Monday, December 24, 2012

Makinenin İşleyişi




BirGün
23 Aralık 2012

-->
Bundan yıllarca önce yine bir aralık ayında, öğrenci lideri Mario Savio California Üniversitesi'nin Berkeley kampüsünde önemli bir konuşma yaptı. Mesele bugün Türkiye’de olanlardan pek de farklı değildi. Düşünce özgürlüğü başta olmak üzere birçok sorun vardı. Üniversiteler yavaş yavaş şirketleşiyor, akademik idareler de şirket yönetim kurullarına dönüşüyordu.

Bunun üzerine Mario Savio, üniversiteleri birer kapitalist işletme gibi gören bu zihniyeti eleştirerek öğrencileri direnişe çağıran şu unutulmaz sözleri sarf etti:

"Bir zaman gelir, makinenin işleyişi iğrençleşir. Midenizi öyle bulandırır ki, artık onun bir parçası olamaz hale gelirsiniz. Pasif kalarak bile onun içinde yer almak istemezsiniz. İşte o zaman, bedenlerinizi dişlilerin ve çarkların arasına, manivelalara, tüm aygıtın önüne atmanız ve onu durdurmanız gerekir. Bu makineyi çalıştıranlara, onun sahiplerine şunu söylemeniz gerekir: Özgür olmadığınız sürece, bu makinenin işleyişi engellenecektir.”

Bu hafta ODTÜ’de olanlar bana Savio’nun bu tarihi konuşmasını hatırlattı.

 “Göktürk-2” uydusunun fırlatılışı nedeniyle geçtiğimiz Salı günü, ODTÜ’deki TÜBİTAK binasında düzenlenen törene katılmak üzere kampüse gelen Başbakan ve diğer yetkililer, bir grup öğrenci tarafından protesto edildiler. Bunun üzerine, güvenlik güçleri (ki görgü tanıklarına göre 3000’den fazla polis vardı) öğrencilerin yolunu kesti ve onlara gaz bombaları atarak cevap verdi. Sonuçta, çok sayıda öğrenci yaralandı ve çıkan arbedede araçlar zarar gördü, üniversitede hayat durdu.

ODTÜ yönetimi, kampüste yaşananların hemen ertesinde bir açıklama yaparak öğrencilerin maruz kaldığı şiddeti kınadı ve güvenlik güçlerini bundan sonraki olaylarda daha dikkatli davranmaya çağırdı. Onlara göre öğrencilerin düşüncelerini barışçıl bir şekilde ifade etmesinin önü açılmalıydı, çünkü akademi tam da bu anlama geliyordu. Üniversite özgür düşüncenin üretildiği yerdi. Bunun yüksek sesle ifade edilmesinden daha doğal ne olabilirdi?

Rektörlükten yapılan açıklamanın sonundaki şu ibare, akademinin nasıl bir yer olması gerektiğini gayet güzel özetliyor: “Üniversite yönetimi olarak, şiddet içermeyen, başkalarının özgürlüğünü kısıtlamayan, eğitim-araştırma faaliyetlerimizi engellemeyen ve çevreye zarar vermeyen protestoları özgürlük ortamının parçası olarak görüyoruz.”

ODTÜ’lü öğrencilerin hükümetin eğitim ve bilim politikalarına karşı gösteri yaparken maruz kaldıkları şiddeti izlerken, Savio’nun tarihi konuşmasında sözünü ettiği makineyle yeniden yüz yüze geldik. Onun insan öğüten dişlilerinin ve çarklarının dayanılmaz sesini bir kez daha duyduk. Makine büyüktü. Güçlüydü. Ve kendisinden başka hiçbir şeyin sesine tahammül edemiyordu.

Ancak öyle görünüyor ki, öğrenciler 1964’te olduğu gibi şimdi de makineye teslim olmuyorlar. Akademinin bağımsız ve özgürlükçü yapısını savunmakta kararlılar. Kısaca şunu söylüyorlar bize: Öğrenci denen kişi her şeyden önce bir insandır. Mal gibi işlenip satılamaz. Üniversite de işletme değil, bir eğitim kurumudur. Tek tip insan üretmesi beklenemez. İçindeki herkesin aynı görüşü paylaşması düşünülemez. Aksine bu kurum, farklılıklardan beslenecek ve bunlardan yola çıkarak bilgiye ulaşmayı umacaktır.

Öğrenciler haklıdır. Akademinin bu yapısının yok edilmesine göz yummak mümkün değildir. Buna izin vermek, özgür düşüncenin ve bilimin önünü tıkamak anlamına gelir.

Bunu hatırlattıkları için ODTÜ’lü öğrencilere, onları yalnız bırakmadığı için de ODTÜ yönetimine teşekkür borçluyuz. 

Samanlıktaki Anneler


BirGün Kitap
22 Aralık 2012

Her yazarın bir meselesi olur. Hatta denir ki, iyi romancılar aslında aynı metni yeniden ve yeniden yazıp dururlar. Meselelerine her seferinde biraz daha yaklaşmayı hayal ederek. Onları yazmaya iten sebep her ne ise, onu kıskıvrak yakalayıp gözlerinin içine bakmayı umarak.

Perihan Mağden de aslında her zaman iki kadının hikayesini anlatıyor. Bunun zor bir ilişki olduğunun farkında. Bu ilişkideki karmakarışık dinamikler, tehlikeli dönemeçler ve beklenmedik ihanetler onu büyülüyor. Sadece bunu anlatıyor denemez elbette. Birçok başka şeyin de yazarı o. Ama esas meselesi kadınlar. Onları anlatırken ustalaşıyor, derinleşiyor, ilginçleşiyor.

Son romanı Yıldız Yaralanması da, bu ilişkilerin en esaslısı olan anne-kız meselesi etrafında dönüyor. Mağden’in anne-kız meselesine dokundurması ilk değil. Bu konu, yazarın daha önceki romanlarında da değişik şekillerde karşımıza çıktı. Birbirine hayranlıkla bağlı biri yetişkin diğeri çocuk (ya da çocuksu) iki kadının yoğun ve marazi ilişkisinin, Mağden’in romanlarında bir izlek haline geldiğini, hatta Refakatçi’den bu yana neredeyse her hikayede baş köşeye yerleştiğini söyleyebiliriz.

Perihan Mağden’in çok iyi bildiği ve ustalıkla anlattığı şeylerden biri, anneliğin uzun ve ağır seyreden bir hastalık olduğu gerçeğidir. Biz Kimden Kaçıyorduk Anne? adlı romanında, öldürücü bir bağlılık üzerinden tanımlanan bu ilişkinin, her iki tarafı da mahvedecek kadar güçlü olduğunu gösterir bize. Roman, kızını “çoklar ve kötüler” diye tarif ettiği kişilerin vereceği zarardan koruyabilmek için durmadan kaçan bir annenin hikayesidir. Romandaki anne karakterinin korktuğu şey aslında, kızının dünyaya çıkması ve annesiyle kurduğu mutlak bağlılık ilişkisinden uzaklaşarak bağımsız bir birey haline gelmesidir. “Çok ve kötü” olan ötekiler, anne ve kızdan oluşan bu “iki kişilik deliliği” bozacak, ona engel olacak olanlardır. Dışardaki dünyanın, kendi yarattığı masala (Bambi ve annesi) sızmasına engel olmak için kızını mütemadiyen sakatlayan bir annedir bu. Onu kendi anlatısına, kendi dünyasına, kendi deliliğine ortak etmek ister.

Yıldız Yaralanması’nın iki baş kişisi Yıldız ve Sun’un ilişkileri de bence benzer bir dinamikle besleniyor. Popüler bir şarkıcı olan Yıldız’la ona büyük bir hayranlıkla bağlı olan Sun’un hikayesini okumaya başladığımızda, “herkesin sevdiğini öldürdüğü” bir Perihan Mağden dünyasında olduğumuzu hemen anlıyoruz. Ancak roman açıldıkça, hem birbirleriyle hem de anneleriyle olan ilişkileri içinde, Sun ve Yıldız’ın yalnızca kurban değil aslında birer cellat da olduğunu görüyoruz.

Kendi kifayetsiz annesinin yerine parlak bir şarkıcıyı koyan Sun, bütün aşkını ve bağlılığını ona yöneltir. Onun dizinin dibinde olmaktan, ışığında durmaktan başka hiçbir arzusu yoktur. Yıldız ise bir oyuncak haline getirdiği Sun’a sürekli zarar verir. Roman boyunca, hepsi şiddet içeren bir seri davranışına şahit oluruz. Genç kızın sevgisi ve hayranlığı ile beslendiğinin farkındadır. Her gün eli biraz daha yükseltmekte hiç çekinmez: “Sen koluna dövmemi yaptırırsan koluna, benim için dünyalar ifade eder, havuzumun perisi.” Sun ise Yıldız’ın kendisine yaptıklarına sessizce boyun eğer: “Sol kolunu uzatıyor kuzu kuzu. Yıldız kolunu kaptığı gibi bir saniye bile tereddüt etmeden jiletle bir s harfi çiziveriyor. Canı incecik ama o kadar şiddetle yanıyor ki!” Kadının her eziyetini, onun ayak ucuna kıvrılıp uyumanın ayrıcalığı hatırına kabul eder. “Yıldızına” her zaman bir köpeğin teslimiyeti ve sonsuz sadakati ile cevap verir.

Ama aslında diyalektik bir ilişkidir bu. Ve eninde sonunda alt üst olacak, tersine dönecek, çocuğun annesi üzerindeki “sözü” yani hükmü ile nihayet bulacaktır.

Çünkü kız çocuğun anne ile (ya da anne yerine koyduğu kişi ile) ilişkisi, sadece taraflardan birini tehdit eden bir bağlılık değildir. Bu ilişki anne için de aynı derecede tehlikeli ve yıkıcıdır. Anne çocuğuna öyle büyük bir aşk ve sadakatle bağlıdır ki, bu derece büyük bir sevgi ve hayranlık ancak felaket getirebilir. Refakatçi’de mürebbiyenin küçük kıza, İki Genç Kız’daki annesinin Handan’a olan zaafı bu yıkıcı ilişkiden izler taşır. Ruhunun küçük kız tarafından tamamen ele geçirildiğini anladığı anda kaçmak ister mürebbiye. Fakat anneler nereye kaçabilir ki? Onlar çocuklarının ebedi gardiyanları, gönüllü köleleri ve daimi refakatçileridirler. Bu bir işkence haline gelebilir. Ama onlar için fark etmez. Çünkü işkencecilerine umutsuz bir şekilde aşıktırlar. Onun için ne kadar arzu etseler de kaçamazlar bir türlü. Ancak geride bırakılabilirler belki. Ya da inkar edilirler. İki Genç Kız’da, Handan’ın annesi kızının ihaneti ile sarsılır. “Küçük tavşanının” kendisini terk edebileceği, “bu kadar zalim olabileceği” hiç aklına gelmemiştir. Onun kendi yarattığı pembe şekerli dünyanın içinde sonsuza dek yaşayacağını hayal etmiştir belli ki.

Perihan Mağden, yeni romanında benzeri bir temaya geri döner. Çocuklar annelerinindir, der bize. Kızlar annelerinin projeleridir. Onları kendi suretlerinde yaratır ve büyütürler. Kendileri için korktukları her şeyi onlara yüklerler. Kendilerinin yeni ve belki de daha iyi bir sürümü olarak görürler onları. Tam da bu nedenle, kızlarının başarısı da en az başarısızlığı kadar büyük bir ihanettir onlar için.

Romanda geçen isimler (Yıldız, Sitare, Sun, Güneş) bu konuda da birer ipucu olarak okunabilir. Romanın anlatıcısı ve kahramanı olan genç kızın adı Sun’dur. Annesi Güneş ve anneannesi Sitare Hanım bu ismi kimin koyduğu konusunda anlaşamazlar. Güneş, kızının adını kendisinin seçip koyduğunu iddia eder, “Hayatımın bana sunduğu en güzel şey olduğu için.” Sitare Hanım ise bunu başarısız olmuş bir projenin yeniden uygulamaya konması gibi görmek konusunda kararlıdır. Silik ve etkisiz bulduğu kızının canını yakmak istermiş gibi hep aynı şeyi söyler: “Sende tutturamadık, İngilizcesini koydum ki güneş gibi parlasın torunum bari.” Halbuki Sun ne birine ne de diğerine ait olmayı seçecektir. O kendi arzu nesnesini, yıldızını, ersatz-annesini bulmuştur: Suna.

Yıldız’ın gerçek adının Suna olması tesadüf değildir. Sun/Suna benzerliğinin altını çizmek için bulunmuş bir yöntem olduğunu düşünebiliriz elbette. Ancak bunun yalnızca yazarın okuyucuyu eğlendirmek için bulduğu bir oyun olduğunu varsaymak doğru olmaz. Böyle okumak metni yüzeysel bir şekilde değerlendirmek anlamına gelecektir.

Oysa bu ikilik/benzerlik çok katmanlı anlamlara gebedir.

Kendi silik annesi (Güneş) ve ceberut anneannesinde (Sitare) bulamadığı yoğun anne-çocuk ilişkisini, her ikisinden de izler taşıyan [Güneş=Sun(a) ve Sitare=Yıldız] ama idealize edilmiş bir figür olan Suna/Yıldız’a (sembolik anneye, ebedi arzu nesnesine) transfer eden Sun, bu ilişkinin talep ettiği tahribat gücü yüksek aşkı ve onu takip eden ihaneti de yıldızıyla yaşayacaktır.

Sun/Suna: Arzumun eksik nesnesi

Sun’un tarafından bakıldığında, onu Suna olmaktan alıkoyan tek şey bir “a”dır. Sadece tek bir harf. İdealize edilen, aşkla bağlanılan kişiyle bir olabilmek için tek eksiği budur: “a”

Ne var ki bu eksiklik, sıradan bir eksiklik değildir. Bize Lacan’ı ve onun arzunun eksik nesnesini tanımlarken kullandığı “objet petit a” ifadesini hatırlatır. Lacan’a göre, objet petit a henüz konuşma diline geçmeden, yani toplumsallığın dünyasına girmeden önce, bebeğin anneyle birlikte deneyimlediği bütünlük hali süresince sahip olduğu şeydir. Dilin/temsilin dünyasına geçtiğimiz zaman –yani özne haline geldiğimizde- onu sonsuza dek kaybederiz. Bütün hayatımız onun yerine başka şeyler koymaya çalışmakla geçer. Oysa hiçbiri onun yerini tutmaz. Sonsuza kadar ertelenmiş bir şeydir objet petit a. İşte bu yüzden hep arzulanandır, hep boşluğu doldurulmaya çalışılan ama hiç bir zaman ulaşılamayacak olandır. Yani kısaca imkansız olandır.

Lacan objet petit a için, “arzunun nesnesi değil, arzu nesnesinin sebebidir,” der. Suna da, Sun için herhangi bir arzu nesnesi değildir. Arzunun yegane nesnesi olabilir ancak. Onunla (yani aslında annesiyle) yekvücut olmak ister Sun.  Arzu ettiği şey, annenin “öteki” olmadığı bir durumdur. Suna/Yıldız, onun için buluşmak ve bir olmak istediği şeydir. Oysa, Sun için hep dışarıda kalacaktır Suna. Ne kadar yaklaşır gibi olsa da, onunla hiçbir zaman örtüşemeyecek, onu hiçbir zaman yakalayamayacaktır. Onu bir yere kadar tanımlayabilecek, bir yere kadar onunla aynı olabilecek, ama hiçbir zaman onu tümüyle ele geçiremeyecektir.

Sun(a)’nın “a”sı Sun’a hep yabancı kalacaktır.

Samanlıktaki Anneler

Yıldız’a gelince, o Sun’u bir yandan kendisine benzetip bir yandan da hırpalarken, kendisine benzeyen bir oyuncak bebeği hoyratça parçalayan bir kız çocuğundan farksızdır. Kendi imgesinde yarattığı ama kendisi olmayan şeyi hırpalamak anneliğin esaslarından mıdır? Yaratmak gibi zarar vermek de, bir iktidar ilişkisi olarak tesis edilen anne-çocuk ilişkisinin dinamiklerinden biridir belli ki. Çocuğu onu tümüyle inkar edene (deli/geçersiz/kalp ilan edene) kadar, anne kendi suretinde yarattığı varlığa hükmeder. Onun üzerinde kayıtsız şartsız gücü ve hakimiyeti vardır. İsterse sever onu. İsterse bu gücü çocuğuna zarar vermek için kullanır.

Ama samanlık kaçınılmazdır. Her çocuk annenin yarattığı dünyanın dışına çıkacak ve onun kurduğu “iki kişilik delilik” halinin sınırlarını zorlayacaktır. Bunu yapmanın yolu, annenin deliliğini teslim etmek, bu halin adını koymaktır. Onun deli olduğunu söyleyerek, kız çocuğu kendi iradesini annesininkinden ayırır. Böylelikle, “çokların ve kötülerin” dünyasına adım atar, yani gerçek hayata karışır.

Hayata karışabilmek için annesini tımarhaneye kapatmak zorunda kalan Yıldız’ın durumu buna örnektir. Kızına yazdığı onlarca mektuptan birinde şöyle der, Yıldız’ın annesi:

Bu yerde kaçıncı yılım bil bakalım?
Umrunda diyil tabi
Ne zaman umrunda oldum
Artık ölünce çıkarırsın beni
Meşur Yıldızanım!
Sakla bakalım Anneni samanlıkta
Samanlıkta Anne: adım bu olsun.
(67)

Yıldız, annesini tımarhaneye kapatmakla kalmamış, onun kendisine verdiği ismi bile reddetmiştir. Kendini yeniden yaratmış, kendi kendisinin “isim-vereni” olmuştur. Adın bile yalan, der annesi ona bir başka mektubunda. Ve kendisinin gerçek olduğunu hatırlatır.

Sun da, Yıldız’ın evindeki misafirliğini (yani dünyaya çıkma anındaki ilk tecrübesini) bir seri yalan üzerine kurar. Bunlardan ilki annesi ve anneannesinin varlığını inkar etmektir. Bir yetimhanede büyüdüğünü söyler herkese. Yıldız’la Sun’un anneleri ile ilişkileri tamamen benzer bir izlek üzerinden açılır böylece. İkisi de annelerini gömmek isterler. İstedikleri onları bir samanlığa kapatıp sonsuza dek unutmaktır. Ancak ikisi de fark eder ki, ömürleri boyu bu samanlığın anahtarını boyunlarına asacak, annelerini inkar etmiş olmanın anısını bir lanet gibi üzerlerinde taşıyacaklardır.

Bunun Odipus hikayesini andırdığını düşünenler olabilir. Ancak, samanlıkta kendi deliliği ile baş başa bırakılan annenin durumu, oğlunun hayata dair hırsına kurban giden babanın cesedinden çok daha acıklıdır. Yıldız’ın annesi bunu bilir ve yazar da: Ölmek deli ilan edilip kapatılmaktan çok daha iyidir.

“sen öldür bakalım anneni, daha kolay mı olaydı suna, adın bile yalan bak yazcam on kerre, suna suna suna, annen gerçek ama istemesen de...”

Dahası, babanın iktidarını deviren oğlun cinayeti, bir izleyici önünde (yani toplumsal bir anlama tercüme edilebilecek şekilde) gerçekleşir. Oysa annesiyle yaşadığı yakınlıktan, iki kişilik delilikten kendini ayıran genç kadın, onu başkalarının gözü önünde yok edemeyecek, kötü bir anı gibi saklamayı tercih edecektir. Yıldız’ın annesini, tamamıyla yok edemeyip saklaması (deli ilan edip kapatması), her an hortlamak üzere bekletilen bir felaket olarak canlı tutması anlamına gelir. Babayla cepheden yüzleşen oğul yerine, anneyi “geçersiz” ilan eden kız vardır karşımızda. Kendi varlığını ancak anneyi tımarhaneye kapatarak kurabilen, dünyada kabul görmeyi ancak onun deliliği üzerinden garantileyebilen biridir o.

Sun ve Yıldız’ın anneleriyle olan ilişkilerini belirleyen budur. Sun’un romanın sonunda Yıldız’ı terk edip gitmesini de öyle.

O vakte kadar annesi yerine koyduğu ve hikaye boyunca “birleşmeye” çalıştığı Yıldız’a sonunda ihanet eder, Sun. Kendini ondan ayırması hiç kolay olmaz belki. Hangi kızın kendisini annesinden, rol modelinden, yaşamının en yakın ilişkisinden ayırması kolay olmuştur ki? “İçi yırtılır gibi parçalara ayrılıyor. Yıldızının kokusu bütün benliğini sil baştan kaplıyor.” Üstelik Yıldız da onu bırakmaya niyetli değil. “Gitme,” diyor ona, “yoksa yaralanırım.”

Ama Sun kendini Yıldız’dan ayırıyor. Yalan söylediğini itiraf ediyor sonunda. Annesi var onun. Hasta bir anneannesi var. Yetimhanede büyümedi. Bir havuz perisi değil o. Yıldız’la birlikte kurdukları dünyadan, bu iki kişilik delilikten uzaklaşıyor böylece. Bu deliliğin izlerini taşıyacağını biliyor. İncindiğinin, arızalandığının ve belki de hiç bir zaman iyileşmeyeceğinin farkında. Ancak dünyaya doğru gidebilmek için kendisini inciteni, sembolik annesini, geride bırakıp yürüyor. Büyüyebilmesi için onu geçersiz kılması gerek. Yine de hiçbir zaman unutmayacak. Sonsuza dek saklayacak bu yarayı.

Çünkü her annenin kızında açtığı yara bu. Kıymetli bir yara. Çünkü “bu, yıldız yaralanması.”


Maddenin Boşluğu

BirGün
16 Aralık 2012


Taksim civarlarında genellikle öğrencilerin gittiği sevimli bir kafe var. Ben de arada bir kağıt okumak ya da bir şeyler yazıp çizmek için uğruyorum. Geçen gün yine uzun uzun oturdum orada. Zamanın nasıl geçtiğini anlamadım bile. O sırada sokaktan insanlar gelip geçti. Güneş yükselip alçaldı. Kafenin içindeki ışık solar gibi oldu, renkler değişti.

Bir ara kağıtlardan başımı kaldırdığımda, yanımdaki masada yeni bir çift oturuyordu. Simsiyah giyinmiş asık suratlı bir oğlan ile, sarışın ufak tefek bir kız.

Az sonra o taraftan sesler yükselince, konuşmalarına kulak kabarttım. “Hiç Nietzsche okudun mu?” diye soruyordu oğlan. Fakat kız galiba pek ilgilenmiyordu. Bıkkın bir şekilde sağa sola baktı. O cevap vermeyince oğlan devam etti: “Peki sence, maddede boşluk var mı?” Konuşma iyice ilginç bir hal almıştı. Buraya nasıl geldiğini anlayamasam da, bundan sonra nereye gideceğini çok merak ediyordum. Ama kız hiç yardım etmiyordu. Göz ucuyla baktım: İlk kez görmüş gibi elini inceliyordu. Bunun üzerine oğlana döndüm. Maddenin sürekliliğine dair bir tirat bekliyordum ondan. Ya da en az bir iki paragraflık bir durum analizi.

Ancak oğlan ikisini de yapmadı. Onun yerine, masanın üzerinden uzandı, kızın elini tuttu ve şöyle dedi: “İşte sen benim içimdeki boşluğu dolduruyorsun, aşkım.”

Böyle zamanlarda ümitsizliğe kapılıyorum. Her şeyin hızla değiştiği bu dünyada, neden bazı şeyler inatla aynı kalıyor? Kendine çok derin biriymiş süsü vererek kadınları baştan çıkarmaya çalışan bu adamların üretildiği bir yer mi var? Her gün yeni modeller mi sürüyorlar piyasaya?

Bu adamları görünce aklıma hep Tutunamayanlar’daki Metin geliyor. Ucuz aşk romanları ve tangolarla kendinden geçen Metin. Bayat klişelerin, eprimiş duyguların Metin’i. Turgut Özben, her sözünün arkasında manalı sessizlikler bırakan bu adamı tek kelimeyle tahammül edilmez bulur. Onun bu çiğ romantizminin, sahte hüznünün altındaki bencilliği görür:

“Sıcak olduğu halde koyu lacivert elbisesini giymiş. Siyah elbisesi olsaydı onu giyerdi. Üzülme ölmezsin. Seksen yaşını bulursun bu ıstırapla sen Metin Bey. Karını bile gömersin de, üzüntüden bir daha evlenmiş bulursun kendini. Kendinden daha basit kadınlar bulursun evlenmek için, foyan meydana çıkmasın diye. ... Limonata-pasta-komparsita düğünü yaparak evlendin; bir önceki unutulmaz aşkının elemini bir sonraki kızın kollarında unuttun ve Allah kahretsin, belki de bu kelimelerle anlattın durumunu kıza evlenme teklif ederken.”

Yıldız Ecevit’in pek güzel anlattığı gibi, Metin Kutbay bayağılıkların, zevksizliklerin, yozlukların vücut bulmuş halidir. Sicim gibi kravatından tutun da altın şövalye yüzüğüne kadar bir çirkinlik abidesidir. Yaptığı zevzeklikler ise ayrıca sayfalar doldurur. Turgut’la geçirdiği uzun gecenin sonunda, birden ayağa fırlar Metin: “Ben,” dedi, bir an ayakta durdu, sonra bir şey hatırlamak istermiş gibi elini alnına götürdü. “Fakat aşk…” dedi. Ellerini havaya kaldırdı, dengesini kaybeder gibi oldu. “Bir dakika geliyorum” diyerek uzaklaştı.

Oğuz Atay’ın Metin’i sohbetin tam da bu noktasında helaya göndermesi tesadüf değildir. Bunu yaparak böyle adamların en fazla oraya layık olduklarını söyler gibidir.

Metinler ilk anda size de çekici gelebilir. Ama biraz dikkat ederseniz ezberden konuştuklarını görürsünüz. Bu adamlar ki, eninde sonunda “Fakat aşk…” diyecekler ve içlerindeki bunca kokmuş laf bağırsaklarını bozduğu için koşarak mekanı terk edeceklerdir.

 “Maddenin boşluğu” belki de sadece böyle bir şeydir.


Monday, December 10, 2012

Delilik

BirGün
9 Aralık 2012

Çocukluğumda bizim mahalleye ara sıra gelip giden bir deli vardı. Yaz akşamları kapı kapı dolaşır, popüler şarkılardan tutun da reklam müziklerine kadar aklına ne gelirse bağıra çağıra söylerdi.

Sesi berbattı aslında. Ama sevimli bir adamdı. Çocuklarla şakalaşır oynardı. Oğlanlara yoldan topladığı bilyeleri verirdi bazen. Tamamen zararsız göründüğü için kimse ilişmezdi ona. Hatta balkondan uzanıp bozuk para atarlardı. Arada bir kötü niyetli kişilerin para yerine düğme ya da gazoz kapağı attığı da olurdu gerçi. Bizimki hepsini aynı güler yüzle toplar, itinayla cebine yerleştirirdi.

Bir gün onu bakkalda alışveriş yaparken gördüm. Ekmek arası helva yaptırmış, parasını ödemeye çalışıyordu. Tezgaha bir avuç düğme bıraktı ve kendinden emin bir şekilde yürüyüp çıktı. Bakkal önce ne diyeceğini bilemedi. Peşinden koşsun mu karar veremedi. Dükkanın önünde oturan gençler, “Allahın delisi işte!” dediler. Bakkal da, “Hep bizi bulur!” diye söylendi biraz. Sonra da boş verdi gitti.

Geçen gün kantinde kahve alırken cüzdanımdan bozuk para yerine dalgınlıkla bir düğme çıkarıp kasaya uzatınca, kasadaki çocuk gülümsedi. Paltomun düğmesini utanç içinde cebime koydum. Böyle şeyleri arada bir yapıyorum.

Kahvemi alıp sınıfa doğru yürürken, birden mahallenin delisini hatırladım. Güneşten rengi iyice açılmış kumral saçları, yüzünü sildikten sonra cebine tıkıştırdığı mendili ve hatta ayağını yere vurup tempo tutarak söylediği reklam şarkısına kadar her şey bir bir canlandı: “Ekiz zeytin yağları/Ekiz zeytin yağları/Hem nefistir hem leziz/Ekiz zeytin yağları.”

Beni o adamdan farklı mıyım, dedim kendi kendime. Neticede ikimiz de düğme karşılığında bir şeyler almaya çalışmıştık. O zaman benim maceramı kabul edilebilir kılan neydi? Sonradan özür dileyip düğmeyi cebime koymuş olmam mı? Kantinci çocukla karşılıklı gülüşmemiz miydi yoksa? Peki, ya düğmeyi kabul edip bana kahve verseydi ne olacaktı? Her şey bir yana, düğmeyle kahve almanın aynı şeyi bir kağıt parçası uzatarak yapmaktan ne farkı vardı? Geçerliliği konusunda fikir birliğine vardığımız kimi toplumsal kabuller mi? Ya da bunların kurumsallaşmış olması mı?

Altın Defter’de Doris Lessing, bizi delilikten alıkoyanın sadece toplumsal hayata değil, varlığımıza dair de bir ön kabul olduğunu söyler. Ona göre akıl sağlığımız sadece, “ayağımızın altında halının kaba dokusunu hissetmenin, tenimizde güneşin sıcaklığını duymanın ve kemiklerin kaslarımızın altında kolayca hareket ettiğini bilmenin iyi bir şey olduğuna dair kanaatimize” bağlıdır.

Bunu söyleyerek, güzel olduğu kabul edilen bütün bu hislerin aksinin de mümkün olduğunu ve farklı bir algıda bunların hepsinin cehennem azabına dönüşebileceğini ima eder, Lessing. Varlığımıza dair en dolaysız tecrübemizi soruya açmış olur böylece.

Aklımızı kaybetsek de, insan olmanın akıldan ziyade duyularla ilgili olduğunu düşündüğümüz bu yanına hep sahip olacağımıza inanmak isteriz. Benliğimizin hazza dayalı olan kısmının deliliğin tehdidine açık olduğu hiç gelmez hatırımıza.

Güneşin herkesi aynı şekilde ısıttığını, çimenlerin hepimizin ayağını aynı şekilde gıdıkladığını, rüzgarın saçlarımızı hep aynı şekilde dağıttığını düşünürüz.

Oysa bütün bunların hiçbir garantisi yoktur. Güneşin bizi kavurmayacağından, çimenlerin birer yılan olup ayağımıza dolaşmayacağından emin olamayız. Bir gün rüzgarın kulağımıza delice sözler fısıldayıp fısıldamayacağından da.

Şimdilik güvendeyiz elbette. Ama ötesini kim bilebilir? Belki de sonrası kolayca aşılacak bir eşiktir. Ardından da varsa yoksa Ekiz Zeytin Yağları.



Monday, December 03, 2012

Açık ve Net

BirGün Gazetesi
2 Aralık 2012

-->

Berbere gitmeyi sevmiyorum. Çok sıkılıyorum orada. Beşiktaş’ta senelerdir gittiğim kuaför bir gün orta yaş krizine girip dükkanı devrettiğinden beri işler iyice sarpa sardı. Duyduğuma göre Oto Sanayi’de yedek parçacı açmış. Tek sıkılan ben değilmişim anlaşılan.

Eski kuaför sessiz sakin, düzgün bir adamdı. Altı ayda bir uğruyor olmamı anlayışla karşılardı. Yenisi ise benden hiç hoşlanmadı. Fön yok, boya yok, muhabbet yok. “Biraz kısaltabilir miyiz?” deyince suratıma hayretle baktı. Sanki, “70C bu duraktan mı geçiyor?” demişim. O kadar alakasız buldu beni. Sonra da makası bezgin bezgin kulağımda şaklatıp durdu.

İşte tam böyle bir anda, içeriye kuaför adabını hayranlıkla izlediğim bir kadın girdi. Tecrübesi, özgüveni, mekan kullanımı tek kelimeyle harika. Bir yıldız havasıyla yürüdü, ceketini birilerine uzattı. Manikürcü kızla öpüşür gibi yaptılar. Ardından kahvesini söyledi: “İçine şekerli kaşık bile girmesin. Açık ve net!” Kuaförle uzun uzun selamlaştılar. En nihayet yanımdaki koltuğa oturup saçlarını açtı ve alev rengi bukleleriyle sinirli sinirli oynamaya başladı.

Sonra birdenbire, “Bu sefer bitti,” dedi, “Açık ve net!” Hiçbir girizgah yapmaya gerek duymamıştı. Belli ki konuşmaya en son bıraktıkları yerden devam ediyorlardı. Bu kadın her gün geliyor olabilir miydi? Bakımlı tırnaklarına, incecik kaşlarına ve uzun kızıl saçlarına göz ucuyla baktım. Olabilirdi. Bir gözüm onda, diğeri de lafa dalıp beni kel bırakacağından korktuğum berberin makasında, anlatılanlara kulak verdim.

Hikaye klasikti. Adam aldırışsızdı, kadınla oynuyordu. Söz veriyor aramıyordu. Bizimki ise ona yemekler yapıyor bekliyordu. Ama işte olmuyordu falan filan. Fakat bu sefer artık hiç şüphe payı kalmamıştı. Her şey bitmişti. Bir daha onu aramayacaktı. Açıktı ve netti. Birileri saçlarını yıkamak üzere onu içeri götürene kadar bunu birkaç kez daha tekrar etti.

Bunun üzerine bu lafı ne kadar sık duyduğumu düşündüm. En son alarm satmak isteyen biri telefonda beni ikna etmeyi başaramayınca, bu alarmı alırsam evime asla hırsız girmeyeceğinin garantisini vermişti: “Açık ve net.”

Çok kuvvetli bir ifade bu. Bana hep Descartes’ı hatırlatıyor.

Aydınlanma Çağı’nın büyük düşünürü Descartes, doğuştan gelen ve doğruluğu şüphe götürmeyecek açık ve belirgin fikirlerin gerçek bilginin kaynağı olduğuna inanır. Yöntem Üzerine Konuşma’da, “Düşünüyorum, o halde varım” ifadesinin böyle “açık ve net” bir doğruya işaret ettiğini söyler: “…şüphecilerin en acayip varsayımlarının bile gücü yetmeyecek derecede sağlam ve emin olduğunu görerek bu doğruyu, aradığım felsefenin ilk ilkesi olarak kabul etmeye tereddütsüz karar verdim.”

Ancak bu coğrafyada tezahür ettiği durumlara bakılırsa, “açık ve net” ifadesi gündelik hayatımıza Aydınlanma cenahından değil, tam karşı köşeden girmiştir. Descartes’ın bir yöntem olarak benimsediği şüpheciliğin aksine, AKP iktidarının hiç bir şüpheye meydan vermeyen kararlılığının ifadesi haline gelen bu laf, Erdoğan’ın söyleminin mihenk taşlarından biridir. Fakat Başbakan’la beraber gündemimize girmişse de, bu ifade onunla sınırlı kalmamış, diğer partililerin diline de yerleşerek hızla yayılmış ve kısa sürede bir “siyasi mantra” haline gelmiştir.

Zamanla hakim söylem olarak muhalefeti de ele geçiren bu söz, bugün siyasetçilerin söylemine o derece sinmiştir ki, artık seçmenine seslenirken “açık ve net” konuştuğunun altını çizmeyen politikacı yok gibidir. Onun için gazeteleri açtığınızda, her gün en az birkaç kez sizi kendi fikirlerinin gerçekliğine sorgusuz sualsiz boyun eğmeye çağıran şahıslarla karşılaşırsınız.

Daha da fenası, bu tutum bir salgın hastalık gibi neredeyse bütün ülkeyi ele geçirmiştir. Artık ülkenin aydınlarından basın mensuplarına, patrondan zam istemeye hazırlanan memurundan tutun da para üstünü denkleştiremeyen taksi şoförüne kadar herkes aynı ifadeyi kullanmaktadır.

An itibarıyla, memlekette herkes gayet “açık ve net”tir. Kimse savunduklarının aksinin doğru olabileceğini düşünmemektedir.

Tarihinin en bulanık ve karmaşık dönemlerinden birini yaşayan ülkemizde, vatandaşlar sabah akşam sokakta, evde, sosyal medyada böyle bir “tartışmasız kesinlik” diliyle konuşmaktadır. Belli ki hiç kimsenin kafası karışık değildir. Kimsenin sorusu, tereddüdü, şüphesi yoktur.

Oysa sorusu olmayanın cevapları da olamaz. Olsa olsa ön kabulleri, şaşmaz doğruları, ilerlemeye açık olmayan tekrenkli bir dünyası olur.

Bana sorarsanız, memleketin resmi budur. Açık ve net!