyle diyorlar. Ayrıca saat kaç olmuş bakın! Neredeyse sabah olacak?

Hemingway: Takma sen! İçelim. Her karanlık gecenin ucunda… Yok, bu olmadı… Gökler de aydınlanır… Bu da tam değil gibi…. Şuna ne dersin: Bu da geçer yahu?

Afili: Güneş de Doğar?

Hemingway: Hah, bu iyi bak. Akılda kalıcı. İçelim.

Afili: Gün doğmadan, diyorum Ernest abi, şu soruya bir cevap versek. Bak hava falan iyi, okyanusa karşı demleniyoruz ama işim gücüm var benim. Daha o kadar yol gidip memlekete dönecem abi ya?

Hemingway: Boşver, yarın gidersin. Yarına kim öle kim kala! Ne malum ziller kimin için çalıyor?

Afili: Çanlar, abi… Çanlar Kimin İçin Çalıyor.

Hemingway: Her ne boksa? Önemli olan fikri şeetmek…

Afili: Anladım, abi. Ben kalkayım izninle.

Hemingway: Yoooo, katiyen olmaz. Bernardo oğlum, iki daiquri daha! İçkileri de aşağı getir bi zahmet. Biz sahile iniyoruz. İhtiyar adam ve keriz. Şu alkol meselesini konuşacaz.

Bir Bilene Soralım - Bölüm II: Platon

Eşcinsel olduğu ortaya çıktıktan sonra Türkiye Futbol Federasyonu tarafından “performans yetersizliği” bahanesiyle görevden alınan İbrahim Dinçdağ’ın meselesini, konuyla yakından ilgili Yunan filozofu Platon’a danıştık. Aşağıda bu görüşmenin bir bölümünü bulacaksınız:


Afili: Sizin için şöyle böyle diyorlar, doğru mu?

Platon: Şöyle mi, böyle mi? Çok farkeder, biliyorsunuz.

Afili: Öyle mi?

Platon: Bir de öyle mi diyorlar? O zaman karar vermelisiniz: Şöyle mi, böyle mi, yoksa öyle mi?

Afili: Üç ihtimal var yani?

Platon: Aslına bakarsanız, ben ‘iki’den yanayım. Üç saçma bir sayı. Bana Aristo’yu hatırlatıyor. Bunca yıllık öğretmenim, bu kadar inatçısını görmedim! Bir “üçüncü adam argümanı” tutturmuş gidiyor.

Afili: Üç adam mı? Ben iki biliyordum. Varsayalım ki, iki erkek birlikte…

Platon: Yok yok, iyi okumamışsınız. Bu Aristo denen sersem diyor ki, iki adam varsa ortada mutlaka üçüncüsü de olacaktır. Bütün Gymnasium birbirine girdi diyorum, siz ne diyorsunuz?

Afili: Girer tabii. Üç adam kuytularda… Tövbe tövbe…

Platon: Sadece üçle kalsa neyse, bu Aristo diyor ki, üçün olduğu yerde dört, dördün olduğu yerde beş, beşin olduğu yerde… Neyse anlamışsınızdır… Gitti benim gül gibi Idealar dünyası!

Afili: Anlıyorum, anlıyorum. Ama bizim size sormak istediğimiz tam da bu değildi aslında. Erkeklerle aranız nasıl?

Platon: Şöyle ki, bir gün Gymnasium’dan çıkmış, duvarın dış kenarındaki yoldan doğruca Lykaion’a gidiyordum. Panapos çeşmesinin bulunduğu kapının yanı başında Hieronymos’un oğlu Hippothales’le Pianialı Ktesippos’a rastladım; yanlarında bir çok genç de vardı. Yaklaşınca Hippothales beni gördü ve...

Afili: Sadede gelirsek, sizde psikoseksüel bozukluk mu var?

Platon: Yooo, filozofum ben. Gymnasium’da hocalık yapıyorum. Gerçi bu sene kontratımı yenilemedi adiler.

Afili: Neden?

Platon: Performans düşüklüğü varmış bende.

Afili: Aristo’nun performans sorunu yok tabii. Onu mu alacaklar?

Platon: Yok, üçüncü bir adam bulmuşlar. İhi hi..

Bir Bilene Soralım - Bölüm I: Marquis de Sade

18 Şubat 2011

Dekolte giyen kadının tecavüze uğrayınca şaşırmaması gerektiğini iddia eden Prof. Orhan Çeker'in “neler tahrik eder neler etmez konunun uzmanları tespit etmeli” şeklindeki ricasını kırmadık ve bu meseleyi bir bilene danışmaya karar verdik.


Afili: Sayın Marquis, sizi böyle zamansız aradık ama…

Marquis de Sade: Zaman mesele değil. Sıkılmayın.

Afili: Sayın Donatien Alphonse François le Marquis de Sade…

Marquis: Soyluluk falan öteki tarafta kaldı. Rahat olun. Siz bana Fonsie diyebilirsiniz.

Afili: Marquis daha iyi sanki...

Marquis: Nasıl isterseniz? Yakanızı biraz gevşetin bari. Ne o öyle askeri okul üniforması gibi?

Afili: Siz zahmet etmeseydiniz, ben açardım... Bu da bizi esas meseleye getirmesin mi! O zaman hemen sormak isterim: Erkeği tahrik eden nedir?

Marquis: Ah, nasıl demeli, ne söylemeli? Bir çok şey olabilir. Davul tozu, minare gölgesi, yağmurun sesi, kedinin canı… Hepsi birlikte ya da ayrı ayrı.

Afili: Biraz daha somut bir şeyler söylemek mümkün mü acaba? Bizim bir profesör var da… Yani bilmek gerekiyor… Elinizi de şöyle yerine koyalım. Hıhı, evet.

Marquis: Sizi biraz gergin gördüm, hayırdır. Üzerinize rahat bir şeyler giymek ister misiniz? Justine! Kırbaçlarla ipek kordelalar nerede kızım!

Justine: (İçeriden seslenir) Ne bileyim! En son nereye koyduysanız oradadır.

Afili: Hiç gerek yok, gerçekten. Rahatsız olmayın. Şimdi bir an için soruya konsantre olduğumuzu varsayalım… Hayır, lütfen kucağıma oturmayın Marq…

Marquis: Arrggh! Bu tekme yanlış yere geldi sanki. Pabuç değil nal mübarek. Potin mi bunlar?

Afili: Somut bir şey diyorum? Var mı?

Marquis: Kolumu büküp ağzıma sokmasaydınız söyleyebilirdim. Şiddetten hiç hoşlanmam.

Afili: Ben öyle duymadım ama. Ne diyorduk? Var mı elle tutulur bir şey?

Marquis: Parmak!

Afili: Ne parmağı?

Marquis: Serçe parmak.

Afili: Ne olmuş ona?

Marquis: İtişirken kırıldı galiba…

Afili: Hadi ya? Dur bakayım bir.

Marquis: Ben gösterirsem sen de gösterecek misin?

Afili: Neyi?

Marquis: Seninkini.


Not. Sevgili okuyucular, Marquis de Sade ile yaptığımız kısa söyleşiyi burada kesmek zorunda kaldık. ‘Bir bilene soralım’ serisi ise bitmemiş olabilir. Bunu kim bilebilir?

Nikolay

11 Nisan 2010



Gizli gizli iyi biri olduğunuza inanıyorsunuz. Hep öyle oldunuz. Uzun yaşamınızın her dakikasında. Şimdi ölüme her zamankinden daha yakınsınız. Yaşlısınız. O kadar yaşlısınız ki, kadın mı erkek mi olduğunuz bile belli değil. Çoktan ölmüş olmanız gerekir. Ama hayatta kaldınız.

Nikolay yüzünden hayatta olduğunuzu biliyorsunuz. Nikolay sadece on yaşında. Küçük cılız bir çocuk. Onu korumalısınız. Ona iyi bakmalısınız. Çünkü size ihtiyacı var.

Loş bir sokakta yaşıyorsunuz. Her yer gölgelerle dolu. Sanki hiç güneş doğmuyor. Nikolay ile birlikte dev bir kapının ardında duruyorsunuz. Ahşap bir kapı bu. Mazgalları ve demir sürgüsüyle bir kale kapısını andırıyor. Yerleri süpüren eski bir kaftan giymişsiniz. Ellerinizi telaşla üzerinize silip duruyorsunuz. Nikolay sizi izliyor. Her şeyden habersiz. Etrafındaki karanlığın farkında bile değil. Tam da bu nedenle zarar görmemesi gerekiyor. Çünkü Nikolay, bu ışıksız dünyadaki aydınlık tek şey.

Nikolay sizi seviyor. Bir de resim yapmayı seviyor. Bütün gün kocaman sapsarı güneşler, yeşil çayırlar, masmavi denizler boyayıp duruyor. Onu izlemekten hoşlanıyorsunuz. Onun masaya eğilmiş çelimsiz sırtına bakarken içiniz şefkatle doluyor. Ellerinizi dua eder gibi yüzünüze götürüyorsunuz. İşte tam o sırada tahta kapı gıcırdayarak açılıyor. Nikolay bir anda fırlayıp dışarı çıkıyor. O küçük bedeniyle uçup gidiyor, tutamıyorsunuz. Hemen geri gelecek. Giderken öyle söylüyor. Sokağın köşesini dönmeden bir daha dönüp geriye bakıyor. Dişlerini göstererek gülüyor size. Çok güzel bir gülümsemesi var. O kadar güzel ki, içiniz eziliyor.

O büyük kapının önünde saatlerce bekliyorsunuz. Nikolay ortada görünmüyor. Yoldan başkaları geçiyor. Genç yaşlı kadın erkek, hepsi sakat ve hastalıklı. Kimileri birbirine yaslanarak yürüyor. Şallar soğuktan titreyen omuzlara örtülüyor, çopur yüzler peçelerin ardına gizleniyor, tahta bacaklar kaldırımda ritmik sesler çıkarıyor. Bazan birisi tökezleyip düşüyor. Kimse düşenleri yerden kaldırmıyor. Sokaklarda ölüm var. Biliyorsunuz.

Sonra ‘O’nu görüyorsunuz. Sokağın başında beliriyor. Ölümün ta kendisi bu. Dev kanatları ve şekilsiz vücuduyla yalpalayarak yürüyor. Etrafa hastalık saçıyor. Dokunduğu her şey çürüyüp dökülüyor. İnsanlar kaçışıyorlar. Koşamayacak kadar zayıf olanlar yakalanıyor. Ahşap kapının arkasından olanları izliyorsunuz. Korkudan bacaklarınız tutmuyor.

Nikolay’ı bulmalısınız. Gözleriniz sokağı araştırıyor. Sayıklar gibi ismini tekrar ediyorsunuz: “Nikolay! Nikolay! Nikolay!” Geldi gelecek sanki. Yakınlarda bir yerde olduğunu hissediyorsunuz. Ama gelmiyor.

Gözünüzün ucuyla yaratığı izliyorsunuz. Yüzüne bakamazsınız. Olanaksız bu. Size doğru hiç acele etmeden, yavaş yavaş ilerliyor. Aradığı sizsiniz. Biliyorsunuz, bu sefer sizin için geliyor. Şekilsiz pis kokulu bedeninin üzerinize kapandığını görür gibi oluyorsunuz. Korkuyorsunuz. Çok korkuyorsunuz. Dayanamayacaksınız. Ölmek istemiyorsunuz. Tahta kapıyı kapatıp sürgüyü çekiyorsunuz. Demir mazgallar ahşabın üzerine iniyor.

Nikolay kapının arkasında kalıyor. Onu ölüme terkediyorsunuz.

Artık kendinizi kandıramazsınız. Kötü birisiniz siz.

Her melek korkunçtur

Salinger’ın kısa öyküsü ‘Muz Balığı için Bulunmaz bir Gün’ün kahramanı Seymour Glass, II. Dünya Savaşı’nda çarpışırken, geride bıraktığı karısı Muriel’e bir şiir kitabı gönderir. Öykünün geçtiği tarih 1948’dir. Savaş çoktan bitmiş, Seymour bedeni değilse de ruhu yaralanmış bir şekilde evine geri dönmüştür. Muriel’e bu kitabı okuyup okumadığını sorar. Annesiyle yaptığı bir telefon konuşmasında, Muriel’in kitabı değil okumak, eline bile almadığını öğreniriz. “Kitap Almancaydı,” der annesine. Damadının delirmiş olduğuna dair hiç bir şüphesi olmayan ve kızı için endişelenen anne ise, “Nasıl okuyacaktın ki o zaman?” diye sorar. “Yüzyılın en iyi şairi tarafından yazıldığını söylüyor. Bir çevirisini bulsaymışım, ya da zahmet edip bu dili öğrenseymişim,” diye cevap verir Muriel.

Salinger bize bu kitabın kimin olduğunu söylemez. Ama Rilke olduğunu hemen anlarız. Yüzyılın en iyi şairi ondan başkası olamaz çünkü. Ayrıca, başkaları onun deli olduğunu düşünse de, Seymour kesinlikle haklıdır. Yalnızca Rilke okumak için bile Almanca öğrenmeye değer.

Rainer Maria Rilke’nin baş eseri sayılabilecek Duino Ağıtları, aşağıdaki dizelerle başlar.

Wer, wenn ich schriee, hörte mich denn aus der Engel
Ordnungen? und gesetzt selbst, es nähme
einer mich plötzlich ans Herz: ich verginge von seinem
stärkeren Dasein. Denn das Schöne ist nichts
als des Schrecklichen Anfang, den wir noch grade ertragen,
und wir bewundern es so, weil es gelassen verschmäht,
uns zu zerstören. Ein jeder Engel ist schrecklich.


Seslensem kim duyar beni melekler
katından? Ve biri çıkıp beni bağrına
basıverse bile, onun müthiş varlığı karşısında
erir giderim. Güzel dediğin korkunç olanın
başlangıcıdır çünkü, zor da olsa taşırız onu.
Ve hayran oluruz ona, bizi mahvetmeye
gönül indirdiği için. Her bir melek korkunçtur.

Biz de Rilke’nin karşısında böyle korkuyla karışık bir hayranlıkla dururuz. Onun şiirini taşımakta zorlanırız. Ama yine de okumaktan kendimizi alamayız. Çünkü yazdığı her satırdan ürkütücü bir güç yayılır. Sanki Rilke’nin değil de kutsal bir varlığın sesidir bizimle konuşan. Ağıtlar'ın melekleri gibi bu ses de, zamanın ve mekanın sınırlarına, varoluşun geçiciliğine meydan okur. İnsanoğlu meleklerin kusursuz varlığı karşısında nasıl boynunu eğiyorsa, biz de Rilke’nin şiiri önünde öyle diz çökeriz. Ve bırakırız güzelliğiyle bizi mahvetsin.

Yazmamak

6 Nisan 2010



İyi yazmak bazan yazmamaktır. Kısa hikayeciler bunu gayet iyi bilir. Hemingway bunun kitabını yazar. Faulkner buna şiir katar, Camus ise felsefe.

Ruslar bunu pek tercih etmezler. Onlar başladıkları zaman duramazlar bir türlü. Herkes bilir ki, Rus romanı kalın kitaplardan mürekkeptir. Sözcüğün her iki anlamında da böyledir bu. ‘Savaş ve Barış’ bitmek bilmez. ‘Karamasov Kardeşler’ yan hikayelerle genişler durur. ‘Ve Durgun Akardı Don’ ismini hak etmek istermiş gibi sayfalarca yavaş yavaş akar gider. Gogol’ün kısa öyküsü ‘Palto’ bile öykü olmanın sınırlarını zorlar ve içten içe bir roman olmaya çalışır.

Rus romancılarının derdi, bir sahneyi ya da bir duyguyu en kısa ve çarpıcı şekliyle nasıl ifade edebilecekleri değildir. Dar mekanlarda yazmanın ne olduğunu bilmezler. Sonsuz zamanları varmış gibi davranır ve metnin içinde canlarının istediği gibi at koştururlar. Bunun da kendince erdemleri vardır. Dostoyevski, ‘Suç ve Ceza’nın yarısını Raskolnikov’un hezeyanlarını anlatarak geçirir. Ona kızamayız. Çünkü haklıdır. Tolstoy, ‘Anna Karenina’da Petersburg sosyetesinin zaaflarını ortaya dökmek için üst sınıftan kadın ve erkekleri şık salonlarda biraraya getirip onları saatlerce saçmasapan şeyler üzerine konuşturur. Onun da geçerli nedenleri vardır. Bunu yapmasa, Anna’nın ne tür bir ikiyüzlülüğün içinde sıkıştığını anlayamayız.

Fakat aslında bütün iyi yazarlar gibi onlar da, yazmanın kimi zaman yazmamak olduğunu bilirler. En dokunaklı sahnelerde yaptıkları tam da budur.

Mesela Tolstoy, ‘Anna Karenina’da uzun süre aşkına cevap alamayan Levin’in sonunda muradına ereceğini anladığı gece Kiti ile yeniden buluşmayı bekleyişini anlatır. Levin için sabah olmak bilmez. Onun dünyayı yeni bir ışık altında gördüğünü biliriz. Saatlerce sokaklarda dolaşır durur. Her şeye ilk kez görüyormuş gibi bakar. Tanıdık olduğunu düşündüğü bütün detaylar ona mucizevi olasılıklar taşıyormuş gibi görünür. Bütün bunlar iyidir. Ama Tolstoy’un yazarlığının doruğuna çıktığı an, Levin’i kahvaltı etmeye çalışırken gösterdiği sahnedir. Kısacık ama diğerlerinden daha kuvvetli bir sahne: “Levin ağzına bir parça ekmek attı. Ağzı ekmekle ne yapacağını bilemedi. Lokmayı çıkarıp tabağın kenarına koydu.”

Levin’in ne kadar aşık olduğunu ancak o zaman anlarız. Bütün o şiirsel tasvirler uçar gider, bu bölümden aklımızda bir tek bu sahne kalır. Çünkü sadeliği ve gerçekliği ile bizi sarsmıştır. Çünkü Tolstoy bu sahneyi olabildiğince basit tutmuş, yani “yazmamayı” tercih etmiştir.

İşte bu, Tolstoy’un kısa bir süre için Hemingway olduğu andır.

Buna şaşırmayız. Çünkü büyük yazarlar, yalnızca geçmişin mirasını taşımaz, geleceğin olasılıklarını da içlerinde barındırırlar.

Chelsea Hotel

30 Nisan 2010

02 - Chelsea Hotel N.2

Bir erkeğin bir kadına söyleyebileceği en güzel son sözlerden birini ‘Chelsea Hotel’ adlı şarkısında Leonard Cohen Janis Joplin’e söylemiştir. ‘En çok seni sevdim demek istemiyorum,’ der ona, ‘Ama seni Chelsea Hotel’de iyi hatırlıyorum.’

Bu kadarı bile yeterlidir aslında. "Adam" gibi bir veda için yani.

Oysa genellikle bunu söyleyemeyiz. Bunu düşünsek de başka şeylere takılırız her zaman. Onu demiştir bunu yapmıştır, şöyle canımızı yakmıştır, ayağımıza dolanmış hayatımızı zorlaştırmıştır, bizi yavaşlatmış ya da yaralamıştır. Önce aklımıza bunlar gelir.

Çok az kişi veda etmeyi bilir. Çeşitli vedalar vardır: çoğu hüzünlü, bazıları korkakça, kimi sessiz, kimiyse gürültülü patırtılı ve pervasız. Vedalardan birini seçmek gerekse, ben açıkkalpli olanını tercih ederim. ‘Merhaba’ dermiş gibi doğallıkla söylenen bir ‘Hoşçakal’ iyi gelir insana. Önce incitebilir belki ama sonra alışılır. ‘Şimdi gitmem gerekiyor,’ diye seslendirilmiş bir veda en iyisidir.



Yavaş yavaş ve eziyetli bir şekilde biten şeylerden hoşlanmam. Bir yara bandını ağır ağır etten koparmaya çalışmak gibidir bu. Sevmem hiç. Yara küçük bile olsa, aslında çarçabuk kapanacak bile olsa, böylesi çok acı verir çünkü.

Erkekler genellikle veda etmeyi bilmez. Kadınlar da veda sözcüklerinin ne anlama geldiğini anlayamaz bir türlü. Yani erkek sessizce kaçıp gitmek yerine, ‘Şimdi gitmem gerekiyor’ demeyi becerebilmişse bile, kadın illa ki ‘Neden? Ama neden?’ diye soracaktır. Oysa sebeplerin hiç bir önemi yoktur. Önemli olan taraflardan birinin gitmek istemesidir. Erkek bunu bilir ama cesur değildir. Bu soruyla karşılaşmak riskini göze alamadığı için çoğu zaman veda etmeden gider. Kötüdür bu. İki taraf için de.

Halbuki dürüstlük aslında en büyük nezakettir. Zor da olsa, acıtsa da böyledir bu.

Anna Karenina

29 Mart 2010 

 


Her şey yolunda zannedersiniz. Her zaman her şey yolunda zannedersiniz. Birlikte sinemalara, parklara, pikniklere gidersiniz. Tren tarifelerini okur, sandviçler yer, birer çift yeni pabuç alırsınız. Uzun kahvaltılar yapar üzerine kahveler içersiniz. Çarşaflar değiştirilir, çamaşırlar yıkanır, saçlar taranır. Eksikler giderilir, yırtıklar yamanır, çatlaklar onarılır. Ya da siz öyle sanırsınız. 

Her gün aynı yoldan geçerek işe, okula, markete yürürsünüz. Saatler önce ileri, sonra geri, sonra yine ileri alınır. Siz konuşur, düşünür, rüyalar görürsünüz. Rüyalarınızı bazan anlatır, bazan saklarsınız. Kimi zaman sevişir, kimi zaman arkanızı döner uyursunuz. Yine de geceler birbirine benzer. Aynı yorgan altında hayata dair konuşur, bir sigara yakıp tavana doğru üflersiniz. 

Sonra biri suskunlaşır. Bazan da diğeri. Akşam yemekleri sessizlik içinde yenir. Aynı şakaya gülmez olursunuz. Eldivenler unutulur. Anahtarlar kaybedilir. Çamaşırlar makinede bırakılır. Bir izmarit düşüp parkeyi yakar. Duvarda sıvaların döküldüğü yerde şekilsiz bir delik açılır. Rüyanızda saçlarınıza paslı firketeler takmaya çalıştığınızı görüp ağlayarak uyanırsınız. Bunun ne kadar korkunç olduğunu hiç anlatamamaktan korkarsınız. Hiç anlatamazsınız. 

Sonunda bir gün anlarsınız ki ölmüşsünüzdür. Çünkü hep ölünür. Kimi zaman yavaş yavaş, kimi zaman birdenbire. 

Tolstoy haklıdır. Her aşk raylarda biter.

Toplama Dahi



27 Mart 2010

Fotoğraf çektirmeyi sevmiyorum. Derrida da sevmezmiş. Onunla tek ortak yanımız bu. O bir dahiydi. Bense sıradan biriyim. Yine de bu ortak özellik aramızda bir bağ oluşturuyor. Ya da ben böyle olduğunu düşünmekten hoşlanıyorum.

Bütün feylezof ve yazarlarla benzerliklerimi toplasam, sonunda ne biçim yekün tutar aslında. Mesela Nietzsche’nin migreni, Kant’ın günlük yürüyüşleri, Tolstoy’un yanından hiç ayırmadığı günlüğü, Çehov’un arada bir su katarak içtiği votkası, Dostoyevski’nin felaket tellallığı ve George Sand’ın kıyafetlerini alıp Sylvia Plath’in örgülü saçlara, İris Murdoch’un yüzmeye ve Oğuz Atay’ın güzel yemeklere düşkünlüğüyle birleştirsek toplama bir dahi oluşturabilir miyiz acaba?

Sadece bir düşünce.

İş Defteri

06 Aralık 2010

Göründüğüm kadar cesur biri değilim. Kimseyi kandırmanın alemi yok. Aslında korkağın biriyim ben. En çok da yazmaktan korkuyorum. Hep korktum. Yeni değil bu.

Yazma korkum ilkokul birinci sınıfta, yani yazmayı öğrendiğim sene başladı. İş defteri diye bir şey vardı o zamanlar. Sınıfta yazılan şeyler günlük defterde toplanır, sonra eve gidildiğinde iş defterine temize çekilirdi. Bazılarınınki çok düzgün olurdu: önce beyaz kağıtla sonra yıpranmasın diye ikinci bir kat naylonla kaplanmış, inci gibi bir yazıyla donatılmış ve çiçekli kenar süsleriyle bezenmiş pırıl pırıl iş defterleri gördüğümü hatırlıyorum. Benimki ise düpedüz berbattı. Yazım zaten bir felaketti, kargacık burgacık bir şeyler çiziktirip duruyordum. Ayrıca satırları bir türlü tutturamıyordum: harfler hep aşağıya doğru yuvarlanıyor, sayfanın bir köşesinden çıkıp gidecekmiş gibi duruyorlardı. Defterimin kabı sıyrılmış, yaprakları kollarımı sürtüp durduğum için kararıp kıvrılmıştı. Mandal takardık o kıvrılan yerler düzelsin diye. (Bir kere kıvrılan şeyin bir daha asla eskisi gibi olamayacağını da o defter sayesinde öğrendim ya, şimdi oraya hiç girmeyelim.)

İşte bu defter benim kabusumdu. Uğraşır dururdum bütün gece bir şeye benzesin diye. Ama bir türlü olmazdı. Öğretmen sıraların arasında dolaşıp iş defterlerini kontrol ederken başımı önüme eğer, mandallardan kurtulur kurtulmaz yeniden kıvrılıveren yaprakları göz ucuyla seyrederek hayıflanırdım.

Okulla beraber hayatım değişmişti. Kalemlere asılmaktan hissizleşen parmaklar, dolmak bilmeyen sayfalar ve birbiri üzerine yığılan ödevlerden oluşan bir dünyam vardı artık. İş defteri bunların hepsiydi sanki. Onu düşman bellemiştim. Ta ki kaybedene kadar.

Bir gün kılçık bir oğlan çocuğu defterimi elimden kaptığı gibi kaçırdı. Uzunca bir süre kovalamaca oynadık. Buraya kadar her şey normaldi. Fakat ben tam da ‘eh, artık geri verir herhalde’ diye düşünürken, garip bir şey oldu. Onu nasıl kızdırdıysam (çocukken de çenemi pek tutamazdım), bir türlü hıncını alamadı ve boynunda asılı duran delikli silgiyi çıkarıp yazdığım her şeyi birer birer sildi. Hem de gözümün içine baka baka. Donup kaldım. O kadar şaşırdım ki, hiç bir şey yapamadım. Bunun olabileceğini hiç düşünmemiştim.

Nice uykusuz geceye mal olmuş bütün o yazılar çiziler birer birer uçup gitti. Bir türlü ezberleyemediğim sonbahar şiiri, kimbilir kaç kere yazdığım “Oya yattı uykuya, haydi sen de yat Kaya” fişi, zor bela yaptığım soru işaretleri, hepsi yok oldu. Bir tek şey kaldı geriye: harflerden kalan soluk izlerin üzerinde pırıl pırıl parlayan kocaman kırmızı bir ‘Pekiyi!’ Nasıl olduysa bir ara bir aferin almıştım. O da tükenmezle yazıldığı için bu felaketten sağ çıkmıştı. Şimdi boş sayfada kötü bir şaka gibi duruyordu.

Yazdıklarımın kalıcı olmadığını farketmek yeterince kötüydü zaten. Yine de esas meselem bu değildi. Diğer sayfaların yeniden yazılabileceğini hissediyordum. Ama ya üzerinde ‘Pekiyi!’ yazan o boş sayfayı nasıl dolduracaktım? Onu hak edecek kadar iyi ne yazabilirdim ki? Bunu düşündükçe, hastalanacak gibi oluyordum.

İşte o kırmızı ‘Pekiyi!’ benim lanetimdir. Korkulardan bir korku seç deseniz, hiç düşünmeden onu seçerim. Tepemde bir kılıç gibi sallanır durur. Bana her ‘yazabilirsin’ dendiğinde kafamı kaldırıp ona bakar ve ürperirim.

Şimdi de öyle yapıyorum.

Korkağın biriyim ben. Daha önce de söyledim ya.

Sunday, May 22, 2011

Şairin Ehliyeti


BirGün
22 Mayıs 2011

Şairin dünyayı dilediği gibi kurgulamak ve bunu canının istediği gibi ifade etmek ehliyeti vardır. Okuyucuda uyandırmak istediği etkiye göre dilin kurallarıyla, toplumun düzeniyle, hatta paşa gönlü çekerse fizik kanunlarıyla bile oynayabilir, onları eğip bükebilir yeniden şekillendirebilir.
Kimileri bu özgürlüğü tedbirli bir şekilde kullanır, kibar kibar yazarlar. Onların elinden çıkan metinlerde güller açar bülbüller öter ama kimsenin yakası bağrı açılmaz. Aşıklar en fazla diz dize oturup konuşurlar. Öpüşecekleri zaman başka bir bölüme geçilir. Bazen savaş çıksa da romanın geçtiği kente uğramaz, cinayetler işlenir ama sadece gazete haberi olarak kalır. Böyle bir temiz temiz yazma hali vardır. Elini hiç kirletmeden. Ne var ki, dünyayı değiştiren kitaplar bunların arasından çıkmaz.
Her zaman hatırlayacağımız yazarlar bizi yerden yere vuranlardır. Bunlar ehliyetini cebine koyup hiç vakit geçirmeden yola koyulanlar olur çoğu kez. Virajları hızlıca alıp köşeleri sertçe dönecek, hiç duymadığımız şeyleri hiç duymadığımız bir şekilde söyleyeceklerdir. Herkesin bildiği ama bahsetmediği şeyleri anlatabilirler. Hiç kimsenin hayal etmediği şeyleri de söyleyebilirler. Ama ne yaparlarsa yapsınlar, her seferinde bizi şaşırtacak ve sarsacaklardır.
Beat Kuşağı yazarlarından William S. Burroughs bu gruba girer. II. Dünya Savaşı sonrası Amerika’da hakim olan tutucu orta sınıf ahlakına bir başkaldırı olarak ortaya çıkan Beat Kuşağı, her türlü toplumsal baskıya yalnızca eserleriyle değil yaşam tarzlarıyla da karşı duran bir grup cesur yazar ve müzisyenden oluşur. Bu kuşağın belli başlı kitaplarından biri Jack Kerouac’ın “Yolda” adlı romanı ise, bir diğeri de Burroughs’un “Yumuşak Makine”sidir.
Geçenlerde öğrendim ki, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, “Yumuşak Makine” için “Türk toplumunun ahlak anlayışına” uymadığı gerekçesiyle soruşturma açmış. Tebrik ederim. Çok yerinde bir karar. Burroughs’un kitabı tam da bu nedenle yazılmıştır çünkü. Düzenin kapılarını tutanların tekerine çomak soksun diye. Işıklı büyük salonlarda adım sayarak dans edenlerin ayak uyduramayacağı bir şarkı olsun diye. Demek ki roman hala hedefini buluyor, birilerinin canını sıkmayı başarıyor.
Bir kitap yasağı daha. Garip tabii. Yine de, devlet büyüklerimizin bu kitaptan neden bu kadar hararetle nefret ettiğini anlamak zor değil. ‘Örf ve adetlerimize uymaz’ lafı artık ikinci derimiz gibi bir şey oldu. O kadar yakın bize. Bence asıl şaşırtıcı olan, memleketimizin saygıdeğer savcılığının, uğraşacak başka bir işi yokmuş gibi, edebiyat eleştirisine soyunmuş olması.
Kitabı basan Sel Yayıncılık’ın açıklamasına bakılırsa, Burroughs’un romanını inceleyen başbakanlığa bağlı kurul raporunda “anlatım bütünlüğüne riayet” edilmediği için kitabın edebi değerinden şüphe duyulması gerektiğini ifade etmiş.
Bir anlatının mutlaka “konu bütünlüğü” taşıması gerektiği inancının bu kadar şiddetli bir ifadesine uzun süredir rastlanmadı. Neredeyse Aristo’dan beri.
Roman kuramı hassas bir mevzu. Kabalık etmek istemem ama bu kurulun okumalarında biraz geri kalmış olduğu hemen fark ediliyor. Ben olsam ellerine modernist metinleri tutuşturur, haftada bir de sınav yapardım. Ancak nereden başlamak gerektiğinden emin olamıyorum. Biraz daha geriye gitmek gerekebilir belki. “Yumuşak Makine”ye dair incelemenin kalan kısmına bakıyoruz: “tarihi mitolojik unsurların yaşam tarzlarından örnekler vererek kişisel ve objektif olmayan gerçek dışı yorumlarda bulunmak” ve “argo ve amiyane tabirlerle kopuk anlatım tarzının benimsenmesi” de birer edebi sorun olarak art arda sıralanıyor.
Başbakanlık Kurulu’nun saygıdeğer üyelerine naçizane bir önerim olacak: Burroughs’un ehliyetine el koymaya kalkmadan önce, ondan daha kıdemli sürücülerin kayıtlarına, ne bileyim, Shakespeare ya da Rabelais’nin eserlerine bir göz atmak isteyebilirler. Orada bu tür sorunlarla bolca karşılaşacaklar, böyle “çarpıtma” ve “ahlaksızlıklar”dan mebzul miktarda bulacaklardır.
İhbar etmiş gibi olmayayım ama.

Thursday, May 19, 2011

Kesinlik


BirGün
15 Mayıs 2011

Her dönem finaller yaklaşırken “kesinlik” konulu garip konuşmalar yaparken bulurum kendimi. Bu dönem ders vermiyorum ya, bir eksiklik hissettim. Buymuş meğer.

Öğrencilerimin bazıları, bütün dönemi hayhuyla geçirdikten sonra tam bu aralar kapımda boy göstermeye başlarlar. Notlarını düzeltmek için fikir almak isterler. Ben de genellikle daha önce yazdıkları şeylerin üzerinden geçer, hatalarını göstermeye çalışırım. Hatta bazen daha iyi yazmış olanların kağıtlarından örnekler de veririm. Sonunda korktuğum soru gelir: “Hocam, böyle yazsam garanti iyi not alırım, di mi?”

Ben bu “garanti” lafından her zaman biraz irkilirim. Böyle şaşmaz bir durumun söz konusu olmadığını anlatmaya çalışırım her seferinde. Hayatta böyle bir kesinlik var mıdır ki, bu dersten de aynısını bekliyorlardır? Bunu anlatmaya çalışırım. Ama çok gençtir benim öğrencilerim. Hayatı bir at gibi diledikleri yöne doğru sürebileceklerini düşünecek kadar toydur çoğu. Aksilikleri ve belirsizlikleri dikkate almak istemezler.

Geçenlerde “Malte Laurids Brigge’nin Notları”nı karıştırırken, onların kesinlik konusundaki bu ısrarını hatırladım.

Rainer Maria Rilke daha çok bir şair olarak tanınır. “Malte Laurids Brigge’nin Notları” onun tek romanıdır. Bir tane daha yazmasına da gerek kalmamıştır zaten. Bunu bir iki sayfa okuduktan sonra hemen anlarsınız. Roman, yüzyılın başında Paris’te yaşayan Malte’nin ağzından aktarılan bir güncedir aslında. Bize çocukluğunu, korkularını, kadınlarla tanışmasını ve en çok da “hepimiz onu içimizde taşırız, tıpkı bir meyvenin çekirdeğini taşıması gibi” diye tarif ettiği ölümün değişik yüzlerini anlatır.

Bunlardan biri de babasının cenazesiyle ilgilidir. Mesafeli bir dille anlatılmış çılgınca bir sahne. Defin töreni başlamadan önce Malte garip bir uygulamaya şahit olur. Kapıda peydah olan iki hekim, vasiyette de belirtildiği üzre son bir görevi yerine getirmek üzere geldiklerini söyler ve odaya girip ölünün kalbini metal bir cisimle delerler. Anlaşılan, 19. yüzyılda kalbin sivri bir cisimle delinmesi, benim sandığım gibi bir tür vampir çıkarma ayini değil, o dönemde birinin canlı olarak gömülmediğinden emin olmak için izlenen yollardan biridir – ikisi de aynı kapıya çıkmıyorsa tabii. Her halükarda, kati netice isteyenler için bulunmaz bir yöntem.

“Kalbin Delinmesi” adlı bu garip bölümün sonunda Malte, babasının hayatı boyunca arayıp da bulamadığı kesinliğe böylece kavuştuğunu söyler.

Bu sadece onu değil, kitabın okuyucuları olarak bizi de yakından ilgilendiren bir meseledir aslında. Hepimiz hayatımızın büyük bir kısmını bu kesinliği talep ederek geçirmez miyiz? Her dönem sonunda kapımı çalan öğrenciler gibi, sağlam yollardan gitmeyi, garantisi olan işler yapmayı, her zaman netice alacağımızdan emin olmayı istemez miyiz?

En çok da bilmek isteriz aslında. Her şeyi. Hoşlandığımız kişinin bizi sevip sevmediğini, bir işi alıp alamayacağımızı, ertesi gün evimize sağ salim dönüp dönemeyeceğimizi. Her zaman bilmek isteriz. Ama elimizden gelen çaba göstermek ve beklemek olur genellikle. Bazen de inanmak ve umut etmek.

Malte’nin babasına gelince, roman boyunca katılığının izlerini gördüğümüz bu sert yaradılışlı askerin belirsizliklerden nefret ediyor olması şaşırtmaz bizi. Yaşadığı sürece peşinde koştuğu kesinliği ancak ölümde bulmuş olması acıklıdır elbette.

Yine de asıl dokunaklı olan onu bulduğunda bilemeyecek durumda olması değil midir? Malte’nin babasının hikâyesinde bizi asıl etkileyen budur belki de. Kendi ölümüne bile sahip çıkmak isteyen bu adam, kesinliği hiç bir zaman tecrübe edememiştir aslında. Çünkü ölüm geldiğinde, yani kesin olan sahneye çıktığında, o sahneyi çoktan terketmiştir yazık ki.

Garip olduğu kadar etkili. Unutulacak bir hikâye değil.

Bu bölümü okurken, bir kez daha düşündüm: acaba öğrencilerime bundan bahsetsem nasıl olur? Yani mesela final zamanı kapımı çalanlara ya da dönem başında dersin geçme garantisi olup olmadığını soranlara doğrudan “Malte Laurids”i ve kalbin delinmesi hikâyesini anlatsam?

İçimde netice alabileceğime dair bir his var. Sadece bir his.

Güvenli Zihin Paketi

BirGün
8 Mayıs 2011

Kurt Vonnegut’un anısına saygıyla…

Vatandaşlarımızın güvenliğini sağlamak ve toplum sağlığını korumak amacıyla, hükümetimiz çok yakında “Aklım Rahat, Zinde Hayat” sloganıyla yepyeni bir yaşam paketi uygulamasına başlayacaktır. “Güvenli Zihin” adı altında piyasaya sürülecek bu paketle birlikte, zihnimizin hangi bölümlerine ulaşım sağlayabileceğimiz ve hangi melekelerimizi özgürce kullanabileceğimiz belli başlı bir takım kurallara bağlanacaktır. Böylelikle halkımızın ruh ve akıl sağlığını istenmeyen etkilerden korumak mümkün olacaktır.

Bilgi işlem uzmanlarımızla nörologlarımızın uzun ve meşakkatli çalışmalar neticesinde hazırladığı “Güvenli Zihin Paketi,” değişik yaş ve meslek gruplarına hizmet verebilmek üzere tasarlanmıştır. Gençleri, hayalgücü ya da özgür irade gibi ileride toplumun bir parçası olmalarını zorlaştıracak zararlı eğilimlerden korumak için düşünülmüş olan “Çocuk Paketi,” beynin ilgili bölümlerine ulaşımı tamamen engelleyecektir. Çocukların bu konudaki her teşebbüsü düşük dozlarda elektrik şokları verilerek önlenecek ve küçük beyinlerin daha erken yaşlarda havuz problemleri, kahramanlık şiirleri ve ezber metinlerle meşgul edilmesi garanti altına alınacaktır. Böylece dini ve milli duyguları kuvvetli, toplumla azami uyumlu fertler yetiştirmek mümkün olacaktır.

Aileleri toptan dönüştürmeyi öngören “İndirimli Aile Paketi” bu programın en büyük başarılarından biri olarak görülmektedir. Aile dışı oluşumlar, maazallah çarpık cinsel eğilimler ve evlilik karşıtı görüşler bu paket içinde değerlendirilecek ve böyle durumların daha ortaya çıkmadan engellenmesi için gerekli önlemler alınacaktır. Bunun için beynin hazla ilgili bölümlerine birer çip takılacak ve bütün bir ailenin faaliyetleri kontrol altına alınacaktır. Aile içinde cinsel olarak aktif bütün bireylerin günlük heyecan çizelgeleri not edilecek ve olağandışı durumlar gözlendiğinde gereği yapılacaktır. Otobüste öpüşenler gibi meseleler de böylece ortadan kalkacaktır. Bu tür eylemleri icra edenler tehdit, taciz ve tecrit edilecek, bu da yetmezse ellerine birer “Namus Hocası” verilip haftada bir sınava tabi tutulacaklardır.

Aile Paketi’nin en güzel tarafı kullanıcıya göre değişiklik göstermiyor olmasıdır. Bir paket bütün bir aile için yetecek, 7’den 70’e herkes aynı zihniyeti tepe tepe kullanabilecektir. Zaten farklı filtreleme sistemleri kullanmak isteseniz bile, aile paketi buna izin vermeyecektir. Böylece bütün bir ailenin birlik ve bütünlüğü de garanti edilmiş olacaktır.

Bunun yanı sıra, değişik meslek gruplarına özel “Profesyonel Zihin Paketleri” de düşünülmüştür. Araştırma yapabilecekleri güvenli alanları belirlemek için sosyal bilimcilerin kafalarına “düşük yoğunluklu ayrımcı çip” takılacak ve zihinlerinin yalnızca arzu edilen meselelerle meşgul olması sağlanacaktır. Sistem karşıtı olduğu bilinen karikatüristlerin zihinlerinde 7/24 “Heidi” ya da isteğe bağlı olarak “Arı Maya” gösterilecektir. Gazeteciler ise daha kuvvetli bir denetime tabi tutulacak ve hükümete dair eleştirel bir tutum benimsediklerinde düşünceleri her seferinde “Necefli Maşrapa” görüntüsü ile bölünecektir. “Güvenli Zihin” programı bu nostaljik dokunuşla ülkemizin renkli tarihine selam göndererek geçmişle bağlarını tazelemektedir.

Politikacılar için hazırlanan paket ise “Temiz Zihinler” adı altında tamamen ayrı bir program olarak düzenlenmiştir. Bu paket politikacılara siyasi dokunulmazlıkla beraber “insani muafiyet” de tanımaktadır. Şimdiye kadar insan hakları, etnik meseleler, cinsel ayrımcılık gibi konularla meşgul edilen siyasetçiler bundan sonra böyle taleplere pabuç bırakmayacak, çünkü zihinlerinin eşitlik ve adalet duygusu gibi insani vasıflarla ilgili bölümleri tümüyle ulaşıma kapatılacaktır. Bu konuda daha önceki tecrübeleri de zihinlerinden silineceği için, gıcır gıcır yepyeni ve sorunsuz beyinleriyle memleketin ekonomik sorunları ile rahatça ilgilenebilecekler ve ülkeyi daha iyi bir geleceğe taşıyacaklardır.

Hükümetimizin yeni Güvenli Zihin Paketi’ne inancı sonsuzdur. Bu paketle birlikte ulusumuz daha önce ulaşmadığı yüksekliklere çıkacak, ayak basmadığı yolları yürüyecek, inmediği derinliklere ulaşacak ve, ne mükemmel bir şeydir ki, bunların hiç birini farkedemeyecektir. Kafası karışmayacak, rotasından şaşmayacaktır. Kimse sırayı bozmayacağı için ileriye hep daha ileriye yürümek mümkün olacaktır.

O zaman, sevgili vatandaşlar, ‘Aklım Rahat, Zinde Hayat’ demenin zamanıdır.

Sunday, May 01, 2011

Faydasız Çabalar Müzesi



BirGün
1 Mayıs 2011

Açık kütüphane sisteminin erdemlerinden biri, bir kitabı ararken ötekilere de dokunabiliyor olmaktır. Böyle olunca hedefe doğru şaşmadan yürümek yerine, dolambaçlı bir yoldan ilerlersiniz. Kimi zaman ona ulaşmaya pek az kalmışken yolda bir sürprizle karşılaşırsınız. Gözünüze ilişen kitaplardan biri aklınızı çeler, orada takılırsınız. Sonra bir de bakarsınız ki, aradığınız her ne ise onu çoktan unutmuş elinizde bambaşka bir kitapla kütüphaneden çıkıyorsunuz.

Bu bana çok olur. Geçen gün yine oldu. Bir şeyler arıyordum, sonra dikkatim dağıldı. Ardından ismine vurulup baktığım bir kitabı kapıp pencerenin önündeki koltuklardan birine yerleştim. Sayfaları karıştırdıkça bu önsezimde pek de haksız olmadığım ortaya çıktı. Elimde Cristina Peri Rossi’nin “Faydasız Çabalar Müzesi” başlığı altında toplanmış öykülerini tutuyordum. Ve kitap ballı badem lezzetindeydi.

Cristina Peri Rossi Uruguaylı. Latin Amerika’nın alametifarikası olan ‘büyülü gerçekçilik’ yazdıklarına damgasını vurmuş. Ara ara Borges’i andırıyor. Bazen de diğerlerini. Peri Rossi, bütün iyi öykücüler gibi, dar mekanda at koşturabiliyor. Bir kaç sihirli kalem darbesiyle bir duyguyu aktarabiliyor, bir paragrafta atmosfer kurabiliyor. İnsanı bir iki satırda eski bir müzenin tozlu raflarının arasına sokuveriyor mesela.

Kitaba adını veren “Faydasız Çabalar Müzesi” adlı öykü, isminin de işaret ettiği gibi, insanlığın netice getirmemiş çabalarının büyük tozlu arşivlerde saklandığı bir müzeyi anlatıyor. Bu çabalar senelere göre tasnif edilmiş ciltlerde tutuluyor. Bazen de türlerine göre sınıflandırılıyorlar: kimi acıklı, kimi gülünç, kimi korkutucu.

Müzede kayda geçirilmiş faydasız çabalar arasında on sene boyunca köpeğine konuşmayı öğretmeye çalışan adam, bütün hayatını boyunu uzatacak bir doktor arayarak geçiren cüce, varolmayan yerleri aramakla ömürlerini tüketen kaşifler ve yirmi seneyi aşkın bir süreyi bir kadının sevgisini kazanmak için harcadıktan sonra umutsuzluğa kapılıp intihar eden bir aşık var.

Bazı çabalar güzel, bazılarıysa dokunaklı. Garip olan kimi çabaların tekrar ediliyor olması: kanat takıp uçmayı deneyen hayalciler, başka bir iş bulmaya çalışırken heba olup giden fahişeler, resim yapmak için uğraşan yeteneksizler ve korkularının üstesinden gelmek isteyenler.

Peri Rossi’nin anlatıcısının ismini, cinsiyetini ve yaşını bilmiyoruz. Bütün bunlardan ari görünüyor. Ona dair bildiğimiz tek şey müzenin müdavimlerinden biri olduğu. Her gün belli bir saatte müzeye geliyor ve tozlu rafların arasında dolaşıp arşivleri karıştırıyor. Onun faydasız çabası da bu olsa gerek: müzedeki bütün faydasız çabaları birer birer okuyup bitirmek.

Öyküyü bitirdikten sonra içimi bir hüzün kapladı. Şimdiye kadar deneyip başaramadığım şeyleri hatırladım. Korktuğum için hiç denemediklerimi de tabii. Elimden kaçıp giden bütün fırsatlar, hiç önüme çıkmayanlar, görüp de farketmediklerim. Gitmediğim şehirler, özlediğim insanlar, aradığım kitaplar geldi aklıma. Onları hiç bulabilecek miyim? Oralara hiç varabilecek miyim?

Ben ki kütüphanede bile aradığı kitaba doğru gitmeyi başaramayan biriyim. Belki diğerleri böyle değildir, dedim kendi kendime. Sonra düşündüm de, bir amaca doğru ilerlediğini zannedenler yanılıyor aslında. Bence onlar da benim gibi arada bir tozlu raflar arasında kayboluyordur. Bütün kitapları okumak isterken, “bazılarını” okumak için bile yeterince uzun bir ömürleri olmadığını farkedip düşkırıklığı içinde içlerini çekiyorlardır.

‘Faydasız Çabalar Müzesi’nin isimsiz anlatıcısı, en çok tekrar edilen çabaları sıralarken “ölümsüzlük arayanlar başta geliyordu,” diye anlatıyor. “Bunu söyler söylemez, “yani herkes” diye ekliyor, “hemen herkes ölümsüz olmayı istedi ya da sanki öyleymiş gibi yaşadı.”

O zaman belki de hedefe doğru yürüyenler ve yolundan şaşanlar arasında bir fark gözetmemeliyiz.

Buradan bakınca, hepimiz ‘Faydasız Çabalar Müzesi’nde değil miyiz?