Wednesday, April 17, 2013

İtaat

BirGün Pazar
14 Nisan 2013


Dün bir arkadaşımla oturuyorduk. Giderayak bir çocukluk hikayesi anlattı.  Bir seferinde yemek yerken üstünü başını iyice berbat etmiş. Galiba yağlı bir şeymiş yediği. Belki de çikolatalı pasta falan gibi şekerli bir şey. Sonuçta kollarına kadar yağa ya da şekere bulanmış halde bir komşu teyze tarafından yakalanmış. 
Teyze belli ki otoriter biriymiş. Benim arkadaşı bir köşeye dikmiş. Ellerini havaya kaldırmasını ve kendisi dönene kadar yerinden kıpırdamamasını söylemiş. Sonra gözlerine bakarak “Söz mü?” demiş ona. O da çaresiz kafasını sallamış.
Kadın çıkınca, bizimki elleri havada öylece kalakalmış. Oyalanmak için sağa sola bakınmış. Bir iki ayak değiştirmiş. Ama zaman geçmek bilmemiş. Teyze bir türlü geri dönmemiş. Belki birileriyle konuşmaya dalmış. Ya da başka bir işe girişmiş. O kadarını bilemiyoruz. Sonuçta mutfaktaki çocuğu unutup ortadan kaybolmuş.  
Arkadaşım bunu anlatırken, hâlâ o anın korkunçluğunu yaşar gibiydi. “Dışarıdan diğer çocukların sesleri geliyordu. Onlara katılmak için can atıyordum. Ama söz vermiştim. Yapacak bir şey yoktu. O kadar uzun süre bekledim ki, sonunda kollarım ağrımaya başladı. Ellerimi birazcık oynatırsam, ne olur diye düşünmeye başladım. Dünya yıkılır mıydı acaba?” 
Bunları dinlerken içim ezildi. İnsanı bir çocuğun çaresizliği kadar üzen başka hiçbir şey yoktur.
Arkadaşımın söylemek istediği bu değildi gerçi. Bu anıyı aslında kurallara riayet eden biri olduğunu söylemek için anlatıyordu. Oysa bence hikayenin ana fikri bu değildi. Bana kalırsa esas mesele, yukarıdaki soruyu sormuş olmasıydı. Yani hikayedeki çocuk aslında otoriteyi sorgulamaya başlamış biriydi. Bu hikayeyi itaat ederek ve bekleyerek bitirmiş olabilirdi. Fakat bir dahaki sefere köşede sessizce beklediğini hiç sanmıyorum.Yoksa şimdi tanıdığım insan haline gelemezdi. Çünkü arkadaşım, kurallara ne kadar saygı duysa da, haksızlık ya da kaba kuvvet karşısında sinecek biri değildi.
Birer birey olarak otorite ile kurduğumuz ilişkide temel kaide de budur bence. Bir toplum olarak hayatımızı sürdürebilmek için kurallara uymak gerekiyor olabilir. Ancak, her zaman aklımızda tutmamız gereken şey şudur ki, bir gün bütün o kuralları yeniden yazmak ihtiyacı doğabilir. Onun için demokratik bütün sistemler (ve de vicdanlı komşu teyzeler), bireylerden koşulsuz bir itaat beklemek yerine, onların içinde yaşayacakları dünya üzerinde söz hakkına sahip oldukları bir modeli tercih etmelidir. Kurallara uymak ile kayıtsız şartsız itaat ediyor olmak arasındaki fark da budur zaten. 
Bunlara dair kafa yorarken, arkadaşımla yaptığımız konuşmanın Emek Sineması eyleminin hemen ertesine rast gelmesinin garip bir tesadüf olduğunu fark ettim. 
Sinemanın hikayesi malum. Fakat hala duymamış birileri kaldıysa kısaca yeniden anlatalım. Emek Sineması’nın 2009 yılında kapatılmasından ve yıkımını içeren projenin kamuoyu ile paylaşılmasından bu yana bir dizi protesto eylemi yapıldı. Hepsi barışçıl birer gösteri olan bütün bu eylemlerde, sinemanın bir kültür mirası olduğu dile getirildi ve olduğu gibi korunması talep edildi. Buna cevap olarak iddia edilen ise şuydu: Emek Sineması yıkılmayacak, var olan haliyle yeni yapılacak alışveriş merkezinin üst katına ‘aynen’ taşınacaktı. 


Ancak, iki hafta önce sinemanın içine giren tanıkların çektiği fotoğraf ve videolarla sinemanın yıkılmaya başlandığı kayıt altına alındı. Bunun üzerine, bir grup sinemasever geçtiğimiz Pazar günü yeni bir yürüyüş düzenledi ve  İstanbul’un en eski ve görkemli salonu olan Emek Sineması’nın mevcut haliyle restore edilerek korunması gerektiğini barışçı yöntemlerle dile getirmek istedi. 
Sonrasını biliyorsunuz: Televizyonlara yansıyan görüntülerden de anlaşılacağı gibi, aralarında yerli yabancı sinemacıların da bulunduğu bu grup, polisin biber gazı ve tazyikli su içeren müdahalesi ile karşı karşıya kaldı. Dört kişi gözaltına alındı. Şehrin en kalabalık yeri olan İstiklal Caddesi birden savaş yerine döndü. Sinemalarını korumak üzere sokağa çıkan ve barışçı bir şekilde gösteri yapan yüzlerce insan, şehrin göbeğinde en akıl almaz biçimde polis şiddetine maruz kaldı.
Bu durumda şunu sormak gerekmez mi? Emek’i savunanlar hangi kuralı ihlal etmişlerdir de böyle bir muameleye maruz kalmışlardır? Yaptıkları, şehrin en önemli sinemalarından biri olan bir binanın yıkılmasını engellemeye çalışmaktır. En temel demokratik haklarını, yani “Hayır” deme seçeneğini, kullanmaktadırlar.
Fakat polis marifetiyle susturulduklarına bakılırsa, onlardan beklenen bu değildir. Peki o zaman, istenen nedir? Kamuoyunu “tamirat” hikayeleri ile oyalayan ve sonra sinemayı iş makinaları ile dümdüz eden bu zihniyetin karşısında ne yapmak gerekir? Bir köşede sessizce durup olan biteni izlemek mi?
Anlaşılan, birileri bizi şehrin bir köşesinde tek ayak üzerinde tutmak konusunda kararlıdır. Onlara cevabımız şudur:
Aslında bir kamu mülkü olan ve isminin de ima ettiği gibi bir “emekçi” sineması olarak belleklerimizde yer etmiş bu mekanın, kamunun fikri sorulmadan yıkılması kabul edilebilir bir şey değildir.
Emek yıkılırken, bir köşede ellerimizi kaldırıp “hiçbir şeye dokunmadan” duracağımızı düşünenlere, o yaşı çoktan geride bıraktığımızı hatırlatmanın zamanıdır. 

Not: “Emek Bizim” grubu,  14 Nisan Pazar günü saat 16.00’da, İstanbul Film Festivali’nin kapanış programının Emek Sineması önünde yapılacağını duyurdu. Bu Pazar orada görüşmek umuduyla.

Tutarsız Biri

BirGün Pazar
7 Nisan 2013


Önümüzdeki bir iki hafta boyunca bir grup öğrencim ile birlikle Dostoyevski’nin “Budala”sını okuyacağız. Bu konuda bayağı heyecanlıyım. Onun için, geçen hafta hummalı bir telaş içinde bir yandan romanı okumaya başladım, bir yandan da konuyla ilgili makaleleri toparlamaya çalıştım. Kimi zaten evde vardı, sorun olmadı. Ama bazıları için kütüphaneye gitmek gerekti. 
Bunlardan bir tanesini uzun uzun aradım. Birisi, makalenin bulunduğu kitabı almış ama aldığı yere koymak ya da iade raflarından birine bırakmak yerine, kafasına göre bir köşeye sokuşturmuştu. Sonunda bir tesadüf eseri bulup çıkardım onu. Ama çok zamanımı aldığı için canım sıkıldı. 
Söylene söylene kitabı alıp çıktım. Bir yere oturup romanla ilgili bölümü bulmaya çalıştım. Aradığım bölümü bulunca, sinirim iyice tepeme çıktı. Çünkü birisi hiç üşenmemiş satır satır bütün makalenin altını çizmişti. Makul yerleri çizse neyse. Kimi sayfalarda neredeyse işaretlenmemiş cümle bırakmamış, hatta bazı yerlerde hızını alamayıp satırların altını iki kere çizmişti. 

Ne biçim insanlarlar var, dedim kendi kendime. Belki fotokopi çektirip sınıfa yollarım diye düşündüğüm bölüme şöyle bir göz gezdirdim. Tamamen okunmaz hale gelmişti. Olayın tek iyi tarafı, hezeyanlar içindeki bu okuyucunun kitabı çizerken kurşun kalem kullanmış olmasıydı. Bir süre, iyi bir silgim olsaydı belki kitabı temizleyebilirdim diye düşünerek oyalandım. Ama sonra, bu projenin imkansızlığı ortaya çıktı. Rakibimi küçümsemekle hata ettiğimi anladım. Sayfalar ilerledikçe anlaşıldı ki, bu kitabı temizlemek için yalnızca iyi silgi değil on saat bıkmadan çalışabilecek şevkli ve pazulu kişiler gerekiyordu. 
Sonra garip bir şey oldu. Sayfalardan birinin kenarında küçük bir not gördüm. Dostoyevski karakterlerinden biriyle ilgili bir analizin yanına, yine kurşun kalemle şöyle yazılmıştı: “Tutarsız biri.”
Bu küçük nota hayretler içinde bakakaldım. Yazıyı tanımıştım. Benim el yazımdı. Senelerce önceki ve belki en ham haliyle. Benzetiyor muyum acaba, diye düşündüm önce. Ama “z”nin göbeğine attığım çizgiyi, “T”lerin birer harften ziyade “+” işaretine benzer halini tanımamak mümkün değildi. Kitabı yüzüme yaklaştırıp bir de yakından baktım. Hiç yanılma payı yoktu. Bu bendim.
Kendi gençliği ile sokakta karşılaşmış birinden pek farkım yoktu. Uzun uzun sayfaları çevirdim. Demek bu bölümü mahveden bendim! Belki başka izler de bırakmışımdır diye bütün kitabı gözden geçirdim. Bunun dışında bir şey bulamadım. Anlaşılan, o zaman da sadece “Budala” ile ilgili bölümü okumuştum. 
Yine de bu kitabı aldığıma, bu bölümü okuduğuma dair bir anı uyanmadı zihnimde. Yazının acemiliğine bakılırsa, öğrenciliğimin erken yıllarında olmalıydı. Belki de bölüme başladığım ilk sene. On dokuz yirmi yaşlarındaki “ben”in nasıl biri olduğunu hatırlamaya çalıştım. Aklıma pek bir şey gelmedi. Kitabın inatla çizilmiş sayfalarına bakarsanız, bildiğiniz vandaldı. Tutarlı vandal. Metin bize başka bir şey söylemiyordu.
Bariz bir küçümsemeyle yazılmış o küçük nota yeniden gözüm takıldı: “Tutarsız biri.” Bunu yazan kişiyle aramda bir bağ olup olmadığını anlamaya çalıştım. Fakat  bütün dünyadan  tutarlılık bekleyen bu şahısla kendi aramda bir ilgi kurmayı başaramadım. Bu kişi her an değiştiğimizi, dönüştüğümüzü ve bunun yaşamın en temel yasası olduğunu bilmiyor muydu? Asla kendisiyle örtüşemeyecek bir Dostoyevski karakterinden tutarlılık beklemenin abesle iştigal etmek olduğunun farkında değil miydi?  
Kütüphane kitaplarını karalayan, sayfaların kenarına ukalaca yorumlar yazan bu kızı tahammül edilmez bulduğuma karar verdim. Dünyayı anladığını sanması iyice sinirime dokunuyordu. O yaşta ve o berbat kurşun kalemle mi? 
Sonra düşündüm de, o benimle karşılaşsaydı ne olurdu acaba? Zamanın çizgisel ve geleceğe dönük akışında mümkün değildi bu belki. Ama ya mümkün olsaydı? 
Bütün hayatımı şöyle bir gözden geçirdim. Yeniden okumak istediğim bölümü ararken elimdeki kitabın sayfalarını çevirdiğim gibi. Hızlı hızlı. Çokça tereddüt, bir sürü hata, bir kısmı yarım bırakılan işler, bazı geri dönüşler ve hiç gidemeyişler. On dokuz yaşında kendinden beklediklerinin bir kısmını gerçekleştirememiş, diğer kısmını da zaten gülünç bulup çöpe atmış biri. Kim bilir kaç kez parçalanıp yeniden birleşmiş, her seferinde bambaşka bir insan olarak yoluna devam etmiş biri. 
Öteki ben’in bunlara aldırmayacağından eminim. Dudak bükerek sırtını döndüğünü görür gibi oluyorum. Belki de elinde kurşun kalemiyle çoktan yürüdü gitti. Ama köşeyi dönmeden kısaca durduysa eğer,  o da mutlaka  “Tutarsız biri,” demek içindi.

Monday, April 01, 2013

Düşünen Varlık

BirGün Pazar
31 Mart 2013


Şu aralar hep bir noktadan diğerine doğru hareket eder durumdayım. Bu dönem o kadar çok işim var ki, herhangi bir konuda sakin sakin oturup düşünecek zamanım olmuyor. Fakat neyse ki öğrenciler var. Onlar sayesinde her zaman zihnimi meşgul edecek bir şeyler çıkıyor.

Geçen gün yine derse doğru koşarken, iki öğrencinin arkamda konuştuğunu duydum.
Biri ötekine dedi ki: “İnsan düşünen varlık değildir, oğlum. Bu laf hep yanlış anlaşılıyor. Aslında insan düşünebilen varlıktır. Ama düşünür mü düşünmez mi, bu onun bileceği iş tabii.”

Bunun üzerine durup gülmeye başladım. Dönüp baktığımda çoktan bir köşeyi dönüp gözden kaybolmuşlardı. Yoksa bu genç filozofu da derse götürecektim. Çünkü benim sınıfın ihtiyacı olan tam da buydu.

Her sene, dünyayı yalnızca akıl üzerinden kavrayan bir felsefi gelenekle aylarca uğraştıktan sonra, sonunda sıra varoluşçulara geliyor ve öğrencilerle birlikte bambaşka bir dünyaya ışınlanıyoruz. İşte bu geçiş kısmı bayağı sancılı oluyor. O vakte kadar, düşünüyorum öyleyse varım, gökyüzündeki yıldızlarla içimdeki ahlaki kanunu bilsem bana yeter, yok efendim dünyaya akıl gözüyle bakarsam, dünya da bana akıl gözüyle bakar falan diye oyalanmışken, birden gündelik hayatımızın içindeki kararların ve seçimlerin yarattığı endişe ile yüz yüze buluyoruz kendimizi. Anlıyoruz ki, bütün o öğrendiklerimizin “şimdi” “burada” ve “ben” diye özetlenebilecek halimize pek bir faydası yok. Bu halle karşılaştırıldığında hepsi soyut genellemeler olarak kalıyorlar.

İşte o zaman, insanın aslında düşünen bir varlık olmanın da ötesinde “seçen bir varlık” olduğunu hatırlamak gerekiyor. Düşünmenin bile bu seçimin bir parçası olduğunu anladıkları zaman, öğrenciler bir dünya algısından bir diğerine geçmiş, varoluş meselesinin temelinde yatan o baş döndürücü özgürlük fikriyle yüz yüze gelmiş oluyorlar.

Mesele bundan ibaret değil elbette. Ama bir dünya algısından bir diğerine sıçramayı sağlayacak anahtar bu. Aklın hayatın içindeki halimizi açıklamaya yetmediği meselesi yani. Bunu anlamak için çok uzağa gitmeye gerek yok. İstanbul trafiğinde bir saat geçirmeniz yeter. Sizce direksiyonun arkasında duran o kadar insan, bu kadar hatalı davranışı doğrusunun ne olduğunu bilmedikleri için mi yapıyor? Hiç sanmam. Bile bile kuralları ihlal edenlerin çoğunlukta olduğunu bile söyleyebiliriz. Hatta bu o kadar yaygın bir davranış ki, durumu önce ilan edip sonra arabasını ters istikamete sokan taksi şoförleri dernekleşseler yeridir.

O zaman, insanları böyle davranmaya sevkeden şey nedir? Hatalı sollama yapanları, çok iyi bildikleri bu kuralı ihlal etmeye iten nedir mesela? Üstelik canları pahasına. Aptallık deyip geçebilirsiniz elbette. Haklı da olursunuz. Ama bence bundan fazlasıdır. Sorsanız size farklı bir şey anlatacaklardır çünkü. Bir çoğu bu kuralın başkaları için konduğunu, ama kendisini bağlamadığını söyleyecektir. Çünkü başkaları körce itaat ederken, o özgür iradesini kullanıp o özel koşul için karar vermektedir. Seçme hakkını kullanarak kendisini genel ahlâktan (ya da bir kurallar bütününden) ayırmaktadır. Böylece farklılığının altını çizmekte ve anonim olmaktan kurtulmaktadır. O özel koşul için doğru bulduğu manevra hakkını kullanarak, kendine bir ayrıcalık atfetmektedir.

Bunu çok yanlış bir mecrada yapmaktadır. Orası ayrı. Fakat direksiyonun arkasında duran kişiyle bunu o anda tartışmak istemeyebilirsiniz.

Öyleyse, insanoğlunun “arada bir düşünen varlık” olduğunu söyleyen şu muzip çocuğun sesine kulak vermemiz gerekiyor. Evet, şakayla söylenmiş bir şey, komik de gerçekten. Ancak daha da önemlisi, doğru bir tespit bu. Düşünebiliyor olmamız doğru olanı seçeceğimiz anlamına gelmiyor. Seçebiliriz elbette. Ama genellikle bunun tersi oluyor.

Halbuki geleneksel Batı felsefesi, Plato’dan bu yana doğru ile yanlışı ayırt edecek akla sahip olduğumuz sürece, ahlâki olanı yapacağımızı varsayıyor. Öyle ya! Akla uygun olmayanı neden seçelim ki?

Ne var ki, seçim dediğimiz şey de tam burada yatıyor. Akla uygun olmayanı seçebilecek olmamızda yani. Yoksa gerçek bir seçimden söz etmemiz mümkün olmayacak çünkü. Her zaman akılcı davranan, her zaman doğru olanı yapan birinin, özgür iradesinden söz edebilir miyiz? Gerçekten bir seçim yaptığını söyleyebilir miyiz? Olsa olsa öngörülebilir bir hayat yaşadığını söyleyebiliriz. Her köşesi ve anı tahmin edilebilir bir hayat.

Oysa, herhangi bir insan için bunu söylemek bile mümkün değildir. Çünkü tanıdığınız insanlar arasından en sistemli, akılcı, metodik olanlar bile bir gün tamamen akıldışı bir şey yapacaktır. Elbette insanların en nihayetinde aptal olduklarını da varsayabiliriz. Ama bir an için böyle olmadıklarını düşünelim. Bir an için herkesin, özgür iradesi olan biri olduğunu kendine ispat etme arzusu içinde olacağını hayal edelim. O zaman, birer mekanik oyuncak gibi görünen bu kişilerin bile, bir gün tamamen saçma bir şey yaparak bizi şaşırtacaklarından emin olabiliriz.

Dostoyevski’nin “Yeraltından Notlar”da söylediği gibi, insanın en önemli işi budur: “Çılgınca hayallerini, en beter aptallıklarını bırakmak istemez; çünkü bir piyano tuşu değil de insan olduğunu ispat etmek derdindedir.” Dostoyevski bununla, bizi belirleyen en temel meselenin akıldışı olanı seçebilecek olmamız olduğunu söyler. Yani kendini başta doğa kanunları olmak üzere bütün kurallardan (ve bu kurallara itaat eden kalabalıklardan) ayırmak arzusu, insan olmanın belirleyici koşuludur ona göre.

Düşünen varlık fena bir tanım değil elbette. Ama bence insan olmanın ne olduğunu gerçekten anlamak istiyorsak meseleye bir de bu taraftan bakmalıyız.

Kim bilir belki o zaman İstanbul trafiğini bile anlayabiliriz.

Ulysses: Dünyanın Romanı


BirGün Kitap
30 Mart 2013

Jacques Derrida, Ulysses’i değerlendirirken, Joyce’un romanının Batı düşüncesinin gelip dayandığı sınıra işaret ettiğini söyler. Derrida’ya göre, felsefede Hegel’in Fenomenoloji’si ne ise, edebiyatta da Ulysses odur: Yani insan deneyiminin tümünü tek bir solukta ifade etmeye yönelik “devasa bir teşebbüs”tür.
Bana kalırsa Derrida bunu söylerken, Ulysses’in saygıdeğer bir çabanın ürünü olduğuna işaret etmekle beraber, bu romanda delice bir şeyler olduğunu da ima ediyordu. Sonsuz çağrışımlar, sayısız gönderme ve anıştırmalar, akıllara zarar kelime oyunları ve dilsel cambazlıklarla dolu bu roman, gerçekten de aklı başında birinin (mesela Henry James’in) yazacağı türden bir kitap değildir.
Aslına bakarsanız Ulysses, insanın ancak çocukken sahip olacağı türden bir inadın ürünüymüş gibi gelir bana hep. Romanın tümünde, bir yeniyetmenin yalnızca dünyaya dair her şeyi kayda geçirme hevesi değil, günbegün uğraşarak oluşturduğu bu hayat ansiklopedisiyle duyduğu gurur da hissedilir. Futbolcu kartlarını, çocuk dergilerini, dünya atlasını, gazoz kapağı koleksiyonunu önümüze serer gibi davranır bazen, Joyce. Bütün o oyunculuğu ve mizah duygusu da bence bu çocuksu (“her dem taze” mi demeliyim?) heyecanından gelir. Her olasılığın peşinden koşar, her ayrıntıyı açıklamaya çalışır ve kimi zaman sonsuz gibi görünen listeler ve kataloglarla sabrımızı denemeye kalkar.
Elbette Ulysses bütün bunlardan ibaret değildir. Bir başka açıdan baktığımızda, müthiş incelikli, ölçülü ve yer yer neredeyse lirik bir metinle karşı karşıya olduğumuzu görürüz. Ancak, Joyce’un romanında, dünyanın tümünü aynı anda anlamak ve bilmek isteyen açgözlü bir anlatıcının varlığı inkar edilemez. Bu anlatıcı, bizimle durmadan oynar ve metnin sınırlarını zorlar. Aslına bakılırsa, aklın sınırlarını da zorlar – ki herhâlde Derrida’nın da kastettiği budur.
Joyce’un romanında, dünyanın bütün tecrübesini bir bütün olarak ifade etme arzusuyla birlikte, bunu yapmanın olanaksızlığı da dile gelir. Dünya bunun için fazla büyük, fazla zengin ve fazla karmaşıktır. Onun için, bu çabanın yazıya dökülmesi bile romanı komik bir roman hâline getirmek için yeterlidir. Sonsuz bir arzuyla dünyayı yeniden ve yeniden kataloglayıp tanzim etmeye çalışan bir anlatıcı ile, kendini bir türlü ona teslim etmeyen dünyanın ilişkisi gülünçtür çünkü. Joyce bunu kazara değil, bilerek yapar gerçi. Bu çabanın altını çizerek onun olanaksızlığını bir kez daha göstermek ister bize.
Gerçekçiliğin ne olduğu sanatta her zaman tartışmalı bir meseledir. Picasso’nun bile kendisini gerçekçi bulduğu düşünülürse, son tahlilde buna karar vermek zordur hakikaten. Fakat edebiyatta bir akım olarak düşündüğümüzde, Joyce’un kendinden önce gelen gerçekçi yazarların çizdiği sınırlarla oynadığını, onlara yeni boyutlar kazandırdığını ve hayatın (ya da onun bir kısmının) bir çerçeve içine yerleştirilip temsil edilebileceğine inanan bu dünya görüşünü tiye aldığını, nesnesine tümüyle hakim olabileceğini iddia eden bu kontrolcü zihinle alttan alta dalga geçtiğini söylemek mümkündür.
Klasik romanın yazarı, akşam eve geldiğinde sürekli ışıkları söndüren bir baba gibidir. Bir takım odalarda ışık yanmasını gereksiz bulur çünkü. “Lütfen makul ol,” der size, “Mutfağın lambasının yanmasına gerçekten ihtiyaç var mı?” Gerekli olanı gereksiz olandan ayıran ve sadece o anda işini görecek malzemeyi kullanan bir anlatıcıdır bu. Düşünceler belli bir amaca yöneliktir, detaylar ise ancak bir resmi tamamladıkları sürece anlamlıdır. Oysa, Joyce bütün odalardaki bütün ışıkları yakmak ister. Bir düşünceyi bütün çağrışımlarına kadar takip etmeye niyet ettiği gibi, bir görüntüyü de bize aynı anda bütün perspektiflerden göstermeyi dener. (İtalyan roman kuramcısı Franco Moretti, çok doğru bir tespit yaparak, bunun dilde bir tür kübizme yol açtığını söyler.) Fakat bir nesneyi görebileceğimiz sonsuz sayıda bakış açısı vardır ve bunların hepsini aynı anda okuyucuya göstermek mümkün değildir. İşte Ulysses’de bunun yarattığı acıklı ve gülünç durumlar hep el eledir. Olaylar birbirine halkalanır, çağrışımlar sarmallar oluşturur, listeler ve kataloglar uzar gider. Ama anlatıcı değişik ses ve üslupları deneyerek yorulmak bilmeksizin sayfalarca devam eder.
Dolayısıyla, bu romanın bir tür deli işi olduğunu söylemek mümkündür. Joyce da çılgının tekidir zaten. Bence aynı yargı, kitabın çevirmenleri için de geçerlidir. Akıllı adam gidip Ulysses’i çevirmeye kalkmaz. Kendine boyutları da içeriği de daha az talepkâr olan başka bir metin bulur, oturup onunla uğraşır. Edebiyat âleminde pek söylenmeyen ama bilinen bir gerçektir bu.
Fakat bu mesaj herkese ulaşmamış olsa gerek ki, geçenlerde Joyce’un romanı Türkçede bir kez daha basıldı. İlk kitap, Yapı Kredi Yayınları’ndan Nevzat Erkmen’in çevirisiyle çıkmıştı. Yeni çeviri ise Armağan Ekici’nin elinden çıkmış ve Norgunk Yayınları tarafından basılmış. Her iki çevirmeni de tebrik etmek gerekiyor bu kadar meşakkatli bir işe soyundukları için. Nevzat Erkmen’in çevirisini daha önce almış ve okumuştum. Onun yaklaşımını çok sağlam ama bir o kadar da akademik bulduğumu hatırlıyorum. Armağan Ekici’nin çevirisi ise daha akıcı ve eğlenceli göründü bana. Belki de bu nedenle biraz daha kolay ısındım yeni çeviriye.
Halbuki başında hemen okuyamadım yeni Ulysses’i. Arada bir karıştırmakla yetindim. Önce şüpheyle, ardından gitgide artan bir ilgiyle. Sonra geçen gün bir de baktım ki, romanı gerçekten okuyorum. Hem de Türkçesinden. Üstelik kafamda birtakım eşleştirmeler yapmak zorunda kalmadan, “bu kitabın İngilizcesini biliyorum da, o sayede anlıyorum olup biteni” diye düşünmeden.

Armağan Ekici dikkatli ve özenli bir çevirmen. Bunlar çeviri için gereklidir elbette. Ama Ulysses gibi bir romanı çevirmek için yeterli değildir. Bundan çok daha fazlası lazımdır. Ne mutlu ki, Ekici bu romanı çevirmek için gereken hayal gücüne de sahip. Yeni sözcükler icat etmek, dille karmaşık oyunlara girmek, belli ki hoşlandığı şeyler arasında. Yeni yetme bir oğlan çocuğunun dünyaya duyduğu merak demiştik, Ekici’de bundan da gani gani var bence. Tek bir ayrıntı için on iki tane ansiklopedi karıştıracak, hatta bütün gününü kütüphanede geçirecek birine benziyor. Joyce’a Ulysses’i yazdıran heyecandan olduğu kadar sebattan da payını almış yani.
Onun için, başka çevirmenlerin elinde dağılıp dökülebilecek “Sirenler,” “Circe” ve “Ithaca” gibi kimi zor bölümler, Armağan Ekici’nin çevirisinde orijinal metne yakın bir doğallıkta akıp gidiyor, rahatça okunuyor.
Rahatça diyorsam da, bu sizi yanıltmasın. Ulysses, çevirmene olduğu kadar okuyucusuna da meydan okuyan bir romandır. Okurken kimi zaman sizi yoracak, bezdirecek ve hatta kızdıracaktır. Ama onun için harcadığınız bütün emeklere değecektir. Zor bir sevgili gibi, eğer kaprislerini çekebilirseniz, sizi daha önce hiç karşılaşmadığınız yoğunlukta bir aşkla ödüllendirecektir.
Norgunk Yayınları’ndan Armağan Ekici çevirisi ile çıkan Ulysses’in Türkçede yeniden basılmasının, başta James Joyce hayranları olmak üzere bütün edebiyat-severler için büyük bir haber olduğunu söylemeye gerek yok. Yazarın daha önce Türkçeye aktarılmış kitaplarını, Dublinliler’i ya da Sanatçının Genç Bir Adam Olarak Portresi’ni, okumuş ve beğenmiş olanlar için artık yeni bir maceranın kapıları açılıyor.
Ulysses, bütün ihtişamı ve eğlencesi ile, onları bekliyor.

ULYSSES, James Joyce, Çev. Armağan Ekici, Norgunk Yayınları, 2012.