Sunday, December 08, 2013

Tanrı'nın merak ettiği...

BirGün Pazar
1 Aralık 2013




Birkaç sene önce, özgürlük, ahlak, adalet gibi temalar etrafında metinler okutuyordum. Öğrencilerin çoğu birinci ve ikinci sınıftı. Meseleler de onlara göre biraz ağırdı. Onun için derse nispeten hafif bir metinle, günümüz yazarlarından birinin elinden çıkmış bir kısa hikâyeyle başlamak istedim.

Sınıfa götürdüğüm ilk öykü, Amerikalı yazar Walter Mosley’in Crimson Shadow (Kızıl Gölge) adlı metniydi. Mosley, genellikle yaptığı gibi, bir suç hikâyesi anlatıyor ve bizi çok iyi bildiği bir yere, Los Angeles’ın yoksul siyah mahallelerinden birine götürüyordu. Olay, her gün birilerinin cinayete kurban gittiği bir arka sokakta geçiyor ve bu zor koşullarda hayatta kalmaya çalışan bir yeniyetme ile hapisten yeni çıkmış orta yaşlı bir adamın tanışmasını anlatıyordu. Suç, ceza ve pişmanlık gibi konular etrafında dönen küçük ama çok etkileyici bir hikâyeydi. Hikâyenin kahramanı Socrates Fortlow, daha çocuk yaşta suça bulaşmış diğer karaktere öykünün bir yerinde şöyle diyordu:

“Peki, şimdi ne yapacaksın, küçük birader?”

“Neyi n’apıcam?”

“Bu durumu nasıl düzelteceksin?”

“Neyi düzeltecem? Ölüyü diriltebilir mi ki insan? Öldü o.”

Böylece Socrates’in adına layık bir diyalog başlıyor ve giderek suç ile kefarete dair bir tartışmaya dönüşüyordu. Öykü açıldıkça anlıyorduk ki, Socrates’in hapiste bütün bunları düşünecek kadar zamanı olmuştu. Ona göre suç kendi haline bırakılamazdı. Karşılığında bir şey vermek gerekirdi. Ne verilebileceğine dair onun da bir fikri yoktu. Ama denemek gerekirdi. Mutlaka denemek gerekirdi. O zaman belki bir sabah uyanınca gülümseyebilirdi insan. Belki de hiç gülümsemezdi bir daha. Ama önemli olan bu değildi.

Dedim ya, güzel küçük bir öyküydü bu. Sınıfa getirdiğime memnun olduğum bir metin. Öğrenciler öyküyü sevdiler. İyi sınavlar yazdılar. Hatta bazıları sıra dışı güzellikte yazılar teslim ettiler bana. Ama aralarından biri hiç beklemediğim bir şey yaptı. Bir gün elinde bir dosya ile kapımda belirdi. Öyküyü Türkçeye çevirmişti ve bir göz atmamı istiyordu. Karakterler siyahlara özgü İngilizce ile konuşuyorlardı. Acaba bunu Türkçeye aktarabilmiş miydi? Çeviri tamam olmuş muydu?

Çeviriye şöyle bir göz attım. Hiç fena görünmüyordu. Hele ilk kez çeviri yapan biri için. Bir iki aksaklığı beraberce düzelttik. Yazı çizi işlerinin zorluğu üzerine azıcık konuştuk. Ama sonra neden böyle bir çabaya giriştiğini merak ettim. Sosyal sorumluluk projesi kapsamında bir cezaevine düzenli bir şekilde gidip geldiklerini, bu hikâyeyi okuyunca çok heyecanlandığını ve mahkûmlarla paylaşmak istediğini söyledi. “Onlar da okuyabilsinler istiyorum” dedi. Bir metni çevirmek için bundan daha iyi bir gerekçe duymamıştım. Hatta o kadar hoşuma gitti ki, öğrencim endişeli endişeli “Mosley ne derdi acaba?” diye sorunca, “Hoşuna bile giderdi” diye cevap verdim. İnsan sevdiği yazarları o kadar benimsiyor ki, bazen onlar adına konuşabileceğini sanıyor. Saçmalık tabii. Neyse.

Sonuçta bu ilginç hikâye, hayal gücü yüksek bir üniversite öğrencisinin eliyle Türkiye’deki cezaevlerinden birine girmiş oldu. Oradaki çalışmaların birinde okundu ve tartışıldı. Bana anlatılanlardan çıkardığım kadarıyla, bizim sınıfta olduğundan çok daha büyük heyecan ve ilgiyle karşılandı. Muhtemelen bizdekilerden çok daha farklı sorulara yol açtı. Hatta sonunda mahkûmlarla öğrencilerin birlikte çıkardığı dergide basıldı. Dergiden bana da bir tane verdiler. Gördüm ki, Mosley’in hikâyesi yerini bulmuştu. Mahkûmların şiirleri ile çizimleri arasında evinde gibiydi.

Geçenlerde Mosley’in bir romanı Türkçeye çevrildi: Pek Saygıdeğer Ptolemy Grey. Yaşlılıktan zihni iyice bulanmış 91 yaşındaki Ptolemy Grey’in ölmeden önceki son dönemini anlatan bu roman, bizi Mosley’in sevdiği temalardan birine geri götürüyor: Yaşlı adam ve genç dinleyicisi. Kızıl Gölge’de olduğu gibi, burada da beklemediği bir anda bulduğu bir genç kadının karşısında bütün ömrünü gözden geçiren yaşlı bir adamı izliyoruz. Aslında bu ilişkinin bir benzeri, yaşlı adamın kopuk kopuk hatırladığı gençlik anılarında gizli: Ptolemy de kendi akıl hocasının, bir zamanlar beyaz efendisini bile soymayı başarmış yaşlı Coydog’un, söyledikleriyle yaşamış her zaman.

Romanın bir yerinde buğulu hafızasının içinden kopup gelen bu sözlerden biri şöyle: “Tanrı başkalarının sana ne yaptığıyla ilgilenmez” diyor Coydog, “Tanrı’nın merak ettiği senin ne yaptığındır.”

Bunu duyunca, Kızıl Gölge’de Socrates Fortlow’un sorduğu soruyla belirlenen özgürlükler ve sorumluluklar alanına geri döndüğümüzü anlıyoruz. Buna pek de şaşırmıyoruz aslında. Çünkü Mosley suçun sebebinden çok neticesiyle ilgilenir. Onun dünyasının tanımlayıcı özelliklerinden biridir bu. Hatalar, suçlar, günahlar kaçınılmazdır. Bizi eninde sonunda yakalarlar.  İnsan olarak kaldığımız sürece bunlardan tamamen arınmış bir hayat düşünmek olanaksızdır. Esas olan bütün bunlarla nasıl başa çıkacağımız, yani Socrates’in dediği gibi “bu konuda ne yapacağımız”dır.

Mosley’in yaşlılarla gençleri karşı karşıya getirerek, hayatın başını ve sonunu birbirine bağlayarak ördüğü hikâyeleri seviyorum. Onların birbirlerinden öğrenmelerine izin vermesi hoşuma gidiyor. Bütün bu karanlık suç hikâyelerinde umuda yer açması bana iyi geliyor. İnsan ilişkilerindeki en ince çizgileri bulup çıkarmaktaki becerisini ve bunları aktarırken kullandığı yalın ve kuvvetli dili de ayrıca takdir ediyorum. Onun için, diğer bütün romanları gibi, bunu da büyük zevkle okudum.

Ama bu kitaptan bahsetmemin nedeni yalnızca bir Mosley romanı olması değil. Benim için anlamı bundan çok daha büyük. Çünkü Pek Saygıdeğer Ptolemy Grey’i Türkçeye yukarıdaki hikâyenin kahramanı olan öğrencim Merve Balçık çevirdi. Kitabın girişinde, onu Mosley’le tanıştırdığım için bana teşekkür ediyor. Asıl ben teşekkür ederim. Bana zaman zaman unuttuğum bir şeyi, edebiyatın gücünü, hatırlattığı için. Bir hikâyeyi okumakla yetinmeyip büyüttüğü ve hayata kattığı için. Almak kadar vermeyi de önemsediği ve bunu kendisinden hiçbir şey beklenmeyen bir zamanda gönüllü olarak yaptığı için.

Onunla beraber bir kez daha anladım ki, eğer dünyayı değiştirmiyorsa kitapların pek fazla hükmü yoktur. Laf aramızda, öğrencilerimden öğrendiğim en müthiş şey de budur.



Benim Çocuğum


BirGün Pazar
24 Kasım 2013



Çocuk sahibi olmaktan çekinen birinin yapabileceği en iyi şey bir sınıf edinmektir. Bunu bir yerde okumuş muydum, yoksa kendim mi düşünüp bulmuştum hatırlamıyorum. Ama sonuçta yaptığım aynen bu oldu. Sandım ki böylesi tehlikesiz bir şeydir. Düşük sorumlulukla idare edilebilecek bir ara alan. Yarı-zamanlı ebeveynlik. Siniri alınmış annelik. Bunun gibi bir şey işte.

Beni çok iyi tanıyan annem, bu hamlemi hemen görmüş ve yüzüme vurmuştu. Düşündüğünü saklayan biri sayılmazdı. “Ne yaptığını fark etmediğimi sanma,” dedi, “Bana yutturamazsın. İyi bir öğretmen olabilirsin. Ama ikisi çok farklı şeyler.”

Halbuki o zaman ben bundan da emin değildim. Sınıfın karşısına geçtiğimde, hissettiğim şey düpedüz korkuydu. İlk dersimde o kadar endişeliydim ki, yanımda götürdüğüm su şişesini hiç elimden bırakmadım. Bir avuç genç insan, yüzünü bana çevirmiş bakıyordu. “İyi halt ettin,” dedim kendi kendime, “Al sana düşük sorumluluklu alan!” Karşımdaki yüzlere göz ucuyla şöyle bir baktım. Benden ne bekliyorlardı? Akıllı bir şeyler söylememi mi? Herhalde. Ya da belki hayatta arzu ettikleri şeyleri mümkün kılacak bilgiyi edinmek istiyorlardı. Ama ben bunların hiçbirini veremezdim ki! O yaşta bile “öğretmek” denen şeye dair ciddi şüphelerim vardı. Nereden başlayacağım konusu ise başlı başına bir muammaydı zaten.

Yine de şansım yaver gitti ve benden beklenenin ne olduğunu bir zaman sonra el yordamıyla buldum. Anladım ki, bütün öğrenciler önce kabul edilmeyi beklerler. Yaşları, cinsiyetleri, inançları, kimlikleri ne olursa olsun, hepsi önce onları oldukları gibi kabul ettiğinizi ve benimsediğinizi görmek isterler. Dersler, akıllı laflar, akademik işler, hepsi bundan sonra gelir.

Can Candan’ın LGBT bireylerin aileleri ile ilgili belgesel filmi Benim Çocuğum’u izlerken bütün salonla beraber ben de ağladım. Film bittikten sonra dışarıda bir öğrencimle karşılaştım. İkimiz de birbirimize göstermeden gözyaşlarımızı silmeye çalıştık. Sonra baktık ki olmayacak, filmden neden bu kadar etkilendiğimizi konuşmaya başladık. “Ben öyle her şeye ağlayan biri değilim,” dedi öğrencim, “Ama bu filmde annelerin babaların çocuklarına sahip çıkmaları beni çok duygulandırdı. Kendi ailemden böyle bir kabul görüp görmediğimi düşündüm. Emin olamadım.”

Ben de aynı şeyden etkilenmiş ama başka bir yerden düşünmüştüm. Anne olsaydım bu kadar cesur olur muydum, diye sormuştum kendime. Çocuğumun arkasında durabilir miydim? Onu her zaman anlayıp sevebilir miydim? Bunları aklımdan geçirmiş ama söylememiştim. Öğrencim benden daha açık sözlüydü.

Vicdanlıydı da üstelik. Ailesine haksızlık etmemesi gerektiğini eklemeyi unutmadı. Onlar böyle zor zamanlarla sınanmamışlardı. Bazen koşullar beklendiğinden ağır olabilir, çocuklar sıradan olanın çok ötesinde tecrübeler yaşayabilir ve anne babaların ne olursa olsun ortaya çıkıp “Her şey yolunda, sen güvendesin,” demesi gerekebilirdi. Çocukları gerçekten güvende olmasa bile. Her gece kabus görseler bile.

Filmdeki anne babalar tam da bunu yapmışlardı. Bizi duygulandıran ve Benim Çocuğum’un anlattıklarını evrensel kılan da buydu.

Can Candan, filmini “bir aile filmi” diye tanıttığı zaman da muhtemelen bunu kastediyordu. Çünkü film, en basit haliyle söylemek istersek, anneler babalar ve çocuklar hakkındaydı. Hatta daha çok anneler ve babalar hakkındaydı. Her biri lezbiyen, gey, biseksüel, travesti veya transseksüel çocukları olan bir grup anne babanın, bu durumla yüz yüze geldiklerinde yaşadıklarını anlatıyordu. Dahası bu insanların, çocuklarını anlamaya çalışırken yavaş yavaş içinde yaşadıkları muhafazakar ve homofobik toplumun ikiyüzlülüğünü fark etmelerini ve birer eylemci haline gelmelerini hikaye ediyordu.

Bu hikayelerin bazılarını dinlemesi zordu. En ağır olanı, çocuklarına dair en önemli gerçeği bilmediklerini fark ettiklerinde anne ve babaların yaşadığı yabancılık duygusuydu. “Meğer benim sevgili oğlum, aslında benim sevgili oğlum değilmiş,” diyen bir anneyi unutamıyorum mesela. “Hep bir kızım olsun istemiştim,” diyen babanın sesindeki acıyı da. Çocuklarının başka birer insan, kendi kimlikleri ve hatta seçimleri olan birer birey olduğunu fark eden ebeveynlerin duyduğu şaşkınlık ve korku vardı bu ifadelerde.

Yine de filmin beni en çok sarsan kısmı, ergen çocuklarının okulda yaşadıkları sorunları anlatırken anne ve babaların sessizliklerle ve gözyaşlarıyla bölünen konuşmaları oldu. Hepsi yutkunup duruyordu. Belli ki acılar anlatılamayacak kadar büyüktü. Kimi çocuklar hastalanmış, kimileri okula gitmekten vazgeçmiş, bazıları intihara kalkışmıştı. Katı eğitim sistemi, cahil okul yönetimleri ve ayrımcılığı teşvik eden toplumsal yapı, bu genç insanları derin bir umutsuzluğa sürüklemişti. Çocuklarının ellerinden kayıp gittiğini düşünen anne ve babaların çaresizliğini hissetmemek mümkün değildi.

Can Candan’ın filminin, ebeveyn ve çocuk arasındaki iktidar ilişkisini yeniden tesis eden tanıdık bir “sahiplenme” hikayesi anlattığını söyleyenler oldu. Hatta doğası ve tarihi itibarıyla muhalif olan LGBT hareketini, “aile kurumunun” muhafazakarlığı içine hapsetmeye çalışan bir film olduğu da iddia edildi. Ancak, benim izlediğim filmin bununla alakası yoktu. Benim Çocuğum’da anlatılan, bir “sahiplenme” değil “sahip çıkma” haliydi. Anne babalar, çocuklarının önünde değil yanında duruyordu. Üstelik, hikayenin sonunda gençler muhafazakar bir aile düzeninin içine sıkışmıyor, tam tersine anneler ve babalar çocuklarının mücadelesine katılıp sokaklara dökülüyordu.

Aile kurumuna bayılıyor sayılmam. Bu konuda romantik fikirlerim olsaydı, çoktan çoluğa çocuğa karışmış olurdum. Eğitim kurumlarına da şüpheyle bakmayı öğrendim. Tahakkümün beterinin oradan geldiğini bilecek kadar zamanım oldu çünkü. Ama bu durum, ne aileyi ne de eğitimi topyekun reddetmemizi gerektirmez. Genç insanların ikisine de ihtiyacı olduğuna göre, aileyi değişmeye zorlayan dinamiklerin eğitim kurumlarını da dönüştüreceği koşulları hayal edebiliriz. Kişilerin bütün farklılıklarıyla beraber kabul gördüğü bir dünyayı isteyebilir ve bunun için birlikte çalışabiliriz.


Not1. Henüz izlememiş olanlar için, Benim Çocuğum 27 Kasım'da Başka Sinema kapsamında İstanbul ve Ankara’da dört sinema salonunda gösterilecek.



Wednesday, November 20, 2013

Stephen King'i neden seviyorum?

BirGün Pazar
17 Kasım 2013


M is for Magic” adlı öykü kitabının önsözünde Neil Gaiman şöyle diyor:

“Doğru yaşta okuduğunuz öyküler sizi asla tamamen terk etmezler. Yazarın ya da öykünün ismini unutabilirsiniz. Hatta bazen olayların akışını bile tam olarak hatırlamayabilirsiniz. Ama öykü size dokunduysa eğer, hep sizinle kalacak, zihninizin kuytu köşelerini ele geçirip yakanızı bırakmayacaktır.”

Stephen King’in son kitabı Doktor Uyku’yu okurken bunun ne kadar doğru olduğunu düşündüm. Bir yazar eğer çocukken sizi tavladıysa, ondan kurtulmak mümkün olmuyor.

Herkesin gizli zevkleri vardır. Benimki de Stephen King. Çocukluğumdan beri hemen her romanını okudum. Küçükken annem görmesin diye gizli gizli okuyordum. Korku romanı okumamı doğru bulmuyordu çünkü. Yetişkin olunca da edebiyat dünyasında itibar görmeyen bir yazarı okuyor olmanın utancı ile sakladım. Ukalalık işte. Oysa, King dünyanın bir numaralı korku romanı yazarı. Muhtemelen ileride Edgar Allan Poe’nun varisi olarak anılacak kişilerden biri. Ama Poe gibi ona da kendi çağında tepeden bakılıyor, yazdıklarının edebi değeri ve kalıcılığı sorgulanıyor.

Ben King’in öykülerini her zaman çok sevdim. Çoğunu dönüp yeniden okudum, derslerimde kullandım, arkadaşlarıma anlattım. Fakat doğruyu söylemek gerekirse, romanların hepsini beğenmedim. Hatta bazılarını düpedüz sıkıcı ve yavan buldum. Kimilerinin finalinin beceriksizce yapıldığını düşündüm ya da olay örgüsünün tavsadığı hissine kapıldım. Ve azımsanamayacak kadar büyük bir kısmını elimden fırlattım. Ama mutlaka son satırına kadar okuduktan sonra. Çünkü King her seferinde beni etkisi altına aldı.

Aslında Stephen King ile ilişkimi “çocukluk aşkı” olarak değerlendirip bir köşeye koyabilirdim. Böylesi çok daha kolay olurdu. Neticede bütün gençlik hikayeleriyle gurur duymaz insan. Ama önüme gelen her kitabı oburca okuduğum o yıllarda beğendiğim birçok romancıyı, yetişkin olduktan sonra hiç tereddüt etmeden çöpe yolladığımı düşünürsek, King’in üzerimdeki etkisini sadece bununla açıklamak mümkün değil. Onun için, son romanını okurken, senelerdir sadakatle takip ettiğim bu yazara bu sefer alıcı gözle bakmaya karar verdim.

Doktor Uyku’yu okuyanlar biliyorlar, bu kitabın özel bir durumu var. Sadece beni değil bütün King okuyucularını, hepimizin sevgilisi olan romanlardan birine, Medyum’a (The Shining) geri götürüyor. Medyum’un çocuk kahramanı olan Danny (Dan Torrance), bu romanda sanrılar içinde yetişkin bir adam olarak karşımıza çıkıyor. Babası gibi onun da bir türlü baş edemediği bir alkol problemi var. Üstelik çocukluğundan beri peşini bırakmayan hayaletlerle hesaplaşması devam ediyor. Kitaba adını veren “ışıltı”sı da tabii.

Bana kalırsa, Stephen King’in de bir yazar olarak “ışıltısı” sürüyor. Kelimeleri kullanmadaki ustalığını, gerçeklik duygusu uyandırmadaki becerisini ve dramatik kurgu konusundaki maharetini düşünmek bile bu karara varmak için yeterli aslında. Birçokları gibi bu roman da, hiçbir engele takılmadan, asla bir sahtelik hissi vermeden ve okuyucuyu hızla hikayesine ortak ederek akıp gidiyor.


Eski okuyucular bütün bunları hatırlayacaklardır. Ama dahası var. King’in benzersiz mizah duygusu da hâlâ olduğu gibi duruyor. Bir yazar olarak hinliğinden bir şey kaybetmemiş. Lafı fazla dolandırmadan, “poker suratı”nı hiç bozmadan, ya da zevzeklik etmeden eğlenceli olabiliyor. Aklı bin çeşit muzipliğe çalışıyor. Karakterleri de bu garip mizahtan nasibini alıyor. Özellikle de kötü adamlar. Bu da onların okuyucuya aynı anda hem korkunç hem de tanıdık görünmelerini sağlıyor. Zaten iyisiyle kötüsüyle her zaman son derece inandırıcı karakterler yaratmasıyla meşhur bir yazardır, King. Hem de bu kadar inanılmaz hikayeler anlatıyor olmasına rağmen.

Stephen King’in başka bir meziyeti de, bir yazarın en büyük sermayesinin çocukluğu olduğunu fark etmiş olmasıdır bence. Doktor Uyku’da da sadece kendi çocukluğunu ve anılarını değil, çocuklarla ilgili ayrıntıları akıl almaz bir incelikle kullanıyor. Ceset ve “O”dan beri böyle bu. Stephen King, yazarlığının bu erken döneminden beri, unutulmaz çocuklar ve gençler yaratıyor. Çünkü büyümek ve yetişkin olmakla ilgili sorunları çok ciddiye alıyor. Carrie ve Christine’i okuyanlar, ergenlikle ilgili meselelerin onun romanlarında ne kadar merkezi bir yer tuttuğunu hemen hatırlayacaklardır.

Bir de hiçbir zaman okuyucuyu hafife almaz, olayları basitleştirmez, küçük incelikleri nasıl olsa fark edilmez diye düşünerek “es” geçmez. Bunun için Stephen King’e hep minnet duymuşumdur. Okuyucuyu aptal yerine koyan yazara çok gıcıklanırım. King onlardan değildir. İyi bir gözlemci olmasına rağmen, buna sırtını dayayıp tembellik etmez. Araştırmasını dikkatlice yapar ve bunu metne güzelce yerleştirir. O kadar güzel dokur ki, dikiş izlerini göremezsiniz. Ukalalık ediyor ya da ders veriyor diye de düşünmezsiniz. King sadece anlatıyordur işte. O da gerektiği kadarını. Doktor Uyku’da karavanlarla, oyuncak trenlerle, olayların büyük bir kısmının geçtiği yaşlılar evi ile ilgili ayrıntılara dikkat ederseniz, ne kadar haklı olduğumu göreceksiniz.

Ama korku edebiyatında bunca yazar varken, King’i  gönlümüzün “kralı” yapan nedir diye sorarsanız, onun her zaman zayıfların, kaybedenlerin, toplumun kıyısında yaşayanların yanında durmasıdır, derim. Bunda yoksulluk içinde geçen çocukluğunun ve ailesinin geldiği işçi sınıfı geçmişinin payı olsa gerektir. Doğaüstü olaylara dair yazıyor olsa da, King’in asıl derdi sıradan insanın meseleleridir. Dışarıdaki tehlikelerden çok, içimizdeki canavarlarla ilgilenir. Bunlar bazen basit şeyler olabilir. Ama bu bizi yerle bir etmeleri için yeterlidir. Doktor Uyku’nun ana karakteri de birkaç kez yerle bir olmuştur. Alkol bağımlılığı ile mücadele eden mutsuz bir adam olmasına şaşırmayız. Duygusal sorunlarla boğuşan Dan Torrance “başarılı” biri değildir. Ama iyi biridir. Ona kendimizi bu kadar yakın hissetmemizin nedeni de budur aslında. Başarsın isteriz. Başarmak sadece alkolden ve hayaletlerden uzak durmak anlamına gelse bile.

İşte bu King’in çok iyi anlattığı şeylerden biridir. Kendi şeytanlarıyla yüzleşmeye cesaret eden karakterlerin hikayelerini yazar o. Korkudan aldığımız zevk bir yana, sadece bunun için bile okunabilir.

Aşk Sağlığı Enstitüsü


BirGün Pazar
10 Kasım 2013

Oğuz Atay, Tutunamayanlar’ın sona yakın bölümlerinden birinde uzun uzun hayal ürünü bir enstitüden söz eder. “Aşk Sağlığı Enstitüsü” adını verdiği bu kurumun Türkiye’nin bozuk ve sağlıksız aşk hayatını düzeltebileceğinden dem vurur. Her zamanki müstehzi diliyle, beş senelik kalkınma planları yapılsa bir miktar da olsa mesafe kaydedilebileceğini iddia eder. Sonra da bu düzmece kurumun ağzından ülkedeki aşki meşki faaliyetlere dair raporlar yazar, istatistikler verir.

“Aşk sağlığı enstitüsünün bültenine göre, bir yıl içinde sadece on iki bin yedi yüz on altı muhallebicide buluşma, yedi bin sekiz durakta buluşma (bunun bin sekiz yüz yirmi beşi gerçekleşmemiş), bin dört yüz altmış iki çeşitli açık yer gezintisi (parklar, kırlar, adalar v.s.) ve yalnız altı yüz on iki sinema locası olayı tespit edilmiş. Buna gizli aşkları da ekleyin (bültende Selim’in adına rastlanmadığı için, bunu gizli aşk olayları arasında düşünebiliriz.) Gizli aşk sayısının da, ihtimal hesaplarına göre dört bin altı yüz kadar olduğu tahmin ediliyor. Emniyet genel müdürlüğünün tespit ettiğine göre de (yuvarlak olarak) yüz yirmi altı bin sekiz yüz bakıp da iç geçirme, kırk dört bin otobüs ya da dolmuşta hafifçe temas, dört bin iki yüz peşinden gidip de vazgeçme, sekiz yüz elli eve kadar izleme ve on beş bin yedi yüz uzaktan âşık olma ve sadece
(bu sayı kesin) sekiz yüz on dört ümitsiz aşk olayı kaydedilmiş. Bu arada, park bekçileri, seksen iki bin kadar çifti düdük çalarak, tabanca çekerek ve benzeri tehditlerle korkutmuş. Parklar, bahçeler ve kırlar genel müdürlüğüne göre de, altmış bin papatya sevgi falı için koparılmış ve âşıkların üzerinde uzandığı yirmi sekiz bin metrekarelik bir sahanın çimleri ezilmiş. Tahmini zarar, yarım milyon lira
civarında.”

Başbakan Erdoğan’ın Gezi’nin en büyük bileşeni olan öğrencilere bir sürpriz hazırlığında olduğunu uzun süredir hissediyorduk. Kendisi de bunu ima etmiş, aşk ve umut içinde geçirdikleri yazın hesabını gençlerden soracağının işaretlerini vermişti. Onun için belki de Başbakan’ın ve İçişleri Bakanı’nın “kızlı erkekli” durumlara dair açıklamalarına şaşırmamamız gerekiyor. Madem ki, binlerce papatya sevgi falı için koparılmış ve âşıkların üzerinde uzandığı çimler ezilmiş, o zaman yapacak bir şey yok! Bu aşklar meşkler ve kızlı erkekli ortamlar böyle devam edemez. Devlet halkın ahlakını ve bir de çimleri korumak zorundadır.


Düpedüz komik aslında. Yine de Muammer Güler “kızlı erkekli evlerin terör örgütleri tarafından kullanılması”ndan söz ederken insanın neşesini koruması zor oluyor. Bu açıklamaların üzerimizde en hafif ifadesiyle “bunaltı” yarattığını söylemek lazım. Haberin bütün televizyonlarda bangır bangır yayınlandığı günün ertesinde bir arkadaşım şöyle dedi: “En kötü kabuslarımın saklandıkları köşeden çıkmış üzerime geldiğini hissediyorum.”

Bu konuşmanın üzerine, ben de aynı şeyi düşündüğümü fark ettim. Öğrenciliğimin kötü anıları birbiri ardından kopup geliyordu. Erkeklerle konuşuyorum diye beni babama şikayet etmeye kalkıp sonra kendisi “çıkma” teklif eden mahallenin delikanlı abisi. Okula giderken bindiğim belediye otobüsünde edep yerlerini hayasızca orama burama dayamaya çalışan adamlar. (Aynı adamlar, sevgilinizle kol kola oturuyorsanız sizi ayırmak için ellerinden geleni artlarına koymazlardı.) Önce “Öğrenciye ev yok!” diyen, sonra “Buluruz bir yolunu,” diye göz kırpan emlakçı. “Kaç kişi kalıyorsunuz?” bizi sorguya çeken kapıcı. Eski kiracısının açtığı davayı düşürebilmek için, bizi polis çağırmakla tehdit ederek korkutup kaçırmaya çalışan ev sahibi. İkametgah almak için gittiğimde, “İsminiz ‘gururlu kadın’ anlamına geliyor, ama bir bakmamız lazım gerçekten gururlu musunuz,” diyerek yılışan mahalle muhtarı.

Hepsini birden hatırlayınca hastalanır gibi oldum. Bir süredir ufak ufak yoklayan mide bulantısı iyice kendini hissettirdi.

Anladım ki arkadaşım haklıydı: Bu adamlar ve onların temsil ettiği zihniyet hep oradaydı aslında. Yüzeydeki medeniyet cilasının hemen altında. Biraz kazıdığınız zaman hemen görebilirdiniz onu. Biz kadınlar görmek için pek uğraşmadık. Zaten gözümüze sokuldu. Hissetmek için alim olmaya gerek yoktu. Çarşılarda, mağazalarda, sokaklarda sürekli fırsat kollayan eller, kollar, bacaklar, bizi bekliyordu. Hiçbiri olmasa üzerimize yapışan bakışlar peşimizi bırakmıyordu.

Öfkemi bir tarafa bırakıp sakin bir şekilde düşünmeye çalıştım. Sonunda şu karara vardım: Bu vakte kadar kuytularda gizlenmiş bir canavar artık bütün cüssesi ile karşımızdadır. Bu hükümetin yalnızca kadınlara değil, iyi ve güzel olan hiçbir şeye (aşka, umuda, neşeye) tahammülü yoktur. Üstelik artık bunu açık açık beyan etmektedir.

Dahası, kimilerinin sandığı gibi, bu müdahalenin ve onun yüreklendirdiği taciz hikayelerinin nesnesi “bazı” kadınlar değildir. Aslında sadece kadınlar bile değildir. Hangi koşullarda yaşarsa yaşasın, hangi sınıfın ayrıcalıklarından yararlanıyor olursa olsun, ya da bedenini ne kadar örterse örtsün, bu zihniyet sürdükçe her kadın tacize maruz kalabilir. Bunu bütün kadınlar bilir. Ama bu müdahalenin etki alanı bundan daha geniştir. Erkekler de ondan paylarını alacaklar ve yaşam alanlarının daraldığını fark edeceklerdir.

Başbakan Erdoğan’ın “kızlı erkekli” hamlesinin açılımı bence budur. Hükümet bu vakte kadar gizli gizli tutucu olmuş bu topluma kendi işini kolaylaştıracak bir şekil vermeyi aklına koymuştur. Bu vakte kadar sokaklarda gelişigüzel bir şekilde yaşanan bu başıbozuk muhafazakarlık, anlaşılan artık devlet eliyle ve birtakım kurumlar marifetiyle derlitoplu bir şekilde icra edilecektir.

Hayatın edebiyattan esinlendiği söylenir. Buna her gün biraz daha inanasım geliyor. Aşk Sağlığı Enstitüsü’de, beş senelik kalkınma planları da, “muhafazakar demokrat” hükümetimizin bundan sonraki icraatları arasında olacak gibi görünüyor.

Yukarıda alıntıladığım bölümün sonunda, gözaltında yaşanan bu aşkları bir bir sıraladıktan sonra, şöyle der Oğuz Atay, “ Uzun sözün kısası, nefes alışın bile izleniyor Selim.”

Hakikaten öyle be, Selim! Nefes alışımız bile izleniyor.

Saturday, November 09, 2013

Bûka Baranê: Gökkuşağının Çocukları




BirGün Pazar
2 Kasım 2013


Geçen sene eski bir öğrencim bana ulaştı. “Hocam bizim filmimiz çıktı. Haber vereyim dedim,” dedi.

Bûka Baranê ile böyle tanıştım. Ve bir zamanlar öğrencim olmuş genç bir adam hakkında aslında ne kadar az şey bildiğimi de böylece anlamış oldum.

Kürtçe’de Yağmurun Gelini (yani gökkuşağı) anlamına gelen Bûka Baranê, 1989 yılında Hakkari’nin Yüksekova ilçesinin Befircan ya da Türkçe adıyla Karlı köyünde ilk okul öğrencilerinin okul bahçesinde çektirdikleri bir fotoğraf ile başlıyor. Ardından, güleç yüzleriyle gökkuşağının altında poz veren çocukların yanından ayrılıyor ve bu olaydan 23 sene sonraya gidiyoruz. Bu çocuklardan biri, yine o fotoğraftaki bir başkasının düğünü için köye dönüyor ve hikaye açılıyor.

Dilek Gökçin'in yönettiği ve gökkuşağının altındaki çocuklardan biri olan gazeteci İrfan Aktan'ın metin yazarlığını yaptığı Bûka Baranê’yi izlerken, bu ülkede bazı çocukların zamanından önce büyümek zorunda kaldığını bir daha anlıyoruz. 90’lı yılların başında Irak sınırındaki bu köyde yaşayan ve daha küçücük birer çocukken savaşla, kayıplarla ve ölümle tanışan bu genç insanların yanına götürüyor bu film bizi. Her gece çatışma seslerini dinleyerek uyumaya çalışan, bilmedikleri bir dilde ders görüp sınava giren bu çocukların hayatta (başka bir yerde akan uzak bir hayatta) tutunabilmek için verdikleri mücadeleye şahit oluyoruz.

Filmden çıkınca, çocukların gökkuşağının altındaki ışıl ışıl yüzlerine bir daha baktım. Herhangi bir okul fotoğrafından farkı yoktu. Bütün ilk okul fotoğrafları gibi bu da biraz hüzünlü ve biraz komikti. Yakalar kaymış, façalar bozulmuş, bir kız çocuğu muhtemelen annesi öyle tembihlediği için hırkasını çıkarmamıştı. Kimi öğrenciler futbol takımı gibi çömelmiş, kimileri arkada mahçup bir şekilde durmuştu. Öğrencimin yüzünü onların arasında buldum. Küçük muzip bir çocuk. Seneler sonra karşıma çıkan kendinden emin genç adamın ifadesini bu yüzde bulur gibi olup sevindim. Ama ben onu bilememiştim işte. Nerelerden geldiğini, neler yaşamış olabileceğini hiç kestirememiştim. Bunu düşünmek ağır geldi.

Filmden sonra bir kez daha konuştuk. “Çok karanlık bir dönemdi,” dedi bana. “Ve umutsuzluk doluydu. Siz bile bilmiyordunuz ki, hocam. Siz bile anlamazdınız ki!” Bunu duyunca üzüntüm daha da arttı. Ama ikimiz de biliyorduk ki, haklıydı. Filmi seyrettikten sonra bunu daha iyi anlamıştım. İnsanların her gün ölümle burun buruna yaşadığı bir coğrafyada büyümemiştim ben. Çocukluğum bambaşka bir iklimde geçmişti. Geri dönmeyi isteyebileceğim bir kaygısızlık ve haytalık içinde hem de. Bir çocuğun yaşaması gerektiği gibi.

Bu hafta gazetelere yansıyan bir haberle beraber içim burularak seyrettiğim bu filmi ve gökkuşağının çocuklarını bir kez daha hatırladım: Hakkari'nin Şemdinli ilçesinde, iki küçük çocuk arazide buldukları ve oyuncak zannettikleri bir el bombasıyla oynamaya başlamışlardı. Bombanın patlaması sonucu sekiz dokuz yaşındaki Tayfun Can yaralanmış, sekiz yaşındaki Behzat Özer ise hayatını kaybetmişti. Habere eşlik eden fotoğrafın bir köşesinde Behzat’ın cansız bedeninin sarıldığı bir battaniye duruyordu. Diğer tarafta ise acıdan büzülmüş ve ne yapacağını bilemeyen bir adam vardı.

Cumhuriyet Bayramı kutlamalarıyla ilgili haberlerin arasından çıkan bu fotoğrafa uzun uzun baktım. Arkadan korna sesleri gürültüler geliyordu. Beşiktaş’taki Cumhuriyet Konseri başlamış olmalıydı. Gün boyu sokakta hareket bitmemiş, hükümet yetkilileri ve halk ayrı ayrı bayram kutlamış, galiba şimdi de fener alayı hazırlıkları yapıyorlardı. Benim gözümün önünde ise artık başka bir geçit töreni vardı:  Lice'de hayvanlarını otlatırken meydana gelen patlamada hayatını kaybeden Ceylan Önkol ile Uludere’de öldürülen ve yaşları 12 ile 19 arasında değişen 20 çocuğun başını çektiği bir geçit töreniydi bu. Şimdi aralarına Behzat Özer de katılmıştı. Bütün bu ölü çocuklar. Bu ülkenin çocukları. Gökkuşağının çocukları.

Gidip filmin afişindeki o fotoğrafı buldum. Bir daha bakmak istedim ona. Bazı çocukların bu felaketin arasından sıyrılıp kendilerine bir gelecek kurabileceklerine dair inancımı tazelemek için olsa gerek. Sonra oturup filmin tanıtım sayfasında “Bu filmi niye çektik?” sorusunun altında yazanları bir kez daha okudum. Bir kısmını sizinle de paylaşmak istiyorum:

“Resmi olarak ‘bu ülkenin geleceği’ kabul edilen çocuklar ne yazık ki bu ülkenin her yerinde benzer hayatlar yaşamıyor. Biz Hakkari’nin (Colemêrg) Yüksekova (Gever) ilçesinin Karlı (Befircan) köyünde büyüyen çocukları belgeledik. Nasıl bir baskıya maruz kaldıklarını siz de izleyeceksiniz. Bu köyde yaşananlar istisna değil. Bölgedeki yüzlerce köyde binlerce çocuk benzer koşullarda büyüdü. [...] Kulak verenler neler yaşandığını duysun, ‘terörle mücadele’ adı altında sivil halkın nelere maruz kaldığını anlasın ve bunlar asla bir daha yaşanmasın diye bu filmi çektik.”

Bûka Baranê ekibi, bu filmin Türkiye’de yaşayan halkların birbirini anlamasını kolaylaştırmasını ve demokratik, eşitlikçi, adil bir toplumun oluşmasına katkıda bulunmasını dileyerek sözlerini tamamlıyor. 

Benim de Cumhuriyet’in bundan sonraki yılları için dileğim budur: Bu topraklarda doğan bütün çocukların, gökkuşağının altında kaygısız bir şekilde gülümseyebildiği bir ülkede yaşamak istiyorum.

Arka Kapak Yazıları


BirGün Pazar
26 Ekim 2013


2001’de basılan The War Against Cliché (Klişe ile Mücadele) adlı inceleme ve denemelerden oluşan kitabında, İngiliz yazar Martin Amis, edebiyatın en önemli görevinin sıradanlıkla savaşmak olduğunu söyler.

Kitaba adını veren deneme, James Joyce’un romanı Ulysses’e yazılmış bir övgü kasidesi sayılır. Amis, Joyce’un romanının “klişeye karşı yürütülmüş bir kampanya” sayılabileceğini iddia ettikten sonra şunları söyler:

“En ideal haliyle, yazma eyleminin tümü klişeye karşı bir kampanya sayılır. Sadece kalemden çıkan klişe değil, zihinden ve kalpten çıkan klişe de söz konusudur burada. Bir şeyi eleştirirken, genellikle kullandığı klişelere değinirim. Bir şeyi överken de aksini yaparım: Yani metin tazeliğinden, enerjisinden ve sesinin geride bıraktığı titreşimlerden söz ederim.”

Ne yazık ki klişeler edebiyatın her yanına yayılmış durumdadır. Hatta bu sıradanlaşmış ve kalıplaşmış ifadeler, kitapların içleri kadar dışlarını da tehdit eder.
Kitap tanıtımlarında ve arka kapak yazılarında kullanılan dil bunun en güzel örneğidir.

Geçenlerde, bir kitapçının “Yeni Çıkanlar” rafındaki kitapları karıştırırken, arka kapak yazılarının ne kadar eğlenceli olduğunu fark ettim. Bir süre sonra o kadar hoşuma gitti ki, başka raflara da uzanıp elime geçen bütün kitapların arkasını çevirdim ve tanıtım yazılarını bir bir okumaya başladım.

Birinin arkasında şöyle yazıyordu: “Tarihin acılarından kaçarken aşka tutunan bir kentin çarpıcı öyküsü...” Bu herhalde kabaca şöyle bir şey demekti: Bolca siyasi entrika, birtakım kılıçlı ve miğferli adamlar, karanlık dehlizlerde kovalamaca sahneleri ve uçuşan ipek elbiseleri ile erotik dokunuşlar yaratan soylu kadınlar.

Bir başkası ise, “Ölmeden Önce Okumanız Gereken Binbir Kitaptan Biri!” olduğunu iddia ediyordu. Hem de kalın siyah harflerle. Kitabı elimde şöyle bir evirip çevirdim. Bu haliyle ilk binin içine girmesi imkansız, diye düşündüm. Sıralamaya bin birinci kitap olarak girmiş olsa gerekti.

Elime aldığım bir diğer kitabın arkasında aynen şu yazıyordu: “Philip Roth, Milan Kundera ve James Joyce Esintileri Taşıyan Bir Roman.” Dur ne yapıyorsun, diye sormak geldi içimden. Hem Roth hem Kundera? Bunların üzerine bir de Joyce, ha? Bu üç yazar hangi evrende bir araya gelebilir ki? Hadi onlar geldi diyelim, eğer romancı bütün bunları kitabına koyduysa, kendini nereye sığdırmış olabilir? Bu arka kapak yazısını yazan kişiyi merak ettim doğrusu. Kitabı aynı derecede merak ettiğimi söyleyemeyeceğim.

“Son On Yılın En İyi Çıkış Romanlarından Biri!” diye bağıran kapak yazısı, kafası karışık genç biri tarafından yazılmış kafası karışık genç insanlar hakkında bir roman okuyacağımız duygusunu uyandırırken, “Özgün bir roman!” ifadesi de muhtemelen doğru dürüst bir olay örgüsü olmayan garip bir hikaye ile karşılaşacağımızı ima ediyordu.

Bir diğeri “sıcacık ve yürek burkan bir hikaye” anlattığını söylüyor, bunun “ruhumuza işleyeceğini” iddia ediyordu. Bunu görünce, kitabın küçük bir İrlanda kasabasında geçtiğini, kişilerinin yoksul insanlar olduğunu ve en az birinin öykü esnasında aramızdan ayrılacağını düşündüm. Çünkü daha fazla kişi ölecek olsa, arka kapak yazısını hazırlayan kişi böyle demez, “Sarsıcı bir roman!” “Derinden etkileneceksiniz!” “Unutulmaz bir final!” falan gibi bir şeyler söylerdi herhalde.

“Elinizden bırakamayacaksınız,” “Sırlarla dolu karanlık bir anlatı” ya da “Doludizgin bir macera!” gibi ifadelerle süslü kitapları hızlıca geçtim. Çok satanlar kendilerini hemen belli ediyordu. Ama yazarın samimiyetinden dem vuran bir kapak yazısı görünce, elimde olmadan duraksadım. Aklıma Nabokov’un o şeytani lafı geldi: Eğer bir eleştirmen bir yazarı “samimi” diye tarif ediyorsa, ya eleştirmen safdillik ediyordur ya da yazar.

“Etnik tınılarla süslü bir öykü” diye kitabını tanıtan editöre yüksek sesle bir “Pes!” çektim. Kitabın satış grafiğini yükselteyim derken, onu sonsuza dek lanetlemişti. İyi bir hikaye olsa bile, bu tanıtımdan sonra evrensellik iddiası taşıyamayacak ve büyük ihtimalle “dünya edebiyatı” başlığı altında arka raflarda çürümeye terk edilecekti. “Otantik” ya da “etnik” diye tarif edilen bir kitabın ancak yemek kitabı olarak bir geleceği olabilirdi çünkü.

Yine de arka kapak yazıların insana hiç fikir vermediğini söylemek haksızlık olur. Yukarıda lafını ettiğimiz yazıların her biri bize kitaba dair bir şeyler söyler. Hatta bazıları hızını alamayıp kitabın konusunu olduğu gibi anlatmakla kalmaz, katilin uşak olduğunu da laf arasında kulağımıza fısıldayıverir. Yine de tanıtım yazıları eğlencelidir. Hatta bir gün arka kapak yazılarından oluşan bir roman bile yazılabilir. Onun da arkasına şöyle yazarlar herhalde: “Benzersiz bir roman! Kategorileri zorluyor.”

Fakat bütün iyi okuyucular bilir ki, bir kitaba dair fikir edinmenin en isabetli yöntemi, onu açıp okumaya başlamaktır. İlk birkaç sayfadan sonra hala okumak istiyorsanız, o kitap sizinle gelecek demektir. Kapağında ne yazarsa yazsın.


Wednesday, October 23, 2013

Edebiyat bizi daha iyi biri yapar mı?


BirGün Pazar
20 Ekim 2013

Platon “Devlet” adlı eserinde, edebiyatı sağlıklı bir toplumun yaratılmasının önündeki en büyük engellerden biri olarak görür. Ona göre, ister trajedi olsun ister epik, bütün edebi metinlerin yasaklanması gerekmektedir. Çünkü edebiyat hakikatle değil görüntü ile ilgili bir şeydir. Onun için bizi iyi ve doğru olana götürmesi açısından güvenilir bir araç olarak kabul edilemez. Üstelik denge ve ağırbaşlılık yerine, aşırılıkları konu ettiği için gençleri yoldan çıkarması ve onları erdemden uzaklaştırması kuvvetle muhtemeldir.

Platon’un edebiyata karşı bu tutumu tarihteki tek örnek değildir. Hatta düşünce tarihinin ilerleyişini düşünürseniz, edebiyatın sahalardan kovulması neredeyse sıradan bir olay bile sayılabilir. Edebiyat tarihi de bundan pek farklı değildir. Her yeni tür şüpheyle karşılanmış, her yüzyılda yasaklanan kitaplar olmuştur.

Romanın ortaya çıkışı bunun ilginç örneklerinden biridir. Roman, artık olgunlaşmaya başladığı dönemde bile yerini bir türlü sağlamlaştıramamış ve uzunca bir zaman okuyucuların aklına saçma sapan fikirler sokan tehlikeli bir yenilik olarak görülmüştür. Mesela Henry Fielding’in delişmen bir genç adamın maceralarını anlattığı romanı “Tom Jones,” 1749’da yayınlanır yayınlanmaz, yalnızca devlet adamları tarafından değil eleştirmenler cenahından da, büyük bir tepki ile karşılanır. Dönemin önemli eleştirmenlerinden Samuel Johnson’a göre Fielding, kitaba adını veren karakteri “Tom Jones”u karşı konulmaz derecede sempatik kılarak okuyucuyu yanlış bilgilendirmiştir. Johnson’a göre karakterlerin kusurlarını saklamak ve düpedüz ahlaksız birini sevimli göstermek doğru değildir.

Benzer bir hikaye de, neredeyse iki yüzyıl sonra D. H. Lawrence’ın başına gelir. Yazarın 1915’te yayınlanan “Gökkuşağı” adlı romanı daha ortaya çıkar çıkmaz sansüre uğrar. Sebep yine tanıdık bir meseledir. Lawrence’in karakterleri okuyucuya kötü örnek olmakta ve onları yoldan çıkarmaktadır. Kitabın müstehcen olduğuna karar veren İngiliz mahkemesi, bütün nüshalarının toplanmasına ve imha edilmesine karar verir. Çeşitli dernekler, basının neredeyse tümü ve kitabı hazırlayan yayınevinin yöneticisi bile Lawrence’ı kınayan metinler yayınlar. Hatta romanın halk sağlığı açısından bulaşıcı hastalıklardan bile daha tehlikeli olduğu yazılıp çizilir.

Edebiyatın kişilerin ahlakını bozduğu ve toplumu yozlaştırdığı iddiası bizim ülkemizde de sık sık dile getirilen meselelerden biri. AKP hükümetinin iktidara geldiği 2002 yılından beri yüzlerce kitap yasaklandı ve toplatıldı, yazarlar mahkemeye çıkarıldı, yayınevleri para cezası ödemeye mahkum edildi. Ayrıntı Yayınları'ndan çıkan Marquis de Sade'nin “Yatak Odasında Felsefe” ve Chuck Palahniuk'un “Tıkanma” adlı romanları toplatılır ve Meltem Arıkan’ın Everest Yayınları'ndan çıkan “Yeter Tenimi Acıtmayın” kitabı “muzır” bölümleri çıkarılarak yeniden yayımlanırken, dünya klasiklerinden “Fareler ve İnsanlar”ın ve dünyanın en çok okunan çocuk kitaplarından biri olan “Şeker Portakalı”nın okullarda okutulması engellendi.

Sebep hep aynıydı. Bütün bu kitaplar “uygunsuz”dular. Okuyucuyu yoldan çıkarıyor ve “iyi insan” olmanın önünde engel teşkil ediyorlardı. Zaten edebiyatın insanı gereksiz hayallerle saçma düşüncelere sevk etmesi kuvvetle muhtemeldi. Aslolan edebiyat değil, ilim irfan olmalıydı.

Bunu iddia edenlere şaşıracakları bir haberim var. Geçtiğimiz günlerde, yüzyıllardır süren bu tartışmaya son verecek bir araştırma yayınlandı. Öyle görünüyor ki, edebiyat nihayet bilimin gözünde de aklandı.

New York Times’in verdiği habere göre, “New School for Social Research” adlı kurum tarafından gerçekleştirilen “Edebi Eserleri Okumak Zihin Teorisini Güçlendirir” başlıklı araştırmada, değişik arka planlardan gelen katılımcılara okumaları için çeşitli metinlerden bölümler verilmiş. Bunun hemen ardından da, bilgisayarda bir empati testi yapmalarını istenmiş. Bazıları Woolf, Lawrence, Faulkner gibi yazarların romanlarından alınmış metinler okumuş. Bazıları ise çok satan kitaplardan bölümler okumuş. Başka bir gruba bir dergiden yazılar verilmiş. Kimilerine de hiçbir şey verilmemiş.

Araştırmanın sonucuna göre, edebi metin okuyanlar empati testinde diğerlerinden çok daha yüksek skorlar tutturmuşlar. Araştırmayı yürütenler, şu ana kadar ele geçirdikleri verilere dayanarak “edebi metinleri okumanın Zihin Teorisi’ne büyük katkısı olduğunu” söyleyebileceklerini ifade etmişler. Onlara göre, edebi metinler okumak bizi roman karakterlerinin zihinsel süreçlerine ortak ettiği için, karmaşık psikolojik durumları anlamamıza yarayacak (çıkarımda bulunmak ve yorum yapmak gibi) becerileri güçlendirecek bir rol oynuyor olabilirmiş. Çok satan romanlar gibi popüler metinler ise, genellikle tekdüze ve öngörülebilir karakterler sundukları için bu tarz zihinsel faaliyetleri uyaran bir özellik taşımıyormuş.


“Yüksek edebiyat” ve “düşük edebiyat” ayrımı nedeniyle biraz burnu havada bir edebiyat tanımı yapıyor olsa da, bu araştırmanın bize önemli bir şey söylediğini göz ardı edemeyiz. Bu çalışmaya göre, edebiyat kişinin kendi varlığının sınırlarının dışına çıkmasının yollarından biridir. Okuduğumuz edebi metinler sayesinde kendi yaşantılarımızın ötesine geçebilir ve başkalarının dünyasına açılan bir kapının hiç olmazsa eşiğinde durabiliriz. Ötekilerin zihinlerini görür, yanlarında durur, yaşadıklarının seyircisi oluruz.

Üstelik edebiyat, politikacıların vehmettiği gibi, yozlaşma, kötü yola sapma, ya da zaman kaybı anlamına gelmez. Aksine, bizi daha anlayışlı, daha duyarlı ve zeki kişiler haline getirir. Karmaşık ama yine de inanılır karakterler sunduğu ölçüde, düşünmeye ve empati duymaya teşvik ederek, “biz” olmayan birini anlamamızı mümkün kılar. Bir romanı okurken, bir başkasının zaaflarına, hatalarına ve bazen de düşüşüne şahit oluruz. Ama yine de onu bağrımıza basabiliriz. Bize hiç benzemeyen birini anlayabilir ve hatta sevebiliriz.

Ben bundan daha güzel bir “iyi insan” tarifi bilmiyorum. Ya siz?

Thursday, October 17, 2013

Anı yakalamak...

BirGün Pazar
13 Ekim 2013


Ne zaman duysam kulağıma garip gelen bir laf vardır: Anı yakalamak. Genellikle fotoğraf için kullanılır. Bazen de kendine yaşam koçu süsü veren kişiler yanlarındaki genç insanlara söyler bunu. Öğüt niyetine herhalde.

Her iki durumda da bunun akıl almaz bir safdilliğe işaret ettiğini düşünürüm. Hiç durmadan akan hayatımız içinde durmak mümkün olmayacağı için “an” diye tarif edilen şeyi kavramakta zorlanırım. Bulmacalarda “en küçük zaman birimi” yazar ama hep “Ne kadar küçük?” diye sormak gelir içimden. Tanımlayamadığımız bir “şimdi”yi nasıl olup da yakalayabileceğimizi bir türlü anlayamam.

Fotoğraflarda “anı yakalamak” nasıl olur? Eğer bir “şimdi”den söz etmek mümkünse, o anda birçok şey birden olmakta, aynı kişi sonsuz sayıdaki açıdan farklı gözlere farklı şekillerde görünmektedir. Fotoğrafçının yakaladığı “an” falan değil, bu açılardan yalnızca biridir. Üstelik zamanın içinde değil, dondurulmuş bir görüntüdür bu. Yani bunu iddia eden kişi, yaşayan bir anı değil, ancak onun cansız yansımasını saklayabilmiştir. Herkes bilir ki, yarattığı duygu zenginliği açısından, fotoğraf bundan çok daha fazlasıdır.

Yine de sanatın derdi her zaman bu olmuştur. Diğer sanat biçimleri gibi edebiyat da, insan tecrübesini aktarırken, bu tecrübenin karşısındaki en büyük engele, yani zamana, meydan okumak ister. Zamanı durdurabilirse, kişilerini ölümsüz kılacak ve onları mükemmel bir anın içinde sonsuza kadar saklayabilecektir.

Hermann Hesse’in “Şair” adlı küçük öyküsünün baş kişisi olan Çinli şair Han Fook da başında bunu yapmak ister: Bir anı yakalayıp hapsetmek ve onun vasıtasıyla evrensel olanın mükemmelliğine ulaşmaktır arzusu. Ama sonra fark eder ki, şiir yazmak dondurulmuş anların koleksiyonunu yapmaktan ibaret değildir.  Bir sözü söylediğiniz zaman öldürmemeniz gerekir. Onun yerine söz çoğalarak büyümeli, her kişide başka bir duyguya dönüşmelidir.

“Zamanla az ve öz sözle, dinleyenlerin ruhlarını, rüzgar suyun aynalarını nasıl okşarsa, öyle okşayan dizeler söylemeyi öğrendi. Güneşin doğarken dağların çizdiği kaviste duraksamasını, balıkların sessizce hızla kayar gibi hareket etmelerini ve suyun altında gölgeler gibi oraya buraya kaçışmalarını dile getirdi. Genç bir söğüt ağacının ilkbahar rüzgarında eğilip bükülmesini de. Bu dizeleri dinleyen, yalnızca güneşin ve balıkların oyununu ya da söğüt ağacının fısıltısını duymakla kalmıyor, bir an için bu kusursuz ezgilerde gökyüzünün ve dünyanın bütünleştiğini duyup coşku ya da acıyla sevdiği ya da nefret ettiği neyse onu düşünüyor, çocuklar oyunu, gençler sevgililerini, yaşlılar ise ölümü anımsıyordu.”

Hesse’nin şairi “anı yakalamak” arzusundan vazgeçmiştir. Çünkü artık zamanın ruhunu anlamış ve bütün anların aslında tek bir an olduğunu fark etmiştir.
 
Geçenlerde Ercan Kesal’ın hikaye tadındaki gazete yazılarını derlediği kitabı “Peri Gazozu”nu okurken, gözümün önüne gelen resimlerin şiddetiyle sarsıldım. Aralarında seneler bile olsa bütün sahnelerin birbirine nasıl doğallıkla bağlandığını fark ederek şaşırdım. Hiçbiri donmuş ve cansız görüntüler değildi. Öykünün kendisi gibi herhangi bir engele takılmadan hızla akıp gidiyorlardı.

Ercan Kesal görüntülerle konuşan bir yazar. Kendisi de bunun farkında olsa gerek ki, bir söyleşide şöyle diyor: “Okur; hikayelerimi okumak yerine, ‘seyretsin’ istedim. Bu, sinemasal anlatıma da çok benzeyen bir teknik demekti. Okuyucuma bir şeyleri ‘anlatmak’ değil de ‘göstermek’ istedim hep.”

Onun için, Kesal’in öykülerinde görüntüler birbirine kolayca ekleniyor. Şeker çuvalından dikilmiş iç donu yüzünden beden eğitimi dersine katılmaktan utanan çocuğun resmi, tecrübesizliğini saklamak için odasına kaçıp kitap karıştıran genç taşra doktorunun görüntüsü ile hiçbir dikiş izi görünmeden birleşiyor. Küçük detaylar ve ustalıkla seçilmiş motiflerle bağlanan bu öyküler, bizi kesintisiz bir şekilde devam eden bir zamanın içine bırakıyor. (Yeri gelmişken söyleyelim, kimi öykülerin sonunda, yazarın “dış sesle” yaptığı yorumlar bu akışı bozuyor. Keşke onlar olmasaymış.)

Beni en çok etkileyen bölümlerden biri olan “Korkma, bırak ellerini,” Ercan Kesal’ın üç döneminden üç ayrı resmi birbirine bağlıyor. Bu küçücük ‘anı/öykü’de, yazarın çocuk, genç ve yetişkin hallerinden birer sahne görüyoruz. Bu sahnelerin her birinde hayatının yeni bir dönemine geçen karakterin, geride bıraktığı dünya ile vedalaşmasını, yani “ellerini bırakışını,” izliyoruz. Önce bir büyüme hikayesi gibi geliyor bize. Ancak öykünün sonunda anlıyoruz ki, bu bir ölme hikayesidir. “Korkma, bırak ellerini,” yazarın birlikte çıktıkları son gezide birdenbire fenalaşan babasını yavaşça yere yatırmasıyla kapanıyor.


“Yere yatırırken iki eliyle birlikte ellerime sarılıyor ve bırakmıyor. Biraz bekliyorum. Başını yumuşak bir yere koymam ve ayaklarını da kaldırmam lazım. Bir türlü bırakmıyor ellerimi.
‘Baba, ellerimi bırak,’ diyorum.
Hiçbir şey söylemeden korkuyla gözlerime bakıyor.
Eğiliyor fısıldıyorum.
‘Baba korkma... Bırak ellerini.”
Ellerini yavaşça bırakıyor babam. Toprağa uzatıyorum.”

Bir insan babasını toprağa uzattığında kendini de gömer. Genç bir adam olan kendini. Ölümsüz zannettiği kendini. Bir dönem kapanır, bir başkası başlar. Ercan Kesal bunu biliyor. Ve bu bilgiden konuşuyor. Mümkün olan en yalın şekilde.

Ama bir mesele daha var ki, onun bu becerisini çok daha etkili kılıyor. Ercan Kesal sonsuz bir “şimdi”den konuşuyor bizimle. Hayatının hangi döneminden bahsederse bahsetsin, değişmeyen bir şimdiki zamanda anlatıyor hikayelerini. “Anı yakalamak”la ilgili bir derdi yok. Hayatın döngüsünün farkında o. Ama sanki her şey aynı anda oluyormuş gibi davranıyor. Bu da hikayelere garip bir zamansızlık hissi veriyor. İsimler isimlere, kişiler başka kişilere karışıyor. Yüzler birbirinin içine geçip değişiyor. Çocuklar babalara, babalar yeniden çocuklara dönüşüyor ve hikaye hep aynı kalıyor.

Bana öyle görünüyor ki, Ercan Kesal da Hesse’nin şairi gibi şunu anlamıştır: Her şey aynı zamanda olup bitmektedir aslında. Yazının sonsuz “şimdi”sinde.

Anı değil ama belki bu gerçeği yakalayabilir insan. Çok uğraşırsa eğer.

Monday, September 30, 2013

PALTO

BirGün Pazar
29 Eylül 2013


En güzel öyküler sıradan insanlara dair olanlardır. Rus edebiyatının babası sayılan Nikolay Gogol’un “Palto” adlı öyküsü de bunlardan biridir. Gogol bu hikâyede, St. Petersburg'da yaşayan yoksul bir memurun, sabahları işe giderken “yüzünü ısıran, bacaklarını dalayan” soğukla baş edebilmek için verdiği mücadeleyi ve bunun sonunda yeni bir palto almaya karar vermesini anlatır.

Bütün hikâye bundan ibarettir: Yoksul bir memurun palto alışı. Ama öyküye daha ilk görüşte ısınırız. Çünkü yedinci dereceden memur Akaki Akakiyeviç’in macerasında, küçük insanların sıradan hayatlarında gizlenen büyük hikâyelerin işaretini görürüz. Zamana ve mekâna meydan okuyan bir evrenselliğin vaadini hissederiz. Hatta bazen öyküyle kendi hayatımız arasında bir bağ kurabiliriz.

Benim de bu öyküyle böyle bir bağım var. Bugün size onu anlatacağım.

Annemin babasını çok severdim. Müthiş bir adamdı. Zeki, meraklı, eğlenceli. Onun koltuğunun altında büyüdüm. Daha önce de defalarca yazdığım gibi, hayatımın her köşesinde dedemin izi vardır. Onunla uzun zaman geçirebildiğim için kendimi hep şanslı sayarım.

Babamın babasını ise çok kısa süre görebildim. Ben yedi yaşındayken kötü bir hastalığa yakalanıp öldüğünde, ona dair hatırladığım tek şey beni kucağında sallayıp koklamış olmasıydı. “Neden kokluyor acaba,” diye düşünmüştüm, “Çiçek miyim ben?”

Anlaşılan öyleydim. En azından büyükbabam için. Dokuz çocuğu ve sayısız torunuyla büyükbabam geniş bir kabilenin lideri gibiydi. Belki de bu kadar insanı ancak koklayarak ayırt edebiliyordu. Beni de herkes gibi koklamış sonra da kucağına oturtup zıplatmıştı. Bunu hatırlıyorum. Sehpanın üzerinde babaannemin akide şekerleri vardı. Pencereden bahçedeki kedileri görebiliyordum. Ve koklanmak da o kadar fena bir şey değildi.

O zaman daha bilmiyordum ama aslında garip bir tesadüfün ürünüydüm. Büyüyüp de aklım erince, bizim ailenin hikâyesinin pek de sık rastlanan bir şey olmadığını kavrar gibi oldum. Hatta o kadar acayipti ki, Türk filmi senaryosu olsa acemi birinin elinden çıktığını düşünürdünüz.

Annemin babası araba tamircisiydi. Komünistti. Gençliğinde TKP üyesi olmuştu. Hatta bir ara arkadaşlarıyla dergi çıkarırken tutuklanmış ve kısa süre hapis yatmıştı. Hayatını önce devrime, sonra da tek kızının eğitimine adamıştı. Babamın babasının ise, bildiğim kadarıyla, siyasetle pek alakası yoktu. Büyükbabam gitgide genişleyen ailesini geçindirmeye çalışan küçük bir polis memuruydu. İstanbullu bir ailenin çocuğuydu. Şişli’nin arka taraflarında küçük bir evde kıt kanaat yaşıyor ve Teşvikiye Karakolu’nda görev yapıyordu.

Annem ve babam burslu birer öğrenci olarak gittikleri Almanya’da tanışıp evlenmeye karar verdiklerinde, bu iki aile karşı karşıya geldi. Sene 1965’ti. Babamın ailesi, o dönemde Ankara’da yaşayan annemin ailesini ziyarete geldiğinde neler oldu? Bir eski tüfek ile bir polis oturup neler konuştular? Bunları bilemiyoruz.

Dedemle büyükbabamın birbirlerinden çok hoşlandıkları anlatılır hep. İlk karşılaşmalarında uzun uzun sohbet etmişler. Komünist dedemin neler söylediğini hayal edebiliyorum. Herhalde Engels’den falan alıntılar yapmış ve uluslar gibi insanların da kendi kaderini tayin etme hakkı olduğundan bahsetmiştir. Belki İkinci Dünya Savaşı’nın ülkemiz üzerindeki “şumullü tesiri”nden söz açmış ve sözlerini Neruda’nın bir şiiriyle bitirmiş bile olabilir. Hatta böyle olduğundan neredeyse eminim.

Büyükbabamı çok iyi tanımadığım için onun bu sohbette neler söylemiş olabileceğini kestiremiyorum. Ama gözlerimi kapatınca, masanın başında oturuşunu görebiliyorum. Fotoğraflarda hafifçe kamburunu çıkararak duran ve kapakları düşük yorgun gözleriyle objektife bakan incecik dal gibi bir adam.

“Adam gibi adamdı,” derdi dedem onun için. Onun lügatindeki en büyük iltifatlardan biriydi bu.

Ona dair en güzel hikâyeyi bir keresinde babam anlatmıştı. Büyükbabam bir kış günü eli kolu dolu eve geliyor. Keyfine diyecek yok. Çünkü o gün biraz gecikmeli de olsa kışlık kıyafetler dağıtılmış. İstanbul’da hava gerçekten çok soğuk. Onun da sonunda kalın bir üniforması var artık. Üniforma bir yana, birer de gocuk vermişler herkese. İyi kalite yünlü kumaştan yapılmış, içi kürklü, Boğaz’ın ıslak ayazına dayanacak türde sağlam bir palto.

“Aman çok şükür,” diyor babaannem, “Yoksa bu kar kıyamette ne yapacaktın?”

Büyükbabam Kami Gürle mesleğe başladığı yıllarda.



Fakat ertesi akşam kapı çalındığında, gözlerine inanamıyor. Çünkü büyükbabamın üzerinde sadece resmi ceketi var. Eşikte öylece duruyor. Üstü başı kar içinde. Uzun uzun yürüdüğü belli. Sırtı neredeyse buz tutmuş. Suratında karanlık bir bakış. Babaannem ürküyor bu halden. O kadar ürküyor ki, paltoya ne oldu diye soramıyor ona.

Büyükbabam da bir şey söylemiyor zaten. Ertesi gün yine sessizce giyiniyor. Babaannem eski paltosunu tutuyor ona. Giyilmekten incelmiş elek gibi bir şey. Büyükbabam onu giyip işe gidiyor. Babaannem yine bir şey demiyor. Konuşmuyorsa bir bildiği vardır diye düşünüyor. O gün güler yüzle geçiriyor onu. Daha sonraki günler de öyle.

Çok sonra ortaya çıkıyor ki, büyükbabam o karlı günde dayanamayıp sokakta rastladığı birine vermiş paltoyu. Kendisinden daha fazla ihtiyacı olduğunu düşünmüş olsa gerek. Palto üzerine zimmetli. Amirlerine söylese olmaz. Yenisini istese hiç olmaz. Soran olmuş mudur? Olmuşsa ne demiştir? Bunları bilmiyoruz. Bildiğimiz bütün bir kışı eski püskü ne varsa onu giyerek geçirdiği.

Bu hikâyeyi dinlediğimde henüz çocuktum. “Ne çok üşümüştür kim bilir,” demiştim babama. Muhtemelen söyleyecek daha iyi bir şey bulamadığım için. “Herhalde,” demişti babam da.

“Adam gibi adamdı,” diye seslenmişti dedem yine arkalardan bir yerlerden.

Armağan Ekici ile Tutunamayanlar ve Ulysses üzerine...

Geçenlerde Armağan Ekici ile Tutunamayanlar ve Ulysses'e dair konuştuk. Konuşmanın video kaydını aşağıdaki sitede bulabilirsiniz.

http://norgunk.com/etkinlik/ulysses-ve-tutunamayanlar-modern-epik-uzerine-meltem-gurle-armagan-ekici

ya da,

http://vimeo.com/75584463

Thursday, September 26, 2013

Yağmurlarla Topraklar

BirGün Pazar
22 Eylül 2013


Her yaz İzmir Mordoğan’a babamı görmeye gidiyorum. Bu sene yolda bir arkadaşıma uğramak için mola verdim. Urla’da geçirdiğim güzel hafta sonunun ertesinde sarılıp vedalaşırken, arkadaşım elime bir kitap tutuşturdu: Yağmurlarla Topraklar.

Kitabı yeniden elime alana kadar aradan birkaç gün geçti. Yaz bitti. Eylül ayı geldi. Necati Cumalı’nın Tütün Zamanı Üçlemesi’nin ikinci kitabı olan bu romanı okumaya başladığımda, artık havada sonbaharın izleri hissediliyordu. Bahçedeki salıncağa kuruldum. Serince esen rüzgarla ürperdiğim için ayaklarımı altıma alıp ilk sayfayı çevirdim. İlk bölümün üzerindeki tarihi görünce kendi kendime gülümsedim. Kitap 1951 senesinin 5 Eylül’ünde adli yılın açılması ile başlıyordu. Bizim evde de takvim aynı günü gösteriyordu: 5 Eylül.

Romanla birlikte bir iki gün önce geçtiğim yollara, sokaklara, Urla’nın meşhur meydanına geri döndüm. Küçük bir kasabanın ileri gelenlerine, belediye başkanına, doktoruna, savcısına ve hikayenin kahramanı olan Avukat Nihat’a yakından baktım. Hepsi bana çok tanıdık geldi. Havadaki sonbahar kokusu bile aynıydı sanki.

“Yaz böyle biter işte! Bir gün durduğunuz yerden gözleriniz kamaşmadan bakarsınız göğe. Çitlembikler, iri ağaçlar yazın bol ışığını emer, toprağa çekerler. Akasyalar salkımlarını dökmeye başlarlar. Bir sabah denize diye evden çıkar ama gitmezsiniz. Ertesi gün denize gitmeye üşenir, bir iki gün daha geçmeden denizi büsbütün unutursunuz. Daha sıcakların ardı kesilmeden kapalı bir gömlek giyer, kravat takarsınız. Avukatsanız ceketiniz cübbeniz sırtınızda adliyenin bir köşesinde bulursunuz kendinizi...”

Tütün işçileri, zeytin bahçeleri, dalları komşu tarlalara uzanan ağaçlar, bu ağaçlar yüzünden açılan davalar ve yağmurlar yağmurlar yağmurlar... Bunların hepsi aynıydı. Ama asıl ilginç olan, romanın arka planını oluşturan siyasi gelişmelerdi. Şu anda memlekette olanlarla, 1951 yılında Demokrat Parti iktidarı altında Ege’nin küçük bir kasabasında yaşananlar arasında bu kadar büyük benzerlik görmeyi beklemiyordum.

Roman açıldıktan kısa bir süre sonra tanıştığımız ve Avukat Nihat’ın daha başından beri vurgun olduğu (ama utangaç olduğu için hemen açılamadığı) Perihan Öğretmen’in bir yerde içini çekerek söylediği gibi, 50’li yılların başında bütün ülkeye bir sakillik hakim olmuştur. Birbirlerinden tamamen habersiz olmalarına rağmen nasıl oluyor da bu kadar benzer çirkinlikleri yaratabiliyorlar diye sorar bir yerde. Nihat’ın buna verecek yanıtı yoktur.

Ama Perihan gibi Nihat da bu küçük kasabada hayatlarının gitgide zorlaşacağının farkındadır. İkisi de Urla’da büyük göz altında yaşadıklarını bilirler ve ona göre davranırlar. Tutuculuk ve sakınma hızla artmaktadır.
Demokrat Parti’nin kendisi gibi düşünmeyenlere tahammülü yoktur. Hükümete karşı olduğu düşünülen gençler hakkında yürütülen soruşturma ve takibatın haddi hesabı kalmamıştır. Bu tedirginlik yavaş yavaş hikayenin her tarafına yayılır.

Yine de romanın en çarpıcı sahnelerinden biri bir kovuşturma hikayesi değil, Demokrat Partili yeni belediye başkanının Urla’yı dönüştürmeye karar verdiği bölümdür. Hiçbir şeyden haberi olmayan ve aşkı başına vurduğu için evden uçar adımlarla çıkan Nihat, meydana yaklaşınca önce balta sesleri duyar, sonra köşeyi dönünce gördüğü şey yüzünden ağlayacak gibi olur:

“O sokağın içinde kasabanın en büyük çınarlarından biri vardı. Kökleri sokağın altından dereye iner, dalları sokağın iki yanında sıralanan esnaf dükkanlarını altına alır, gölgelerdi. O koca köprüyü gövdesi üzerinde tuttuğunu, çınarın köprünün ayaklarından biri olduğunu sanırdınız. Çınarın altı üstü kaynıyordu. Ellerinde baltalar, keskiler, nacaklar, yedi sekiz kişi ağacın dalları arasına dağılmıştı. Halatlar urganlarla, ayrıca yedi sekiz kişi de aşağıdan yukarıdakilerin baltayla nacakla inceltip üst yanından bağladıkları dalları asıla asıla yere indirmeye çalışıyorlardı. Uykudaki Güliver’i bağlamaya çalışan cücelere benziyorlardı tümü. Yaptıkları çirkin işe sevinçle dalmış görünüyorlardı.”

Belediye Başkanı’nın parayla tuttuğu adamlardır bunlar. Ne yaptığını bilmeyen bu cahil insanların çınarı kesmek için gösterdikleri hevesi uzun uzun anlatır, Cumalı. Nihat’ın bu konudaki şaşkınlığının ve hayal kırıklığının okuyucuya geçmesini sağlar. Romanın başından beri lafı edilen, Urlalıların yaz boyunca gölgesinde oturduğu, koca kovuğunda bir kunduracının yaşadığı bu efsanevi ağacın kesilişini hikayenin kahramanıyla beraber acıyla seyrederiz.

Aslında Nihat gibi biz de bir çözüm bulunacağını umar, belki de ağacın kesilmeyeceğini duymak isteriz. Ama Belediye Başkanı, bütün önemli kararların ertesinde olduğu gibi kasabayı terk etmiş ve İzmir’e gitmiştir. Sonuçta kasabanın geleceği böyle girişimlere bağlıdır, o da kendisine düşeni yapmış ve kararını vermiştir: Meydanın yüzü değişecek, kalkınma gerçekleşecektir. Yenilikçilik ve demokratlık böyle bir şeydir.

Yağmurlarla Topraklar, 1951’in Eylül ayından 1952’nin Ağustos’una kadar neredeyse bir senelik bir zamana yayılır. Belli ki Necati Cumalı, hikayesini mevsimlerin döngüsü üzerine yerleştirerek anlatmak istemiştir. Roman boyunca ışık değişir, gökyüzü renkten renge girer, toprak yağmurlarla ıslanır. İnsanlar savaştan döner, işsiz kalır, aşık olur. Yazar, doğa ile ilişkisini hiç kesmeden nakleder bütün bu olayları. Buna şaşırmayız: Kaliforniya’nın Steinbeck’i neyse, Ege’nın Cumalı’sı da odur çünkü. Onun yarattığı roman kişilerinin bir kolu bir ağacın beline sarılmış, bir eli orağa yapışmıştır. Toprağa yakın insanlardır hepsi.

Hikayenin bir yazdan bir yaza uzanmasının bir başka nedeni de, Cumalı’nın ülkenin bir sene içinde maruz kaldığı siyasi dönüşümü anlatmak istemesidir. Bu kadar kısa bir süre içinde bile, Urlalıların Demokrat Parti idaresi altında yaşadıkları değişimi görebiliriz. Bu küçük ve sevimli bir kasabanın nasıl el değiştirip yozlaştığına şahit oluruz.

O zaman, yağmurlarla topraklar işin yalnızca bir kısmıdır. Esas mesele muhterislerle fırsatçılardır.

Ne diyelim? Necati Cumalı bu konuda da Steinbeck’le kardeş sayılır.