Monday, January 30, 2012

Zahir


BirGün
29 Ocak 2012

Borges’in “Zahir” adlı kısa öyküsü, kimin eline geçerse onu etkisi altına alan bir metal paranın hikayesidir. Zahir’le karşılaşanlar, ondan başka bir şey düşünemez olacaktır. En sonunda da, sahip olduklarını sandıkları bu nesnenin kölesi haline gelecek ve onun dışında her şeyi unutacaklardır.

Öyküyü birinci ağızdan anlatan Borges, ısmarladığı içkiyi ödedikten sonra para üstü olarak eline tutuşturulan bu yirmi kuruştan başında hiç şüphelenmediğini söyler. Ama Zahir onu da ele geçirmiştir işte. Yakında ben de unutacağım, der bize. Kısa bir süre sonra, Zahir’le karşılaşmış diğerleri gibi onun da gerçeklikle hiç bağı kalmayacaktır. Öyle ki, birilerinin onu giydirmesi ve beslemesi gerekecektir. Ama ne önemi var ki, diye ekler bir müddet sonra. Nasıl olsa neyi kaybettiğini hatırlamayacak ve başına gelenlerin farkında bile olmayacaktır.

Tam ona sahip olduğunuzu düşündüğünüz anda sizi ele geçiren “Zahir”in hikayesini biraz da bu yüzden severim. Bu ters yüz etme, sahibin köleyle, gerçeğin görüntüyle yer değiştirmesinin bir an meselesi olduğunu bize hatırlatmak için oraya konmuştur sanki.

İşin fenası ne zaman teslim olacağınızı asla bilemeyecek olmanızdır. Herkesin bir zayıf anı, bir yumuşak karnı vardır. Zahir herkes için farklı bir şey olabilir. Kimi için hızlı bir araba, kimi için Fransız dantelinden gelinlik, kimi için bir mevki, kimi içinse markalı bir kahve bile olabilir. Hangi şekli alırsa alsın, Zahir kendisine sahip olmak isteyenleri mutlaka etkisi altına alacak ve eninde sonunda dönüştürecektir.

Sahip olduğumuzu sandığımız hayatların aslında bizi ele geçirmiş olabileceği genellikle aklımıza gelmez. Oysa peşinde koştuğumuz şey çoğu kez bir resimdir. Zahir gibi bir görüntüdür yalnızca. Bir vaattir belki de. Bizi bir noktada yakalamış ve bir daha hiç bırakmamıştır. Ama biz onu seçtiğimizi zanneder, özgür olduğumuz hayaliyle oyalanırız. Zahir’in en büyük numarası belki de budur: bize özgür olduğumuz hissini vermek.

Boğaziçi Üniversitesi’ndeki Starbucks işgali, bu “özgürlükler” meselesini çok doğru bir yerden tartışmaya açtı. Çünkü orada yaşayan herkesi (hatta belki başkalarını da) seçimlerine dair düşünmek zorunda bıraktı. Mesele kahve almak ya da almamak değildi artık. Mesele hayatımıza yeni baştan bakmak ve orada neyi isteyip neyi istemediğimize karar vermekti.

Starbucks’ta işgal devam ediyor. Öğrenciler (ki onlar haklı olarak kendilerine “karşı-işgalci” diyorlar) hala birlikte davranıyor, öğreniyor ve direniyorlar. Onların “kahve alma özgürlüğü”nden söz edenlere verdikleri yanıt bu. Sözlü bir itiraza ihtiyaçları yok. Starbucks’ta tecrübe ettikleri yeni yaşama biçimi ile cevap veriyorlar. Alçakgönüllü, paylaşımcı ve üretken bir hayatla yani. En zor meselelerin bile ötelenmeyip açıkça konuşulduğu, onlara hep birlikte çözümler arandığı bir hayatla.

Boğaziçi öğrencileri Starbucks’taki varlıklarıyla, özgürlüğün televizyon reklamlarındaki gibi üç beş markayı edinmekle elde edilebilecek kadar ucuz bir şey olmadığını kanıtladılar.

Özgürlük sorumluluk, yaratıcılık ve cesaret demekti.

Özgürlük, size sunulan zavallı seçenekler arasından birine yapışıp kalmak değil, bambaşka olasılıklarla dolu yeni bir dünyayı hayal edebilmekti.

Borges öykünün sonunda der ki, “eğer dünyadaki tüm insanlar Zahir’i düşünürlerse” hangisi daha gerçek olur? Dünya mı yoksa Zahir mi?”

Yalnızca bir kaç kişi bile dünyanın bir zamanlar nasıl bir yer olduğunu hatırlıyorsa, gerçeklikle bağımızı koparmış sayılmayız. Tek bir kişinin hafızası ya da hayalgücü bile bizi yeniden bir araya getirebilir.

Neyi kaybettiğimizi umursamayacak kadar yabancılaştığımız bu zamanda, başka türlü bir hayatın da mümkün olduğunu söyledikleri için Starbucks işgalini gerçekleştiren öğrencilere teşekkür borçluyuz.

Görüntülere teslim olduğumuz bir dönemde, hayatın bundan çok daha fazlası olduğunu hatırlattılar. Sağolsunlar.

Monday, January 23, 2012

Hiç Kimse



BirGün
22 Ocak 2012

Homeros’un Odysseia destanında tek gözlü devler olan Kikloplarla ilgili bir bir bölüm vardır.

Odysseus devlerin mağarasına girdiğinde onu yakalayan tek gözlü canavarlardan birine isminin “Hiç Kimse” olduğunu söyler. Sonra hikayenin en heyecanlı yerinde, Odysseus mağaradan kaçabilmek için devin gözüne bir kazık sapladığında, canavar acıyla bağırır ve arkadaşlarını uyandırır. Fakat kendisine saldıranın kim olduğu sorulduğunda, “Hiç kimse” diye cevap verdiği için, arkadaşları ona sırtlarını dönerler.

Kurnaz Odysseus böylece bir beladan daha sıyrılmış olur. Kimbilir kaçıncı kez.

İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi, Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink'in öldürülmesine ilişkin davaya dair kararını geçen hafta verdi. Sanıklardan Erhan Tuncel, ''Hrant Dink'i tasarlayarak öldürmek'' suçundan beraat ederken, Yasin Hayal müebbet hapse mahkum edildi. Ogün Samast ise aynı suçtan ağır ceza almıştı.

İlginç olan şu ki, mahkeme "Dink suikasti davası"nda yargılanan sanıklardan hiç birini "örgüt üyeliği"nden suçlu bulmadı. Anlaşılan bütün bu adamların Hrant Dink ile şahsi bir meseleleri vardı. Keyfekeder bir suç işleyelim demişler, kendilerini İstanbul’da bulmuşlardı.

Bu davanın başından beri, yani beş senedir, devletin bize anlattığı hikaye hiç değişmedi. Hep aynı şeyi temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp önümüze koyuyor. Oysa, Dink ailesinin avukatı Fethiye Çetin’in davadan sonra basına söylediği gibi, bu dava devletin kendisi ile hesaplaşması için bulunmaz bir fırsattı. “Devletin siyasi cinayetler geleneği devam ediyor. Bunu bir kez daha tescil ettiler. Bu devletin katil, halkını bombalayan, imhacı, suikastçı, kundakçı gibi sıfatlarla yan yana anılmasından çok rahatsız olanlar devleti bundan arındırmak için hiçbir çaba sarf etmediler. Fırsatı da ellerinin tersiyle ittiler. Bu gelenekten arınmak, yüzleşmek, cinayetlere asla diyebilmek için bu dava eşsiz bir fırsattı. Ama onlar kullanmak istemediler.”

Gariptir, değişik kurumları ve kimi karanlık mekanizmaları ile aslında gayet karmaşık bir yapı olan devlet, bazen bir halk hikayesinin yalınlığında işleyebiliyor. Odysseus’un Kikloplarla olan hikayesindeki gibi kurnazca bir hamleyle, kamuoyunun gözünde kendini aklamaya kalkabiliyor.

Türkiye’de kamuoyu da tek gözlü bir deve benzer. Güçlü ama kontrolsüzdür. Neredeyse her zaman kolayca yönlendirilebilir. Yalnızca tek bir yöne bakan, tek bir bakış açısını tanıyan yarı-kör bir canavardır aslında. Solur gibi adam yemiştir bunca yıldır. Baktığı yere rast gelmediği için nice adaletsizliğe göz yummuş, sırtını dönüp uyumuştur.

Hrant Dink davasında da hesaplanan buydu. Öncelikle alan belirleniyor, isim konuyordu. Cinayetin işlenmesinden bir kaç gün sonra, daha olayın sıcaklığı bile dağılmadan, devletin yetkili ağızlarından duyduğumuz ilk açıklamanın bunun örgütlü bir suç olmadığı yolunda olması bundandı. Yani devletin kurumlarından biri, olayın gidişatını tayin ediyor ve Dink cinayetinin bundan sonra hangi çerçevede tanımlanacağının işaretini veriyordu.

Onlara göre, Agos gazetesinin başyazarı ve bu ülkenin sayılı aydınlarından biri olan Dink, üç beş kendini bilmez tarafından öldürülmüştü.

Yani daha en başından katilin adını koydular. Hiç kimse.

Sonrası kolaydı zaten. Kanıtlar kimi işaret etse, ipuçları onları nereye götürse, artık cevapları hazırdı. Cinayeti işleyen belliydi. Hiç kimse.

En büyük zaafı tek gözü olan ve zaten gördüğünü tanımakta zorlanan kamuoyunu tamamen kör etmeye çalıştılar. Bağıranların sesini diğerleri duymasın istediler. Duysalar bile zaten sırtlarını dönüp gideceklerdi. “Hiç kimse” için kıllarını kıpırdatmalarına gerek yoktu. Bunu söyleyip işten sıyrılabileceklerini düşündüler.

Ama öyle olmadı. Kamuoyu bu sefer bu numarayı yutmadı. Hrant’ın arkadaşları meydanlarda toplandılar. Dev bir kalabalık olup sokakları doldurdular. Her şeyin farkındaydılar. Çünkü “tek gözlü” değillerdi. Kör hiç değillerdi.

Katilin yüzünü görmüşlerdi. Ve bunu hiç unutmadılar.

Thursday, January 19, 2012

Hurşit kimdir?

Hurşit Seçkin, bir süredir bana musallat olan bir karakterdir. Elimden kalemi almaya pek hevesli olduğu için onu şimdiye kadar bu bloga yanaştırmadım.

Ama eğer sevdiyseniz, daha evvel yazdığı mektupları okumak için aşağıdaki sitelere başvurabilirsiniz:

http://hursitseckin.blogspot.com/

www.afilifilintalar.com

Selamlar,

Meltem Gürle

Bir Fikir Adamının Mektuplarından - 18




Teslimiyet

Kadın erkeğine teslim olmalı mıdır? Bu soruyu soranların anlamadıkları şey şu ki, kadınlar teslim olmaz. Daha çok teslim alınırlar. Kadın denen cinsi daha gençten başlayarak talim terbiyeye tabi tutmak gerekir. Şanslıysanız yaş kemale erdiğinde kuzu gibi bir kadınınız olur.

Kadınların eğitilmeye müsait olmadıkları düşünülür. Pek çok erkek kadınların zaptı rapta gelemeyeceğine inanır. Doğrudur. Kadınlar gerçekten kuralları takip etmekte zorlanırlar. Aslına bakarsanız, herhangi bir şeyi takip etmekte zorlanırlar. Ama zannedilenin aksine kimi yaklaşımlara yanıt verirler. Önemli olan kadınınızın karakterini göz ardı etmeden ve ona nasıl yaklaşacağınızı bilerek bir eğitim vermenizdir.

Fakat aslında kadınlara bir şeyler öğretmekten daha zor olan, yapmak istediği bir şeyi engellemektir.

Şunu anlayınız ki, kadınınız bireysel bir yaratıktır. Ve sandığınızdan daha zekidir. Kendi kararlarını kendisi vermek isteyecektir. Bu kararların bir kısmı hoşunuza gitmeyebilir. O zaman, sert bir ses tonu ile “Hayır” demeniz icap eder. Buna rağmen kendi istediğini yapmakta ısrarlı ise, kadınınızı bir su tabancası ile cezalandırabilirsiniz. Kararlı bir “hayır”ın ardından yüzüne püskürttüğünüz sudan hiç hoşlanmayacaktır.

Sabırlı olun, yılmayın, onu yavaş yavaş teslim alın. Kadınınız zamanla ev içindeki düzeninizi öğrenecek ve kendisi için buna paralel bir yaşam tarzı seçecektir. Özellikle gençken sabırlı ve özenli bir eğitim alması sayesinde, daha sonra beraber geçireceğiniz yıllar ikinize de keyif verecektir.

Dirayetle, inançla sizin,

Hurşit Seçkin

Monday, January 16, 2012

Sanço Panza'yla İlgili Gerçek


BirGün
15 Ocak 2012

Başbakan Erdoğan, bir iki gün önce CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nu Don Kişot’a benzetti. Hakkındaki fezlekeye gösterdiği tepki nedeniyle, ona “yel değirmenlerine savaş açan” bir çılgın muamelesi yaptı.

“Bir ucuz kahramanlığın içindeler. Bir fezlekeden kalktılar darağacını telaffuz etmeye başladılar. O meşhur roman kahramanı Don Kişot'un bile hayal dünyası bu kadar zengin değildir. Don Kişot yel değirmenleriyle savaşıyordu. Kılıçdaroğlu'nun neyle savaştığı bile belli değil.”

Başbakan sık sık edebiyattan bahseden biri değil. Onun için bu göndermeyi ilginç buldum. Bunun yerinde bir anıştırma olduğundan emin değilim gerçi.

Kılıçdaroğlu’nun ne kadar Don Kişot olduğu tartışılır. Ama diyelim ki, muhalefet partisi hezeyanlar hayaller içindedir ve memleketin gerçek hallerine temas edememektedir.

İyi de bunu dile getiren kimdir? Kimin gözünden görürüz onu?

Evet, Don Kişot gerçek bir kahraman değildir. Okuduğu kitaplarla kafası bulanmış, kahramanlık hayalleriyle oyalanan çılgın bir yaşlı adamdır. Anlattıklarına bir süre sonra kendisi de inanır. Çelimsiz sıska bir adamken heybetli bir şovalye sanır kendini. Hanlar onun gözünde şato, hancı başı asil derebeyi, pasaklı köylü kızı ise bir kontestir.

Don Kişot’un hayalci biri olduğu doğrudur. Ama onun hayalciliğine dair bir şeyler söyleyebiliyorsak, bu tamamen Sanço Panza’nın sayesindedir. Yaveri ve yardımcısı olan Sanço’nun işbilirliği ve köylü kurnazlığı olmasa, Mançalı Şovalye’nin gerçeklikten ne kadar uzak olduğunu kestiremeyiz.

Kısacası, Don Kişot’u Sanço’suz düşünmek mümkün değildir.

Ne zaman Don Kişot’un idealizminden ve gülünç romantizminden söz açılacak olursa, onun karşısında duran maddiyatçılıktan ve pragmatizmden de bahsetmek gerekir.

Hadi Don Kişot hayallerinin peşine gitmiştir, Sanço’nun bu yolculukta işi nedir? Romanı okuyanlar gayet iyi hatırlayacaklardır: Sanço Panza karısına iyi bir hayat sağlayabilmek için düşmüştür bu zır deli şövalyenin peşine. Daha çok para, daha fazla iktidar, daha yerleşik bir hayat ister. Don Kişot fethedeceği ülkenin bir adası ona verecek, Sanço da oranın valisi olacak ve karısını prensesler gibi yaşatacaktır.

Gariptir ama romanın bir yerinde, Sanço bu hayale kavuşur. Vali tayin edildiği yere gidince burasının sıradan bir köy olduğunu görü. Fakat hiç moralini bozmaz. Denizden eser olmayan kuru bir arazi üzerinde kurulmuş bulunan bu köyün bir ada olduğunu ilân eder hemen. Adı bundan sonra "Beleşonya Adası" olacaktır. Köylüler valiyi kızdırmamak için emrine boyun eğerler. Hatta onu bir mahkemenin başına geçirir ve halkı yargılamasına göz yumarlar.

Don Kişot delinin biridir belki. Haksızlık karşısında başkaldıran, doğruların itibar görmediği bir dünyada hala erdemden söz edebilen bir çılgındır. Evet, hep hayal peşindedir. Ama Don Kişot ne kadar hayalciyse, Sanço da bir o kadar dünyevidir. Bütün zor durumlardan becerikli bir şekilde sıyrılır, her türlü aksilikten kurtulur, her zaman yolunu bulur.

Sanço’ya dair gerçek budur. O, yücelikten yoksun, hayalden ari, ayakları yere basan pratik bir adamdır sadece. Hayalgücü gibi tehlikeli işleri başkalarına bırakıp aradan sıyrılıvermiştir.

Kafka der ki, Don Kişot yalnızca Sanço’nun icad ettiği bir karakter, şeytani bir fikirdir. Sanço Panza, geceler boyu bir yığın şövalyelik hikayesiyle beslediği bu karakteri sonunda dünyaya salmış ve beriki çılgınca bir dolu iş yaparken kendisi hiç zarar görmeden oturup olan biteni eğlenerek izlemiştir.

Düşünüyorum da, Kafka haklıdır belki. Sanço, Don Kişot’un hikayesini iktidarını garantiye almak, dünyadaki yerini sağlamlaştırmak için uydurmuş olabilir.

Başkalarını erdem takıntısı, yücelik tutkusu ve hayalcilikle itham edenler bu dünyayı yönetenler değil midir?

Monday, January 09, 2012

Üzgün Yüzüm


BirGün
8 Ocak 2012


Heinrich Böll’ün “Üzgün Yüzüm” adlı hikayesi, totaliter bir rejimin hüküm sürdüğü bir ülkede, herkesin mutlu görünmesini öngören kanuna uymadığı için tutuklanan bir adamı anlatır.

Limanda dalgın dalgın martıları seyrederken, “üzgün yüzü” nedeniyle tutuklanan bu “sade vatandaş,” iyice hırpalandıktan sonra sorguya alınır.

Sorgu esnasında ortaya çıkar ki, hapisten daha yeni çıkmıştır. Neden hüküm giydiği sorulduğunda, gülümsediği için tutuklandığını söyler polislere. Büyük şefin ölüm yıldönümünde “gülen yüzü” bir polisin dikkatini çekmiştir. Genel yas nedeniyle herkesin üzgün görünmesini öngören bir kanunu ihlal ettiği için tutuklanıp beş seneye mahkum edilmiştir.

Sonunda onu bir kez daha dövüp hücreye tıkarlar. Bu sefer de on sene hüküm giymiştir. Böyle mükemmel bir rejimde üzgün görünmek kimin haddinedir? Öykü adı gibi hüzünlü bir şekilde biter. Hikayenin anlatıcısı, sağ kalmayı başarıp yeniden dışarı çıkabilirse, bu kez hiç yüzü olmasın diye uğraşacağını söyler bize.

Böll’ün öyküsü melankoliktir. Hayatından memnun görünmediği için tutuklanan bu karakterin hikayesinde insanı umutsuzluğa sürükleyen bir şey vardır: “Hırsızlık suçuyla yakaladığı bir serseriyi yaka paça götürür gibi, polis beni önüne katmış, düşlerimin köşesinden çekip alarak ite kaka götürüyordu… Beni tutuklamalarının nasıl olsa bir nedenini bulacaklardı. İçime dayanılmaz bir gariplik çöktü.”

Bu sahneden etkilenmeme şaşmamak gerekir. Gençlik yılları 12 Eylül döneminin ertesine rast gelmiş herkes gibi, ben de bir korku idaresinde büyüdüm. Kaç kişi Böll’ün “üzgün yüzlü” adamı gibi çocukluğunu geçirdiği sokaklardan yürütülerek karakollara götürüldü? Kaç kişi bir hiç uğruna hayatını hapislerde geçirdi? Kaç kişi çocuklarının, sevdiklerinin, arkadaşlarının eve dönecekleri anı korku içinde bekleyerek ömrünü tüketti?

Gazetede okudum, hükümet 12 Eylül dönemiyle hesaplaşmaya kararlıymış. Ne mutlu onlara! Geçen hafta darbeyle ilgili soruşturma sürecinin tamamlandığı haberi geldi. Darbeciler hakkında hazırlanan iddianamede Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya’nın Büyük Millet Meclisi’ni vazifesini yapmaktan alıkoydukları için ağırlaştırılmış müebbet ağır hapis cezasına mahkûm edilmeleri istendi.

Savcılar darbeye veryansın etmişler. Diyorlar ki, o zaman mutlu olmak harammış bize. 12 Eylül ile gelen askeri idare memleketi talan etmiş. Darbe sonrasında da yöneticiler halka büyük mağduriyetler yaşatan eylemlerine devam etmişler. Hak ve özgürlükler tamamen güvencesiz bırakılmış. Askeri yönetim tarafından gözaltına alınan muhalifler, “yola getirilmesi gereken kişiler” olarak görülmüş ve hapislere atılmış. Böylelikle toplumu tektipleştirecek bir süreç başlamış.

Yanlış mı bunlar? Değil. Doğru hepsi.

Yine de bir şaka gibi geliyor insana. Hem de kötü bir şaka. Her gün onlarca kişinin tutuklanıp hapse konulduğu bir ülkede, darbeyle hesaplaşmaktan söz edilebilir mi?

Doğru, o zaman mutlu olmak haramdı bize. 12 Eylül döneminde hakim olan zihniyet asıksuratlı bir tekdüzeliği vazediyordu. Günlerimiz zapturapt altına alınmış, gecelerimiz sokağa çıkma yasağı ile bölünmüştü. Üzerimize bir resmiyet gelmiş, gitmek bilmiyordu. Önümüze bakarak uygun adım ilerliyorduk. Gülmek bir tür hafiflik, hatta düpedüz hakaret sayılırdı. Ağır bir ciddiyet vardı herkesin yüzünde. O ciddiyet korkuyla besleniyordu. Öyle içimize işledi ki, işler yoluna girdikten sonra bile kolay kolay gülmeyi beceremedik.

Şimdiki hükümet ise, her daim mutlu görünmemizi istiyor. İstiyor ki her söylediğine neşeyle tempo tutalım. Başbakanla şarkılar söyleyelim. Bayraklar sallayayım, hükümeti destekleyen pankartlar açalım. Öyle istiyor. Her icraatını ayakta alkışlamazsak, kulağımızdan tutup hapse atacak bizi. Asıksuratlılara tahammülü yok. Kendisini eleştirenleri hiç sevmiyor. Bu hükümet, vatandaşının mutlu, tatmin olmuş ve güleryüzlü olanını seviyor.

Fakat işte herkesi memnun etmek mümkün olmuyor. Bazıları hala üzgün.
Vesikalık fotoğraflardan mahzun bakıyorlar. Geride kalanlar da öyle. Onların da yüzleri gülmüyor. Kimilerinin çocukları dün buradaydı, bugün yok. Bazılarının kardeşleri gitti, sonra dönmedi. Kaç gün geçti bilmiyorlar. Geceleri uyku girmiyor gözlerine. Duvara sırtlarını vermiş oturuyorlar.

O zaman değişen pek bir şey yok. Geçen sefer gülen yüzleri nedeniyle hapse girenler, şimdi de üzgün göründükleri için hüküm giyecekler.

Belki de sadece “yüzsüz” olanlar kalacak ortalıkta. Onlar tutacak köşeleri.

Heinrich Böll’ün dediği gibi.

Monday, January 02, 2012

Vazgeçtim bu dünyadan...


BirGün
01 Ocak 2012

Yeni yıla girerken Uludere’de yaşanan felaket üzerimize kabus gibi çöktü. Sayısız mahkemeler, soruşturmalar ve tutuklamalarla geçen bu sene, her şeyin üstüne tuz biber olan depremle berbat bir yıl olduğunu çoktan kanıtlamıştı. Bu korkunç haberle anladık ki, son ana kadar canımızı yakmaya kararlıydı.

Bilgisayarın başında oturmuş yeni yıl yazısı olmaya uygun bir şeyler çiziktirmeye çalışıyorum. Saatlerdir ekrana bakıyorum. Sonunda bunu yapamayacağımı farkettim. Kolum yerinden kalkmıyor gibi sanki.

Genç insanların ölümünde insanın umudunu kıran, yaşam gücünü azaltan bir şey var. Ağır, çok ağır bir şey. İnsanın yürüyüp gidesi, her şeyi bırakası geliyor.

Söyleyecek umutlu bir şey aradığım ama bulamadığım yılın bu ilk gününde, beni vazgeçmekten alıkoyan bu şiirle sizi selamlamak isterim.


Can Yücel’in çevirisiyle Shakespeare’in 66. Sonesi:



Vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm paklar beni,
Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez.
Değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini,
Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz,
Değil mi ki ayaklar altında insan onuru,
O kızoğlan kız erdem dağlara kaldırılmış,
Ezilmiş, horgörülmüş el emeği, göz nuru,
Ödlekler geçmiş başa, derken mertlik bozulmuş,
Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın,
Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene,
Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın,
Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen' e

Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama,
Seni yalnız komak var, o koyuyor adama.



Herkesin kalmak ve mücadele etmek için bir nedeni vardır. Hatırlatmak istedim.

Hepinize iyi yıllar dilerim.