Friday, June 07, 2013

"Sihir diye bir şey..."

BirGün
05 Haziran 2013
 
İki küçük kızı olan bir arkadaşım var. Bunlardan ufak olanı birkaç hafta önce babasına hesap sormuş: “Sen bana iyiler hep kazanır dedin ama,” demiş, “Ben baktım, bazen kötüler de kazanabiliyor.” Arkadaşım, beş yaşındaki bir çocuğun ağzından dökülen bu lafların ağırlığından ürkmüş biraz. Kızının ciddi olduğunu görünce biraz burulmuş hatta. Ama üzüntüsünü göstermemeyi başarmış. “Ben sana doğruyu söyledim,” demiş kızına, “İyiler sonunda hep kazanır. Ama bu bazen zaman alabilir.”
Bana bu hikayeyi anlattığında, arkadaşımın yüzüne baktım. “Buna inanıyor musun?” diye sordum ona. “İnsanın çocukları varsa umudunu kaybetmemesi gerekiyor,” dedi bana. Ben de anlıyormuşum gibi kafamı salladım. 
Şimdi düşünüyorum da, bu bir işaretti aslında. Okumayı bilemediğim için anlam veremediğim birçok işaretten yalnızca biri.
Dün Taksim meydanında her ikisi de beş altı yaşlarındaki çocuklarının ellerinden tutarak yürüyen arkadaşlarıma eşlik ederken, bu ülkeyi ayakta tutanın tam da böyle bir umut olduğunu anladım. Güzel günler göreceğimize dair umuttu bu. 
Alanı dolduran insanların yüzlerine bir bir baktım. Hepsinin gözlerinde iyi bir şeyler yapıyor olmanın ışığı vardı. Kimi yiyecek dağıtıyor, kimi Beşiktaş tarafından gelen kan ter içindeki insanların derdine çare olmaya çalışıyor, kimi de ellerinde torbalarla etrafa dağılan çöpleri topluyordu. 
Anladım ki en büyük fenalığı biz yapmışız kendimize. Bizi yalnız olduğumuza inandırmalarına izin vermişiz. Yalnız, çaresiz, güçsüz olduğumuzu düşünmüşüz. Onlar böyle istemişler. Biz de inanmışız. Düşsek kimsenin bizi yerden kaldırmayacağını söylemişler bize. Herkesin kendi derdine bakacağını vaaz etmişler. Fırsatçılığın en büyük erdem olduğunu yaymışlar. Önce gizliden gizliye, sonra açık açık. 
Bu halk koyundur, demişler. Bizde herkes önce kendini düşünür, demişler. Gemisini kurtaran kaptan demişler. Her koyun kendi bacağından asılır, demişler. 
Oysa şimdi Türkiye’nin herhangi bir yerinde herhangi bir mahalleye gidin, düştüğünüzde size elini uzatan insanlar göreceksiniz. Yalnız Taksim’de değil, Beylikdüzü’nden Bağdat Caddesi’ne kadar İstanbul’un her yerinde, Hatay’dan Edirne’ye Türkiye’nin bütün köşelerinde, insanların size yardım etmek için bir an bile düşünmediklerini göreceksiniz. 
Bizi düşmanlar arasında yaşadığımıza inandırdılar. Yalnız olduğumuzu düşünmemizi istediler. Bize yaptıkları en büyük kötülük budur. Bunu hiç unutmayalım. 
Bundan bir hafta önce twitter üzerinden bir mesaj geldi. Bir anne kızının yazdığı mektubu gözyaşları içinde okuduğunu söylüyordu. Nisan adındaki bu küçük kız arkadaşına yazdığı mektupta nasıl bir dünyayı özlediğini anlatıyordu. Onun dünyasında herkes dost, herkes arkadaştı. Gökkuşakları vardı. Güneş hep parlıyordu. İnsanlar mutluluk içinde yaşıyordu. 

Nisan’ın mektubunu okuduktan sonra annesi gibi ben de ağladım. Nisan’a güzel bir gelecek bırakamadığımızı düşündüğüm için. Birkaç sene sonra büyüyecek ve dünyanın kötülükten ibaret olduğunu görerek incinecek bütün Nisanlar için...
Şimdi yine ağlıyorum. Ama tamamen başka bir nedenle.  Çünkü ben yanıldım. Çünkü Nisan haklı çıktı. 
Onun için bu yazıyı Nisan’ın sözleriyle kapatmak istiyorum: “Kötülük diye bir şey yoktur, sihir diye bir şey vardır.”

 

Beşiktaş, sen bizim neyimizdin?

BirGün Pazar
26 Mayıs 2013

Beşiktaş’ın hayatımda ne kadar büyük bir yeri olduğunu daha önce de yazmıştım. Belki hatırlayanlar olacaktır.

Kahvedeki dev çınarın altında oturup ders çalıştığım, vapur iskelesinde heyecanla sevgilimi beklediğim ve parasız kaldığımda sokaklarında aylak aylak dolaştığım bu semti gönülden severim.

Ne zaman yürüyüşe çıksam, ayaklarım beni Beşiktaş’a götürür. Çünkü orada kendimi evimde hissederim. Esnafını tanırım, lokantalarını kahvelerini küçük dükkanlarını bir bir bilirim. Hatta Çarşı’ya girince o kadar rahatlarım ki, yürüyüşüm bile değişir. İstanbul’da yaşayan herkesin sırtına binen büyük şehir duygusuyla kasılmış omuzlarım gevşer, adımlarımı biraz daha güvenli, biraz daha rahat atmaya başlarım.

Geçen gün yine Beşiktaş’a gittim. Saatim geri kalıyordu. Onu saatçiye bırakacak ve sonra belki bir çay içip eve dönecektim. Elimde okumam gereken bir şeyler vardı. Hava güzel giderse, kahvede oturur azıcık çalışırım diye düşündüm.

Saatçiyi senelerdir tanırım. Beşiktaş’ın birçok küçük esnafından biri. Saatimi yağlayıp bana geri verdi. Suratından düşen bin parçaydı. Biraz soruşturunca anladım ki, dükkanı kapatmak zorunda kalacaklardı. Çünkü bir uluslararası şirket üzerinde oturdukları adayı tamamen satın almıştı. Sadece o dükkan değil daha bir çoğu kapanacak, onların yerine büyük bir kılık kıyafet mağazası açılacaktı. Aslında hemen herkesin bu bölgeyi boşalttığını, kendilerinin de bir kaç ay sonra çıkacaklarını söylediler.

Saatçiden iyice moralim bozulmuş bir şekilde çıktım. Diğer alışverişimi tamamladıktan sonra her zaman yaptığım gibi gidip Yedi Sekiz Hasanpaşa Fırını’ndan biraz acıbadem kurabiyesi aldım. Fırında sırada beklerken, burayı da yakında birileri ele geçirir mi acaba diye dertlendim.

Kurabiyelerim elimde dalgın dalgın yürürken, ayaklarım beni öğrenciliğimden beri gidip geldiğim Kamburun Bahçesi’ne götürdü. Otoparkın girişine doğru yaklaştığımda, bahçeye başka bir kapı daha açtıklarını gördüm. Pastanemsi bir giriş yapmışlar, kapısına da sarı boyalı saçları ve rakun modeli makyajı ile halkla ilişkiler kişisi olduğunu sandığım bir hanım koymuşlardı. Tam içeri girmeye hamle ediyordum ki, bu şahıs bana cıvıltılı bir sesle şöyle dedi: “Hoşgeldiniz! Size nasıl yardımcı olabilirim?”

Fakat o kadar şaşkındım ki, galiba artık pek yardım edilebilecek durumda değildim. Rüyadaymış gibiydim. Eskiden çay bahçesinin bulunduğu boşluğa doğru yürümeye başladım. Beni şık sandalyeler, havalı masalar, içi her yerde gördüğümüz sezar salataları ve rengârenk ‘cheese-cake’lerle dolu camekanlar karşıladı. Kahvenin müdavimi olan tanıdık yüzler ile her zaman kendilerine burada yer bulmuş öğrencilerin yerini bambaşka insanlar almıştı. Eski garsonlardan biriyle hüzünlü hüzünlü bakıştık.

Ağlamamak için dışarı çıktım. Gidip sahildeki banklardan birine oturup hırsla bütün kurabiyeleri yedim. Bize bu banklardan başka pek bir şey kalmamıştı. Onları da yakında özelleştirip güzelleştirler miydi acaba? Hepsinin yanına birer üniformalı dikerek, onları da halk sağlığı için uygun hale getirirler miydi? Çarşı’yı abad ettikten sonra buraya da sıra gelirdi elbet.

Ben Beşiktaş’ı çok seviyorum. Beşiktaş da giderse, bu şehirde gösterişsiz ve sakin bir hayat sürmek isteyen insanlara yer kalmayacağını düşünüyorum. Onun için bir kez de buradan Beşiktaşlılara ve bu semtle benim gibi bir gönül bağı taşıyanlara sormak istiyorum: Beşiktaş’ın yavaş yavaş yok edilmesine razı mı olacağız? Küçük küçük dükkanları, çay bahçeleri, lokantaları ve sokakları dolduran alçakgönüllü insanları ile bu güzel semti gözden çıkardık mı? Beşiktaş’a ruhunu veren o mütevazi hayatı korumak için bir şeyler yapmayacak mıyız?

Daha önceki Beşiktaş yazısını şunları yazarak bitirmiştim:
“Beşiktaş kalender bir semttir. Orada herkese yer vardır. Kimse kimseye yan bakmaz, afra tafra yapmaz. Travestiler başörtülü eczacıdan alışveriş eder. Muhafazakar lokantacı ekmeğini Kürt bakkaldan alır. Emekli ilkokul öğretmeni, köşede çiçek satan kıza okuma yazma öğretir. Yaşını başını almış esnaf, sen yoldan geçerken saygısından ayağa kalkar. Öğretmensin diye yapar bunu. Utanır yerin dibine girersin. Kamburun Bahçesi’nde garson, duble çayını şekersiz içtiğini bilir ve sormadan getirir. Yaşlı teyzeler sokakta kalmış çoluk çocuğu ve meczubu itinayla besler. Yaz gelince, herkes kapısının önüne su koyar ki, sokak köpekleri susuzluktan helak olmasın. Kimi esnaf zaten yaz kış dükkanın önünden kedi mamasını eksik etmez. Çocuklar, komşulara ya da bakkala bırakılmış anahtarı alıp girerler evlerine. Cüzdanını bir yerlerde unuttuysan, pastanedekiler cebine poğaça tıkıştırmakla kalmayıp bir de yol parası için borç vermeyi teklif eder. Filipinlisinden Afrikalısına kadar yetmiş iki milletin insanı sokaklarında dolaşır.”

Bu yazıyı, “Her yer Beşiktaş olsun!” diyerek bitirmişim. Beşiktaş’taki alçakgönüllü hayatın dünyaya ilham vereceğini ummuştum. Ama dünyanın gelip Beşiktaş’ı işgal edeceği hiç aklıma gelmemişti. Şimdi büyük mağazaları ve küçük hırslarıyla dünya kapımıza geldi. Hayır demezsek, bir gün bu semtten hatırlayabileceğimiz pek şey kalmayacak.

Şöyle mi diyeceğiz o zaman: “Beşiktaş, sen bizim neyimizdin?”

Not. Bu yazıyı Gezi Parkı direnişinin başlamasından birkaç gün önce umutsuzluk içinde yazmıştım. Olayların böyle gelişeceği aklıma gelmedi. Kimin gelirdi ki?