Monday, September 30, 2013

PALTO

BirGün Pazar
29 Eylül 2013


En güzel öyküler sıradan insanlara dair olanlardır. Rus edebiyatının babası sayılan Nikolay Gogol’un “Palto” adlı öyküsü de bunlardan biridir. Gogol bu hikâyede, St. Petersburg'da yaşayan yoksul bir memurun, sabahları işe giderken “yüzünü ısıran, bacaklarını dalayan” soğukla baş edebilmek için verdiği mücadeleyi ve bunun sonunda yeni bir palto almaya karar vermesini anlatır.

Bütün hikâye bundan ibarettir: Yoksul bir memurun palto alışı. Ama öyküye daha ilk görüşte ısınırız. Çünkü yedinci dereceden memur Akaki Akakiyeviç’in macerasında, küçük insanların sıradan hayatlarında gizlenen büyük hikâyelerin işaretini görürüz. Zamana ve mekâna meydan okuyan bir evrenselliğin vaadini hissederiz. Hatta bazen öyküyle kendi hayatımız arasında bir bağ kurabiliriz.

Benim de bu öyküyle böyle bir bağım var. Bugün size onu anlatacağım.

Annemin babasını çok severdim. Müthiş bir adamdı. Zeki, meraklı, eğlenceli. Onun koltuğunun altında büyüdüm. Daha önce de defalarca yazdığım gibi, hayatımın her köşesinde dedemin izi vardır. Onunla uzun zaman geçirebildiğim için kendimi hep şanslı sayarım.

Babamın babasını ise çok kısa süre görebildim. Ben yedi yaşındayken kötü bir hastalığa yakalanıp öldüğünde, ona dair hatırladığım tek şey beni kucağında sallayıp koklamış olmasıydı. “Neden kokluyor acaba,” diye düşünmüştüm, “Çiçek miyim ben?”

Anlaşılan öyleydim. En azından büyükbabam için. Dokuz çocuğu ve sayısız torunuyla büyükbabam geniş bir kabilenin lideri gibiydi. Belki de bu kadar insanı ancak koklayarak ayırt edebiliyordu. Beni de herkes gibi koklamış sonra da kucağına oturtup zıplatmıştı. Bunu hatırlıyorum. Sehpanın üzerinde babaannemin akide şekerleri vardı. Pencereden bahçedeki kedileri görebiliyordum. Ve koklanmak da o kadar fena bir şey değildi.

O zaman daha bilmiyordum ama aslında garip bir tesadüfün ürünüydüm. Büyüyüp de aklım erince, bizim ailenin hikâyesinin pek de sık rastlanan bir şey olmadığını kavrar gibi oldum. Hatta o kadar acayipti ki, Türk filmi senaryosu olsa acemi birinin elinden çıktığını düşünürdünüz.

Annemin babası araba tamircisiydi. Komünistti. Gençliğinde TKP üyesi olmuştu. Hatta bir ara arkadaşlarıyla dergi çıkarırken tutuklanmış ve kısa süre hapis yatmıştı. Hayatını önce devrime, sonra da tek kızının eğitimine adamıştı. Babamın babasının ise, bildiğim kadarıyla, siyasetle pek alakası yoktu. Büyükbabam gitgide genişleyen ailesini geçindirmeye çalışan küçük bir polis memuruydu. İstanbullu bir ailenin çocuğuydu. Şişli’nin arka taraflarında küçük bir evde kıt kanaat yaşıyor ve Teşvikiye Karakolu’nda görev yapıyordu.

Annem ve babam burslu birer öğrenci olarak gittikleri Almanya’da tanışıp evlenmeye karar verdiklerinde, bu iki aile karşı karşıya geldi. Sene 1965’ti. Babamın ailesi, o dönemde Ankara’da yaşayan annemin ailesini ziyarete geldiğinde neler oldu? Bir eski tüfek ile bir polis oturup neler konuştular? Bunları bilemiyoruz.

Dedemle büyükbabamın birbirlerinden çok hoşlandıkları anlatılır hep. İlk karşılaşmalarında uzun uzun sohbet etmişler. Komünist dedemin neler söylediğini hayal edebiliyorum. Herhalde Engels’den falan alıntılar yapmış ve uluslar gibi insanların da kendi kaderini tayin etme hakkı olduğundan bahsetmiştir. Belki İkinci Dünya Savaşı’nın ülkemiz üzerindeki “şumullü tesiri”nden söz açmış ve sözlerini Neruda’nın bir şiiriyle bitirmiş bile olabilir. Hatta böyle olduğundan neredeyse eminim.

Büyükbabamı çok iyi tanımadığım için onun bu sohbette neler söylemiş olabileceğini kestiremiyorum. Ama gözlerimi kapatınca, masanın başında oturuşunu görebiliyorum. Fotoğraflarda hafifçe kamburunu çıkararak duran ve kapakları düşük yorgun gözleriyle objektife bakan incecik dal gibi bir adam.

“Adam gibi adamdı,” derdi dedem onun için. Onun lügatindeki en büyük iltifatlardan biriydi bu.

Ona dair en güzel hikâyeyi bir keresinde babam anlatmıştı. Büyükbabam bir kış günü eli kolu dolu eve geliyor. Keyfine diyecek yok. Çünkü o gün biraz gecikmeli de olsa kışlık kıyafetler dağıtılmış. İstanbul’da hava gerçekten çok soğuk. Onun da sonunda kalın bir üniforması var artık. Üniforma bir yana, birer de gocuk vermişler herkese. İyi kalite yünlü kumaştan yapılmış, içi kürklü, Boğaz’ın ıslak ayazına dayanacak türde sağlam bir palto.

“Aman çok şükür,” diyor babaannem, “Yoksa bu kar kıyamette ne yapacaktın?”

Büyükbabam Kami Gürle mesleğe başladığı yıllarda.



Fakat ertesi akşam kapı çalındığında, gözlerine inanamıyor. Çünkü büyükbabamın üzerinde sadece resmi ceketi var. Eşikte öylece duruyor. Üstü başı kar içinde. Uzun uzun yürüdüğü belli. Sırtı neredeyse buz tutmuş. Suratında karanlık bir bakış. Babaannem ürküyor bu halden. O kadar ürküyor ki, paltoya ne oldu diye soramıyor ona.

Büyükbabam da bir şey söylemiyor zaten. Ertesi gün yine sessizce giyiniyor. Babaannem eski paltosunu tutuyor ona. Giyilmekten incelmiş elek gibi bir şey. Büyükbabam onu giyip işe gidiyor. Babaannem yine bir şey demiyor. Konuşmuyorsa bir bildiği vardır diye düşünüyor. O gün güler yüzle geçiriyor onu. Daha sonraki günler de öyle.

Çok sonra ortaya çıkıyor ki, büyükbabam o karlı günde dayanamayıp sokakta rastladığı birine vermiş paltoyu. Kendisinden daha fazla ihtiyacı olduğunu düşünmüş olsa gerek. Palto üzerine zimmetli. Amirlerine söylese olmaz. Yenisini istese hiç olmaz. Soran olmuş mudur? Olmuşsa ne demiştir? Bunları bilmiyoruz. Bildiğimiz bütün bir kışı eski püskü ne varsa onu giyerek geçirdiği.

Bu hikâyeyi dinlediğimde henüz çocuktum. “Ne çok üşümüştür kim bilir,” demiştim babama. Muhtemelen söyleyecek daha iyi bir şey bulamadığım için. “Herhalde,” demişti babam da.

“Adam gibi adamdı,” diye seslenmişti dedem yine arkalardan bir yerlerden.

Armağan Ekici ile Tutunamayanlar ve Ulysses üzerine...

Geçenlerde Armağan Ekici ile Tutunamayanlar ve Ulysses'e dair konuştuk. Konuşmanın video kaydını aşağıdaki sitede bulabilirsiniz.

http://norgunk.com/etkinlik/ulysses-ve-tutunamayanlar-modern-epik-uzerine-meltem-gurle-armagan-ekici

ya da,

http://vimeo.com/75584463

Thursday, September 26, 2013

Yağmurlarla Topraklar

BirGün Pazar
22 Eylül 2013


Her yaz İzmir Mordoğan’a babamı görmeye gidiyorum. Bu sene yolda bir arkadaşıma uğramak için mola verdim. Urla’da geçirdiğim güzel hafta sonunun ertesinde sarılıp vedalaşırken, arkadaşım elime bir kitap tutuşturdu: Yağmurlarla Topraklar.

Kitabı yeniden elime alana kadar aradan birkaç gün geçti. Yaz bitti. Eylül ayı geldi. Necati Cumalı’nın Tütün Zamanı Üçlemesi’nin ikinci kitabı olan bu romanı okumaya başladığımda, artık havada sonbaharın izleri hissediliyordu. Bahçedeki salıncağa kuruldum. Serince esen rüzgarla ürperdiğim için ayaklarımı altıma alıp ilk sayfayı çevirdim. İlk bölümün üzerindeki tarihi görünce kendi kendime gülümsedim. Kitap 1951 senesinin 5 Eylül’ünde adli yılın açılması ile başlıyordu. Bizim evde de takvim aynı günü gösteriyordu: 5 Eylül.

Romanla birlikte bir iki gün önce geçtiğim yollara, sokaklara, Urla’nın meşhur meydanına geri döndüm. Küçük bir kasabanın ileri gelenlerine, belediye başkanına, doktoruna, savcısına ve hikayenin kahramanı olan Avukat Nihat’a yakından baktım. Hepsi bana çok tanıdık geldi. Havadaki sonbahar kokusu bile aynıydı sanki.

“Yaz böyle biter işte! Bir gün durduğunuz yerden gözleriniz kamaşmadan bakarsınız göğe. Çitlembikler, iri ağaçlar yazın bol ışığını emer, toprağa çekerler. Akasyalar salkımlarını dökmeye başlarlar. Bir sabah denize diye evden çıkar ama gitmezsiniz. Ertesi gün denize gitmeye üşenir, bir iki gün daha geçmeden denizi büsbütün unutursunuz. Daha sıcakların ardı kesilmeden kapalı bir gömlek giyer, kravat takarsınız. Avukatsanız ceketiniz cübbeniz sırtınızda adliyenin bir köşesinde bulursunuz kendinizi...”

Tütün işçileri, zeytin bahçeleri, dalları komşu tarlalara uzanan ağaçlar, bu ağaçlar yüzünden açılan davalar ve yağmurlar yağmurlar yağmurlar... Bunların hepsi aynıydı. Ama asıl ilginç olan, romanın arka planını oluşturan siyasi gelişmelerdi. Şu anda memlekette olanlarla, 1951 yılında Demokrat Parti iktidarı altında Ege’nin küçük bir kasabasında yaşananlar arasında bu kadar büyük benzerlik görmeyi beklemiyordum.

Roman açıldıktan kısa bir süre sonra tanıştığımız ve Avukat Nihat’ın daha başından beri vurgun olduğu (ama utangaç olduğu için hemen açılamadığı) Perihan Öğretmen’in bir yerde içini çekerek söylediği gibi, 50’li yılların başında bütün ülkeye bir sakillik hakim olmuştur. Birbirlerinden tamamen habersiz olmalarına rağmen nasıl oluyor da bu kadar benzer çirkinlikleri yaratabiliyorlar diye sorar bir yerde. Nihat’ın buna verecek yanıtı yoktur.

Ama Perihan gibi Nihat da bu küçük kasabada hayatlarının gitgide zorlaşacağının farkındadır. İkisi de Urla’da büyük göz altında yaşadıklarını bilirler ve ona göre davranırlar. Tutuculuk ve sakınma hızla artmaktadır.
Demokrat Parti’nin kendisi gibi düşünmeyenlere tahammülü yoktur. Hükümete karşı olduğu düşünülen gençler hakkında yürütülen soruşturma ve takibatın haddi hesabı kalmamıştır. Bu tedirginlik yavaş yavaş hikayenin her tarafına yayılır.

Yine de romanın en çarpıcı sahnelerinden biri bir kovuşturma hikayesi değil, Demokrat Partili yeni belediye başkanının Urla’yı dönüştürmeye karar verdiği bölümdür. Hiçbir şeyden haberi olmayan ve aşkı başına vurduğu için evden uçar adımlarla çıkan Nihat, meydana yaklaşınca önce balta sesleri duyar, sonra köşeyi dönünce gördüğü şey yüzünden ağlayacak gibi olur:

“O sokağın içinde kasabanın en büyük çınarlarından biri vardı. Kökleri sokağın altından dereye iner, dalları sokağın iki yanında sıralanan esnaf dükkanlarını altına alır, gölgelerdi. O koca köprüyü gövdesi üzerinde tuttuğunu, çınarın köprünün ayaklarından biri olduğunu sanırdınız. Çınarın altı üstü kaynıyordu. Ellerinde baltalar, keskiler, nacaklar, yedi sekiz kişi ağacın dalları arasına dağılmıştı. Halatlar urganlarla, ayrıca yedi sekiz kişi de aşağıdan yukarıdakilerin baltayla nacakla inceltip üst yanından bağladıkları dalları asıla asıla yere indirmeye çalışıyorlardı. Uykudaki Güliver’i bağlamaya çalışan cücelere benziyorlardı tümü. Yaptıkları çirkin işe sevinçle dalmış görünüyorlardı.”

Belediye Başkanı’nın parayla tuttuğu adamlardır bunlar. Ne yaptığını bilmeyen bu cahil insanların çınarı kesmek için gösterdikleri hevesi uzun uzun anlatır, Cumalı. Nihat’ın bu konudaki şaşkınlığının ve hayal kırıklığının okuyucuya geçmesini sağlar. Romanın başından beri lafı edilen, Urlalıların yaz boyunca gölgesinde oturduğu, koca kovuğunda bir kunduracının yaşadığı bu efsanevi ağacın kesilişini hikayenin kahramanıyla beraber acıyla seyrederiz.

Aslında Nihat gibi biz de bir çözüm bulunacağını umar, belki de ağacın kesilmeyeceğini duymak isteriz. Ama Belediye Başkanı, bütün önemli kararların ertesinde olduğu gibi kasabayı terk etmiş ve İzmir’e gitmiştir. Sonuçta kasabanın geleceği böyle girişimlere bağlıdır, o da kendisine düşeni yapmış ve kararını vermiştir: Meydanın yüzü değişecek, kalkınma gerçekleşecektir. Yenilikçilik ve demokratlık böyle bir şeydir.

Yağmurlarla Topraklar, 1951’in Eylül ayından 1952’nin Ağustos’una kadar neredeyse bir senelik bir zamana yayılır. Belli ki Necati Cumalı, hikayesini mevsimlerin döngüsü üzerine yerleştirerek anlatmak istemiştir. Roman boyunca ışık değişir, gökyüzü renkten renge girer, toprak yağmurlarla ıslanır. İnsanlar savaştan döner, işsiz kalır, aşık olur. Yazar, doğa ile ilişkisini hiç kesmeden nakleder bütün bu olayları. Buna şaşırmayız: Kaliforniya’nın Steinbeck’i neyse, Ege’nın Cumalı’sı da odur çünkü. Onun yarattığı roman kişilerinin bir kolu bir ağacın beline sarılmış, bir eli orağa yapışmıştır. Toprağa yakın insanlardır hepsi.

Hikayenin bir yazdan bir yaza uzanmasının bir başka nedeni de, Cumalı’nın ülkenin bir sene içinde maruz kaldığı siyasi dönüşümü anlatmak istemesidir. Bu kadar kısa bir süre içinde bile, Urlalıların Demokrat Parti idaresi altında yaşadıkları değişimi görebiliriz. Bu küçük ve sevimli bir kasabanın nasıl el değiştirip yozlaştığına şahit oluruz.

O zaman, yağmurlarla topraklar işin yalnızca bir kısmıdır. Esas mesele muhterislerle fırsatçılardır.

Ne diyelim? Necati Cumalı bu konuda da Steinbeck’le kardeş sayılır.



Friday, September 20, 2013

Düşüş

BirGün Pazar
15 Eylül 2013


İster Eski Yunan’da yazılmış olsun ister Shakespeare’in elinden çıksın, trajedinin özü aslında hep aynıdır: İtibarlı ve güçlü bir adamın önlenemez düşüşü.

Ancak biraz daha dikkatli baktığımızda, Yunan tragedyaları ile Shakespeare oyunları arasında çok önemli bir fark olduğunu görürüz. Bu farklılığın altında, insanın evrenselle ilişkisine dair değişik iki görüş yatar.

Antik Yunan’da insanın tanrısal olan karşısındaki güçsüzlüğü resmedilir. Tragedya kişileri, bilmeden kendi felaketlerine doğru koşan karakterlerdir. Asıl vurgulanan kişilerin zayıflıkları ya da hırsları değil, insan olmalarıdır. İnsan olmak, kadere tabi olmak demektir. Bu da her kim olursanız olun, bir gün tökezleyip düşebileceğiniz anlamına gelir. Onun içindir ki, Aeschylus'un Agamemnon’u ve Sophokles'in Oedipus’u sonunda yenilirler. Her ikisi de, kontrol edilemez tanrısal bir gücün girdabına kapılıp yok olurlar. Büyük adamlardır onlar. Ama kader onlardan daha büyüktür.

Shakespeare’in oyunlarında ise, karakterleri felakete sürükleyen şey, tanrısal güçler değil kişilerin kendi seçimleri ya da başlarına gelen olayları nasıl yönettikleridir.  Kral Lear yaşlanmıştır yaşlanmasına ama bu kadar erken bir emeklilik planı yapmasa daha iyi olmaz mıdır mesela? Ya da Hamlet Ophelia’ya bu kadar zalimce davranmasa olayların gidişatı değişmez midir? Ve Othello’nun trajedisi, bir eleştirmenin şakayla karışık söylediği gibi, denizler fatihi muzaffer bir komutan iken evlenip yuva kurmaya kalkmak değil midir?

Başımıza gelen olaylarda sorumluluğumuz vardır. Shakespeare bize bunu söyler. Kişilerin tanrısal güçler karşısındaki çaresizliği ikinci plandadır artık. Daha çok zaafları ve ihtirasları yüzünden kendi felaketlerini hazırlayan karakterler görürüz. İnsanlar evrensel olanın karşısında yine güçsüzdürler. Ama artık olaylarda kendi paylarını görecek kadar karmaşık bir iç dünyaları vardır. Bir anlatının taşıyıcısı olmaktan çıkmışlar, psikolojik derinliği olan birer birey haline gelmişlerdir.

Kısaca söylemek gerekirse, Shakespeare’in dediği şudur: Kader diye bir şey vardır elbette. Yine de felaketin en fenası, kişinin kendi eliyle davet ettiğidir.

Gezi olaylarının başladığı günlerde, BirGün’deki köşesinde Zahit Atam’ın “Macbeth ve Beyefendi: İktidar üzerine kısa bir not” adlı yazısında değindiği gibi, Macbeth’in felaketini hazırlayan sebeplerden biri kehanetin peşinden koşuyor olmasıdır. Yani önceden yazılmış bir geleceğin bilgisine sahip olmanın getirdiği özgüven ve inançtır. Kehanete göre Macbeth kral olacaktır. Cadılar ona bunun teminatını verirler. Ama onu Kral Duncan’ı öldürmeye ve İskoçya tahtını ele geçirmeye iten şey yalnızca bu mudur?

Bana kalırsa, oyun bundan çok daha fazlasını anlatır. Shakespeare hikayenin dramatik gerilimini yalnızca bir kehanet ve onu körü körüne takip eden bir adam üzerine kursaydı, şu anda belki de Macbeth’den bahsetmiyor olurduk. Onu hala konuşuyor olmamızın sebebi, yaşadığı ikilemdir. Macbeth ihtiraslı bir adamdır. Ama oyunun başında zalim biri değildir aslında. Kendi kendine gidip kralı öldürecek bir adam da değildir. Macbeth harekete geçmeden tereddüt eder. Meşhur hançer sahnesinde onu, başına musallat olan korkunç hayallerle boğuşurken görürüz. Karar vermekte zorlandığını anlarız.

Oysa bu korkunç suçu işledikten sonra, Macbeth için artık tereddütlere yer kalmayan bir dönem başlayacaktır. Bu olaydan sonra geri dönüş yolunun sonsuza kadar kapandığını anlayacak, idareyi ele alacak ve gitgide zalimleşecektir.

Tereddüdün olmadığı yerde olasılık yoktur. Olasılıkların olmadığı yere de artık hayat denemez.

Oyunun ikinci yarısında Macbeth’in hayatı da bitmiştir aslında. Dünyayı anlayamaz, olayların akışına yön veremez olmuştur. Çünkü otoriter bir iktidarın mutlaklığı içinde sıkışıp kalmıştır. Onu insan kılan yegâne özelliğini, “Acaba?” sorusunu kaybetmiştir. Ancak bunun nedeni dinlediği kehanet değil, işlediği cinayettir. Geri dönülemez bir noktada olduğunun farkındadır. Bir karar vermiş ve hata etmiştir. Bir seçim yapmış ve bununla beraber kendi sonunu hazırlamıştır. Artık başka türlüsü mümkün değildir. Felaket gerçekleşecek ve o tahtından düşecektir.

Gezi’ye dönersek, olayların başladığı günden bu yana üç aydan fazla zaman geçti. Hava yumuşamıyor, sorunlar çözülmüyor. 9 Eylül gecesi Antakya’da bir genç daha öldü. Ahmet Atakan da Abdullah, Medeni, Ali, Ethem ve Mehmet gibi polis şiddeti sonucu hayatını kaybetti. AKP iktidarı, her ölümle birlikte geri dönülmesi biraz daha zorlaşan bir yola giriyor. Başbakan uzlaşma arayan bir dil kullanmamakta ısrarlı. Aksine son olaylarla birlikte şiddetin artacağının işaretlerini veriyor. Bir kez daha bundan başka hiçbir olasılık yokmuş gibi davranıyor. Hangi noktada tereddüt etmekten vazgeçmiştir, bunu bilmiyoruz. Hangi noktada ihtimalleri düşünmeyi bırakmıştır, buna dair de bir bilgimiz yok.

Bildiğimiz şey şudur: Erdoğan bu süreç içinde her gün biraz daha “Macbethleşmek”tedir. Shakespeare’in trajik karakteri gibi o da, kaderini kendi eliyle çizmiş ve kaçınılmaz sona doğru ilerlemeye başlamıştır.

Oyunun bir yerinde Macbeth’in kulağına fısıldayan sesler, uykuyu öldürdüğünü söylerler ona. İktidarını kaybetme korkusu kralın uykusunu çalmıştır. Bu çok fenadır elbette. Ama daha da kötüsü vardır. O da kralın olasılıkları öldürememiş olmasıdır.

Kehanet odur ki, dünya döndükçe ihtimaller devam edecektir. İmkansız gibi görünen şeyler mümkün olacak, sezaryen ile dünyaya gelmiş bir nesil sokakları dolduracak ve ağaçlar bir gün ayaklanıp muktedirlerin üzerine doğru yürüyecektir.

Ulysses ve Tutunamayanlar üzerine sohbet...

25 Eylül Çarşamba akşamı Armağan Ekici ile birlikte Ulysses ve Tutunamayanlar'a dair konuşuyoruz.

http://norgunk.com/etkinlik/ulysses-ve-tutunamayanlar-modern-epik-uzerine-meltem-gurle-armagan-ekici