Friday, December 26, 2014

Banyo




BirGün Pazar
7 Aralık 2014

Eskiden yaşadığım evlerden birinde bayağı kötü bir banyo vardı. Sağı solu akar kokar, nemli küflü berbat bir yer. Ama evin geri kalanı iyiydi, onun için fazla dert etmemeye karar vermiştim. Zaten zavallı bir öğrenci eviydi ve daha iyisini beklemek şımarıklık sayılırdı.

O kötü banyoyu adam etmek için çok uğraştım. Kırık fayansları yapıştırdım. Aydınlığa bakan pencereyi su geçirmez bir boya ile boyadım. Hatta içerideki havayı değiştirsin diye bir köşeye renkli bir resim bile astım. Fakat yaptığım en doğru iş, tepedeki floresanı yok saymaktı. Onun yerine aynanın üzerine küçük bir lamba koymuştum. Sarı sıcak bir ışık yayıyordu etrafa. O ışık sayesinde renkler değişmiş, banyo korkunç bir yer olmaktan çıkmıştı. Oraya koşar adım girip çıkmama ve diş fırçalarken bildiğim bütün duaları okumama gerek yoktu artık.  

O lamba birkaç sene beni idare etti. Sonra bir gün bozuldu. Ne yaptıysam tamir edemedim. Bunun üzerine teslim olup tavandaki floresanı açtım. İşte o zaman çok garip bir şey oldu. Birden her şey değişti. Bildiğim, alışkın olduğum, her gün girip çıktığım mekan gitmiş, yerine başka bir yer gelmişti. Ama asıl rahatsız edici olan, bu banyonun bir yandan da eskisini andırıyor olmasıydı. Eşyalar her zamanki yerlerindeydiler ama artık eskisi gibi tanıdık görünmüyorlardı. Soğuk, katı ve sağırdılar. Bardağın içinde duran diş fırçasına, tutacağından kaymış havluya, gazeteliğin içindeki dergilere bakarken duyduğum ürküntüyü hala hatırlıyorum. Bu eşyalarla aramda bir bağ bulamıyordum. Sanki her şey bir benzeri ile değiştirilmiş, dünya tamamen yabancı ve düşman bir yer haline gelmişti.

Buna benzer bir duyguya bir de annem öldüğünde kapıldım. Dünya yine aynıydı. Yani herhalde başkaları için öyleydi. Ama bana hafifçe yerinden oynamış gibi görünüyordu. Hiçbir şey benimle bir daha eskisi gibi konuşmayacak gibiydi. Koltuklar bedenime yer açmayacak, kılık kıyafet üzerime uymayacak, diş fırçası bir daha hiç elime oturmayacaktı. Diğer bütün ışıklar sönmüş, dünya floresanlı banyo olmuştu.

O zamanlar sık sık aklıma gelen bir sahne vardı. “Suç ve Ceza”da Svidrigaylov’un öteki dünyayı anlatırken kullandığı benzetmeydi bu. Dostoyevski’nin bu garip karakteri, romanın başkişisi Raskolnikov’un hezeyanlar içinde olduğunun farkındadır. Bir görüşmelerinde, insanın bu dünya ile ilişkisi bozulursa öteki dünya ile bağının kuvvetleneceğini söyler ona. Svidrigailov’a göre, bu dünya ile bağlarımız ne kadar zayıflarsa öteki dünyaya yakınlığımız da o ölçüde artar. İki dünya arasındaki sınır sanıldığı kadar keskin değildir. Ruhumuzun çektiği acılarla beraber cehennem bu dünyaya sızmaya başlar. İşte o zaman kendimizi küçük karanlık bir odanın küf kokan duvarlarının arasında buluveririz.

“Öteki dünyayı aklımızın eremeyeceği, çok çok büyük bir şey olarak düşünürüz. Peki ama niçin özellikle çok büyük? Bir de şöyle düşünün bakalım: Küçük bir odadır orası, köy evlerindeki banyolara benzeyen bir yer, her yanı isten kapkara, her köşesinde örümcekler... Alın size öteki dünya işte!”

Sevilen birinin kaybının insanın dünya ile bağını zedelediği doğrudur. Ben de annemin ölümünün ardından, kendi örümcekli banyomun yakınlarda bir yerde olduğunu hissettim. Dönüp dolaşıyor ve oturacak bir yer bulamıyordum. Sonsuza dek bu küçücük ve havasız yerde ayakta kalacağımı düşündüm.

Gerçek şu ki, karanlık oda uzun zaman benimle kaldı. Fakat hayatla bağım kuvvetlendikçe bu korkunç sahnenin anısı gitgide soldu ve belli belirsiz bir rüya gibi bir süre sonra hatırlanmaz oldu.

Bu hafta, TBMM'de düzenlenen basın toplantısında oğlunun vurulma anını gösteren videoyu izlerken baygınlık geçiren Gülsüm Elvan’ı ekranda görünce, karanlık odanın varlığını yeniden hissettim. İnsan bütün acılara kendi yarasından bağlanıyor. Ben de bu korkunç tecrübeyi hayal etmeyi denedim. Olmadı. Benim hayal bile edemeyeceğim kadar büyük bir acıyı bu küçücük kadın nasıl taşıyordu? Bir zamanlar beni teselli edenler, her şeyin bir sırası var demişlerdi. Doğru olan buydu. Evlatlar analarını gömmeliydi. Ya tersi olsaydı? Buna kim dayanabilirdi? Peki ya, Gülsüm Elvan nasıl dayanıyordu? Nasıl dayanmıştı?

Sonra birden Gülsüm Elvan’ın yüzünde o karanlığın izlerini gördüm. Anladım ki, o da kendi örümcekli banyosunun içinde kapalı kalmıştır. Oğlunu kaybettiğinden beri, floresan lambasının ölü ışığının altında göz kırpan o yabancı dünyaya bakıp durmaktadır. Onu bu karanlığın içinden çekip çıkaracak şeyin gelmesini bekleyerek ağlamakta, ağlamakta, ağlamaktadır.

Gülsüm ve Sami Elvan, bu dünyayla yeniden bir bağ kurabilmek için, Berkin’i vuran polislerin mahkemeye çıktığını görmek istiyorlar. Yeniden biraz umut duyabilmek için, bu ülkede hala adaletin var olduğuna inanmak istiyorlar.

Hepimiz biliyoruz ki, adalet sağlansa bile Berkin geri gelmeyecek. Ne Berkin ne de diğer çocuklar. Hiçbiri aramıza dönmeyecek. Ama adaletin yerini bulması gerekiyor. Bu davanın önünün açılması ve sonuçlanması gerekiyor.

Ancak o zaman, Gülsüm Elvan kısılıp kaldığı o karanlık odadan çıkabilecek.


Monday, December 01, 2014

Valiz

BirGün Pazar
30 Kasım 2014




Geçenlerde elime çok güzel bir kitap geçti: Uruguaylı yazar Eduardo Galeano’nun kaleme aldığı ve İspanyol illüstratör Isidro Ferrer’in resimlediği “Helena’nın Rüyaları.” Bir kısmı daha önce Galeano’nun meşhur üçlemesi “Ateş Anıları”nın bir parçası olarak da yayınlanan rüyalar, bu baskıda bir araya getirilmiş ve Altuğ Akın’ın sade ve güzel çevirisi ile Türkçeye kazandırılmış.

Kitabın başında Galeano, karısı Helena’nın her sabah kahvaltıda kendisine anlattığı rüyaları kıskandığını ve sonunda yazarak onlardan kurtulmaya karar verdiğini söylüyor. İşin içinde kıskançlık olmasa bile biraz gıpta var sanıyorum. Çünkü her gece uykusunda başka dünyalara giden ve rüyalar ülkesinden inanılmaz hikayelerle dönen Helena, bir süre sonra yazarın hayal gücüne meydan okur hale geliyor. “Ben de intikamımı onun rüyalarını yazarak alıyorum,” diyor Galeano. Rüyalar hakikaten harika. Kıskanılacak kadar var yani. Ressam Isidro ise, ayrı bir hikaye. Ben resimden grafikten pek anlamam. Ama şunu söyleyebilirim: Malzemeden kaçmamış. Akla hayale gelmeyecek ne kadar materyal varsa onu kullanarak rüyaların anlamını kuvvetlendirecek bir görsel dil oluşturmayı başarmış.

Ben de iflah olmaz bir rüyacı olduğum için kitaptan çok etkilendim. Rüyaların hepsini okudum. Resimlere alıcı gözle baktım. Bazıları o kadar güzeldi ki, sayfaların üzerinde parmaklarımı gezdirdim. Bütün arkadaşlarını kucaklayabilmek için kollarını uzatınca kendisi ufacık kalan Cortazar çizimine bayıldım mesela. Bir göçmen gemisinde, torunun kucağında Buenos Aires limanına ilk kez bakan büyükannenin hikayesini okurken gözlerim yaşardı. Kaybettiği arkadaşı Pepa ile rüyasında yeniden karşılaşan Helena’nın acısını ise içimde hissettim. Arkadaşının dibi delik bir tencerede yemek pişirmeye çalıştığını görmüştü çünkü. Yemek pişmek bilmiyordu ve Pepa ölü olmaya hiç alışamamıştı.

Hiçbir şey rüyaların dili kadar acımasız olamaz. Herkes gibi Galeano da bunu biliyor. Rüyaları anlatırken Helena’nın diline sadık kalması ve bu kadar sade bir üslup kullanması da bundan.

Birinci turu bitirdikten sonra geri dönüp sevdiğim rüyaları bir kez daha okumak istedim. Derken gözüme bir detay takıldı. Sayfalardan birinin kulağı kıvrıktı. Benim yapacağım gibi yukarıdan işaretlenmemişti, aşağıdan bir yerden kıvrılmıştı. Sanki biri o sayfadaki rüyaya dikkatimi çekmek için özel bir çaba göstermişti. Galeano’nun “Sürgünün Sonu 1” adını verdiği bu kısa metni yeniden okudum. Helena rüyasında valizini kapatmak istediğini ama bunu yapamadığını görmüştü. Ne kadar uğraştıysa bunu bir türlü başaramamıştı: “Elleriyle bastırmış, dizleriyle yüklenmiş, valizin üstüne oturmuş, hatta ayaklarıyla üstüne basmış ama valiz hiç oralı olmamış. Valiz kapatılmaya izin vermemişti.”

Birçok Latin Amerikalı aydın gibi, gençliklerinin büyük bir kısmını sürgünde geçirmek zorunda kalan Eduardo ve Helena’nın hayatında valizlerin önemli bir yer tutmamasına şaşırmadım. 1973'teki askeri darbe nedeniyle Uruguay'daki siyasi iktidar el değiştirince Eduardo Galeano’nun önce hapse atıldığını, sonra da sürgüne yollandığını biliyordum. Bunun üzerine Arjantin'e yerleşen yazarın, 1976'da orada gerçekleşen askeri darbenin sonucunda, bu sefer karısı Helena ile birlikte İspanya'ya gitmek zorunda kaldığını da okumuştum. 

Senelerce süren bu sürgün hayatının, Galeano ve karısı Helena Villagra üzerinde derin izler bıraktığını görmek mümkün. Eduardo Galeano, kendisinin de bir keresinde söylediği gibi, hatırlamayı çok önemsiyor. Hatta neredeyse tümüyle hafızaya odaklanarak yazıyor. Onun elinden çıkan metinlerde geçmişi hatırlamak, insanın nereye ait olduğunu unutmamak için gösterdiği bir çaba halini alıyor. Helena’nın rüyalarının ana izleği ise, bir yolculuk hikayesi aslında. Bir göçmen gemisi ile başlayan ve toplanıp boşaltılan valizlerle, bir türlü yerleşilemeyen odalarla, açılamayan kapılarla devam eden bir yolculuk bu.

Bunu bir işaret olarak gördüğüm için mi yoksa bir zamandır gitmek üzerine kafa yorduğumdan mı bilmiyorum, Helena’ın valiz rüyası uzun süre benimle birlikte dolaştı durdu. Onu kafamda o kadar uzun süre evirip çevirdim ki, sonunda benim rüyalarımdan biri gibi oldu.

Önce geride bıraktığım evleri ve insanları hatırladım. Üniversite için İstanbul’a gelirken, annemin güzelce hazırladığı ve en üstüne benim için ördüğü kazağı yerleştirdiği lacivert bavulum. Ayrılırken annemin “Bu bavul evden bir kere çıktı mı bir daha zor girer,” deyişi. Bizimkilerden habersiz ilk evimi tutuşum. Eşyasız bir evde ne yapacağımı bilemeden valizin üstüne oturuşum. Sonra bir öğrenci evinden diğerine taşınıp dururken sadece bir bavulu dolduracak kadar eşyaya sahip olmakla övünüşüm. Gitmekten vazgeçtiğim için boşalttığım valizler, kalacağımı düşünürken toplayıp gittiklerim, istasyonlarda otobüs garlarında havaalanlarında senelerce peşimden sürüklediklerim. Kitaplarla doldurduğum için külçe gibi olup yerinden kalkmayanlar, arkadaşların evlerinde unutulup çürümeye bırakılanlar, fermuarı bozulunca atılanlar. Ne çok valizim oldu. Ne çok gittim. Hepsini bir bir hatırladım.

Sonra geleceği hayal ederken buldum kendimi. O valizler bir daha o raflardan inecek, o dolaplardan çıkacak mıydı? Ben yine bütün hayatımı derleyip toplayıp bir valize tıkıştıracak mıydım? Eşyalarım artık bir bavula sığmayacak kadar fazlaydı. Gerçi eşya neydi ki? Bırakıp giderdi insan. Ama arkadaşlar öyle miydi? Onlar öyle kolay kolay derdest edilip toplanacak gibi değildi. Seneler içinde kişiler, yerler, ilişkiler biriktirmiştim. Hayatım dallanıp budaklanmıştı. Şehrin bir sürü köşesinde izler bırakmıştım. Ne zaman bu kadar kök salmıştım? Ne zaman bu kadar yerleşik, bu kadar kalabalık olmuştum?

Bütün bu anıları, bu insanları bir valize koysam kapanır mıydı? Hepsini alıp yanımda götürsem olur muydu? Koca İstanbul bu valize sığar mıydı?

Mümkün değil, diyordu Helena’nın sesiyle Galeano. Olmazdı, valiz bütün bunları almazdı. Bir şeyler mutlaka geride kalacaktı.

O zaman geride kalan ben olayım dedim kendi kendime. En azından şimdilik. Valizi kapatmanın bir yolunu bulana kadar.





Ayraç

BirGün Pazar
16 Kasım 2014


 

1990 senesinde, Kitap Fuarı için büyük hayaller kurmuştuk. O sene kazandığımız bütün parayı biriktirecek ve yıl boyu beklediğimiz ne kadar kitap varsa hepsini alacaktık. Ama olaylar umduğumuz gibi gelişmedi. Yazın paralar suyunu çekti. Bir kısmını tatile harcadık, geri kalanı da sonbaharda okul masraflarıyla uçtu gitti.

O zamanlar Ankara’da yaşayan bir sevgilim vardı. O ufak tefek işler yapıyordu, ben de özel dersten kazandığım parayla geçiniyordum. Özel ders verenler bilirler, eylül ve ekim en kötü aylardır. Eski öğrenciler zaten adam olup gitmiştir. Yeniler de henüz ortaya çıkmamıştır. Ekim gelip de ilk notlar alınmadan, kimse çocuğuna özel ders aldırmayı düşünmez. En zayıf çocukların anneleri bile, “Belki bu sene kendi kendine çalışır,” diye bir umuda kapılır ve ilk sınavların geçmesini beklerler.

Bana da her sene aynı şey oluyordu. Fakat o sene işler iyice kötü gitmişti. Kasım ayı geldiğinde henüz ufukta bir öğrenci belirmemişti ve durum pek parlak görünmüyordu. Kasımın ilk haftasında, en fakir zamanlarımızdan birine girdiğimizi resmi olarak kabul etmek zorunda kaldık. Evde zeytinyağlı pırasa ile mercimek yemeği pişiyor, o zamanlar yeni çıkmış olan filtreli Bafra sigarası içiliyor ve arada bir çaysız bile kalınabiliyordu. Kirayı denkleştirip verebildiğimiz için kendimizi şanslı sayıyorduk.

Ama işte Kitap Fuarı gelip çatmıştı. Sevgilim bir yolunu buldu ve Ankara’dan kalkıp geldi. Önce uzun uzun mercimek yemeğini nasıl geliştirebileceğimize dair konuştuktan sonra (o, havuç ve patates eklemeyi öneriyordu, bense Erzurumlu bir arkadaşımdan mercimekli bulgur diye bir şey öğrenmiştim), sonunda beklenen an geldi ve Kitap Fuarı meselesi açıldı.

Fuar, o dönemde hâlâ Odakule’deki eski yerindeydi. Gitmek sorun değildi yani. Ama o kadar parasızdık ki, ikimiz de hiç kitap alamayacaktık. Birinin bunu söylemesi lazımdı. Ben sonunda dayanamayıp söyledim.
 
“Olsun,” dedi, “Biz de kitaplara bakarız. Bunu bir ön çalışma gibi düşün. Sonra nasıl olsa hepsini alacağız.”

O sene bir sürü yeni kitap basılmıştı. Hepsini çok iyi hatırlamıyorum. Ama bir ikisi aklımda. Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ı o sene Can Yayınları tarafından basılmıştı mesela. Ben henüz alamamıştım. Iris Murdoch’ları Ayrıntı basıyordu ve Kesik Bir Baş kısa bir süre önce Serdar Kırkoğlu’nun çevirisi ile çıkmıştı. Onu da daha almamıştım. AFA Yayınları, bütün dünyadan kadın yazarların kitaplarını çevirtip basmaya o yıllarda başlamıştı. Sonradan çok sevdiğim Margaret Atwood ve Fay Weldon’la böyle tanışmıştım.

Fakat kitap fuarının asıl numarası, birtakım dergi ve kitapları toplu bir şekilde alabilmek ihtimaliydi. O sene de herkesin gönlünde yatan bir aslan vardı. İletişim Yayınları bir iki sene önce Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi’ni çıkarmış. Tam sekiz cilt. Şahane bir şey. Sevgilimin derdi onları ele geçirmekti. Bense daha çok Metis Çeviri’leri almak istiyordum. Onları da takım halinde ve indirimli satıyorlardı. Metis Çeviri, o dönemin en iyi dergilerinden biriydi. İçinde ağırlıklı olarak edebiyat çevirileri olduğu gibi, bir de her sayının sonunda hepimizin bayıldığı “Eşek Arısı” bölümü vardı. Bu bölüm çeviri hatalarından bahsediyordu ama bunu o kadar eğlenceli bir şekilde anlatıyordu ki, Metis Çeviri’nin bir kısmını artık mizah dergisi niyetine okumaya başlamıştık.

İşte bunları konuşa konuşa evden çıktık, vapura binip karşıya geçtik. Kitap Fuarı’nın önüne geldiğimizde, yaptığımız şeyin garipliği hafif hafif kendini hissettirmeye başladı. Kapının önünde uzun bir kuyruk vardı. “Boş ver girmeyelim,” diyecek gibi oldum ama buraya kadar gelmiştik artık. Bu noktadan sonra dönmek mümkün değildi. Bir müddet bekledikten sonra içeriye girebildik. Her şey aynen bir önceki sene bıraktığımız gibiydi. Havasızlık, kalabalık, gürültü. Aynı insanlar aynı köşelerde duruyordu sanki. Biz de onlarla birlikte, yayın evlerinin masaları arasında yavaş yavaş sürüklenmeye başladık.

Önce İletişim’i geçtik. Ansiklopedi orada duruyordu. Karıştırmaya izin vardı. Biraz oyalandık. Metis’e geldiğimizde, Metis Çeviri’leri gördük. Ama Defter’lerin de orada olacağını hesap etmediğimizi fark ettik. Evet, bir de Defter Dergisi vardı. Üstelik varlığından haberdar olmadığımız daha bir sürü kitap çıkmıştı. Alt katta merdivenlerin hemen sonunda sağda AFA vardı. Oradan da ayrılmak zor oldu. Çünkü rafta gıcır gıcır bir Bozkırkurdu duruyordu. Yepyeni bir çeviri. Tamamen zararsız gibi görünen Altın Kitaplar’ın önünden geçmek bile bir meseleydi, çünkü orada da Mina Urgan’ın İngiliz Edebiyatı Tarihi vardı.

Bir süre sonra, ben daha fazla devam edemeyeceğimi anladım. Durumumuz pek vahim bir hal almıştı. Lokantanın camekânına gözlerini dikmiş yutkunup duran kılıksız çocuklar gibiydik. Tam pes ediyordum ki, sevgilim elinde bir tutam kitap ayracıyla çıkıp geldi. Metis’in kargalarından kendine bir buket yapmıştı. “Bak, ne kadar güzeller,” dedi bana, “Hadi, gidip diğerlerinden de alalım.” Bunun üzerine, aynı yoldan geri döndük ve bir sürü ayraç topladık: Metis’in kargası, Ayrıntı’nın dinozoru, İletişim’in kirpisi, Cem Yayınları’nın güvercini. Küçük bir hayvanat bahçesi. Sonunda o kadar çok ayracımız oldu ki, yayınevlerinden biri bize onları taşımak için torba verdi. Eve iki torba ayraçla ve mutlu bir şekilde döndük.

Ertesi sene gidip bütün Metis Çeviri’leri aldık. Artık mezun olmuştum ve para kazanıyordum. Ama öğrenciliğimin kaygısızlığı ve rahatlığı geride kalmıştı. Bir dönem bitmiş ve bir başka dönem başlamıştı. Ve bunun iyi bir şey olduğundan pek emin değildim. Hep meşguldüm, hep yorgundum. Büyümüş ve sıkıcı biri olmuştum sanki.

Metis Çeviri’ler taşınmalardan birinde yağmur altında kalıp küflendi. Ayraçlar hâlâ bir yerlerde duruyor. Bazen eski kitapların arasından çıkıveriyorlar. Onları görünce gülümsüyorum. Patatesli mercimeğe talim ettiğimiz, çayları haşlayarak içtiğimiz ve her zaman gülecek bir şeyler bulduğumuz o seneyi hatırlatıyorlar bana. Hayatımın önemli sayfalarından birine işaret koymuşlar sanki. Gençliğin tasasızlığını ve neşesini, geri kalan her şeyden ayırıyorlar.

Omelas'ı Terk Edenler

BirGün Pazar



Amerikalı bilimkurgu yazarı Ursula LeGuin hikayelerinden birinin ismini, Salem’den dönerken şehrin tabelasını gördüğünde uydurduğunu söyler. Tabelayı aynada görünce, aklına bu ismi tersten okumak gelmiş ve ondan esinlenerek türettiği Omelas adlı kentin öyküsünü yazmıştır.

“Omelas’ı Terk Edenler” bir kaç sayfalık kısa bir hikayedir. Ursula LeGuin’in en iyi metinlerinden bile değildir belki. Fakat önemlidir, çünkü yazarın temel meselelerinden birini çok sade ve etkileyici bir şekilde anlatır.

Öykü deniz kenarındaki parlak kuleleri masmavi gökyüzünün altında ışıl ışıl parlayan Omelas adlı bu güzel kentte bir yaz şenliğinin tasviri ile başlar. LeGuin, Omelas’ın sakinlerinin basit insanlar olmadığını söyler bize. Mutlu insanlardır bunlar. Refah içinde yaşamaktadırlar. Hayatın kimi nimetlerinden faydalandıkları gibi, bu lüksleri sorumluluk içinde kullanmaktadırlar. Yönetimleri baskıcı ve ceberrut değildir. Hatta merkezi bir idare bile yoktur ülkelerinde.

“Kılıç kullanmıyorlar, kimseyi esir etmiyorlardı. Barbar değildiler. Toplumlarının kurallarını ya da yasalarını bilmiyorum ama muhtemelen çok az sayıdaydılar. Monarşi ve kölelik olmadan yaşadıkları gibi borsaya, reklamlara, gizli polislere ve bombalara ihtiyaç duymadan da gayet rahattılar.”

Yazar böylece kendi ütopyasını kurar. Özgür ve mutlu bir toplumu hayal edebilmemiz için yüreklendirir bizi. Kimi detayları da bizim eklememizi ister. Sonra bu benzersiz ülke ortaya çıktığında, dönüp şunu sorar bize: “İnanıyor musunuz artık? Festivali, şehri, neşeyi kabul ediyor musunuz?”

Bunun üzerine, “Hayır!” cevabı alacağını düşünerek devam eder. Der ki, madem inanmıyorsunuz, o zaman durun size tek bir şey daha açıklayayım.

Sonra hikayesinin en vurucu yerini anlatmaya başlar. Bir rüya şehri gibi görünen Omelas’ın güzel kamu binalarından birinin bodrumunda kilitli bir oda, bu odada da küçük bir çocuk vardır. Bir oğlan ya da kız çocuğudur bu. Altı yaşlarında görünür. Ama neredeyse on yaşındadır. Belki sakat doğmuştur belki korku, yetersiz beslenme ve bakımsızlık yüzünden böyle görünmektedir. Günde sadece yarım kâse lapa verilir ona. Çırılçıplak bir şekilde soğuk ve küflü taşlar üzerinde oturur. Bedeni yaralarla kaplıdır.

Omelas’ın tüm sakinleri onun orada olduğunu bilirler. Hatta belli bir yaşa geldiklerinde gidip görürler bu çocuğu. Ama kimse onu bu odadan çıkarmaya teşebbüs etmez. Hepsi onun orada tutulması gerektiğine inanır. Çünkü bu ayrıcalıklı toplumun sürekliliği ancak o çocuğun bodrumda tutulması ile mümkün olacaktır. Omelaslılar, “mutluluklarının, şehrin güzelliğinin, arkadaşlarının şefkatinin, çocuklarının sağlığının, bilginlerinin zekasının, zanaatkârlarının maharetinin hatta hasadın bolluğunun ve yumuşak havanın bile oradaki çocuğun berbat yaşamına bağlı olduğunun farkındadırlar.”

Belli ki LeGuin dünya üzerindeki birçok refah ülkesinin durumunu bu benzetme üzerinden düşünmeyi tercih etmiştir. Bazılarının rahatı için başkalarının hayatının feda edildiği bir toplumu, sayıları abartarak yeniden kurmayı denemiştir. En ideale yakın toplumlarda bile, eğer çoğunluğun refahı azınlığın acıları üzerinden tarif ediliyorsa, bunun bir ütopya sayılmayacağını söylemek istemiştir.

İçinde yaşadığımız toplumu, ideale yakın bir toplum olarak tarif etmek elbette mümkün değil. Bizim ülkemiz Omelas’tan kim bilir kaç ışık yılı uzaktadır. Ama hükümetimiz kendince ideal bir toplum inşa etmektedir. Sosyal hayatın bütün alanlarına müdahale ederek sistemli bir şekilde toplum mühendisliği yapmaktadır. Bütün bu politikalarını da, ülkenin ekonomik kalkınmasını garanti altına alarak bize yutturmaya çalışmaktadır.

O zaman bizi Omelaslılardan farklı kılan nedir? Ne kadar rahat yaşadığımız mı? Az refah ya da çok refah fark eder mi? LeGuin’in örneğinde mutluluğun ve huzurun yaygın, acıların ve eziyetin ise yok denecek kadar az olduğu bir durumla karşılaşırız. Bizde hal böyle değildir. Ama işleyiş tamamen aynıdır.

Devlet eliyle sunulan refah, her zaman toplumu denetleme biçimlerinden biri olarak kalacaktır. Onun içindir ki, rahat içinde yaşamaya başladığımız andan itibaren, başkalarının yoksullaştırılmasına, yerinden yurdundan edilmesine, ya da zindanlara kapatılmasına göz yummamız istenir.

Aynı Omelaslılar gibi.

Her zaman birilerinin hapislerde çürümesi, birilerinin bombalamalarda canını kaybetmesi, birilerinin yanıp gitmesi gerekir. Bizim de bütün bunlara sırtımızı dönmemiz, ama memleket ekonomik olarak iyiye gidiyor, istatistikler harika, rakamlar mükemmel, dememiz beklenir.

Genellikle de olan budur. Birçokları, bu korkunç adaletsizliği fark ettiğinde onu kabullenmeyi seçer. Hatta kimileri için bodrumdaki çocuğun varlığı sadece ödenmesi gereken bir “maliyet”tir.

Ama bazıları vardır ki, işte onlar bu durumu kabul edemezler. LeGuin bunu çok güzel anlatır:

“Bazen çocuğu görmeye giden genç bir kız veya erkek eve gözyaşları içinde ya da öfkeyle dönmez. Aslında eve hiç dönmez. Kimi zaman da yaşlı bir adam veya kadın birkaç günlüğüne sessizleşir, sonra evini terk eder. Bu insanlar tek başlarına sokağa çıkar ve yürümeye başlarlar. Omelas’ın güzel kapısından dışarı adım atar tarlalardan geçerek yürümeye devam ederler. Hepsi tek başınadır, genç yaşlı, kadın erkek…”

Bu kişilerin sayıları azdır. Ama kendi refahları için başka birinin acı çekmesine dayanamayanlardır. Onlara göre çocukların bodrumlarda ölmeye bırakılmadığı bir yer vardır. Bunu aramak için yola çıkarlar.

“Size orayı anlatabileceğimi bile sanmıyorum,” der LeGuin. Hatta belki de yoktur böyle bir yer. Ama nereye gittiklerini bilir gibi görünür, Omelas’ı terk edenler.”

Sunday, September 28, 2014

Boksörlerin Belirişi: İki Yeni Yazar


BirGün Pazar
28 Eylül 2014

“Hemingway, a Title Fight in Ten Rounds” (Hemingway: On Rauntta Ünvan Maçı) adlı kitabında, yazarın yakın arkadaşlarından biri olan Jed Riley, onunla ilgili anılarından birini aktarır.
Riley ve Hemingway savaştan hemen sonra bir barda yeniden karşılaşır ve oturup konuşmaya başlarlar. Konuşma ilerledikçe, Hemingway’in geçen seneler içinde bir gıdım bile değişmemiş olduğunu düşünür, Riley. Sonra onun çok iyi bir amatör boksör olduğunu hatırlar. Hatta bir gün dünya şampiyonu olacağını söylediği gelir aklına. Belki de olmuştur, der kendi kendine. Sonunda bunu ona sormaya karar verir.
"Hala şampiyon olacak mısın?" dedim ona.
"Evet," dedi, "Ama boksta değil."
"Güreş mi?" dedim.
"Hayır," dedi.
"Ne peki?" dedim.
"Edebiyat," dedi.
Bana bu konuşmayı yeniden düşündüren, İletişim Yayınları’nın geçenlerde arka arkaya bastığı iki kitap oldu. Biri, Ankaralı yazar Giray Kemer’in yaz başında çıkan öyküleri: “Olaylar Boksörün Pazı Sarmasını Yemesiyle Başladı.” Diğeri ise, ismiyle müsemma Aylin Balboa’nın daha bir iki hafta önce dağıtıma giren “Belki Bir Gün Uçarız” adlı anlatısı. Dövüşmekten vazgeçmemiş ama yumruklarını edebiyatta konuşturmaya karar vermiş iki genç yazar ilk kitaplarıyla ringe çıktılar. O zaman kırılıp dökülen kemiklerden, satılmış maçlardan, darbeleri savuşturma metotlarından, ve de en önemlisi şampiyonlardan söz etmenin zamanı gelmiştir.
Şampiyon deyince, illa ki kazananlardan söz edeceğimizi düşünmeyin. Bu kitaplarda tanışacağınız kişiler, en beklemedikleri anlarda yumruk yiyip yerle yeksan oluyorlar. Mezarlıklarda terk ediliyorlar, sakatlanıp dövüş dışı kalıyorlar, ölülere sarılmak isteyip sarılamıyorlar. Ana karakterler dışındakiler de kaybetmeye mahkum gibi görünüyor. Genç adamlar sevdikleri kızları başka erkeklere kaptırıyor, yeni evli kadınlar pencerelerde iç çekip ağlıyor. Arada bir gerçek şampiyonlar da çıkıyor gerçi. Ama onlar da bir gün uyuyup bir daha hiç uyanmıyorlar. 

Aylin Balboa’nın “Kramp” adlı hikayesinin anlatıcısı, motordan düşüp komaya giren abisini görebilmek için yoğun bakım monitörlerinin önünde bekliyor: “Günler geçiyor. Abim kameralara el sallamıyor, bu bir şaka değil. Yok be şakadır yine de, aklımız yerinden çıkmadan uyanırsa eğlencesi azalacak, iyice kanırttıktan sonra el sallar diyoruz. Ama Niyazi amca kesin ölür. Çünkü söylemiş miydim, Niyazi amca çirkin, üstelik katil, yetmezmiş gibi intihar etmiş. Benim abim şampiyon... Benim abim şampiyon... Benim abim şampiyon...”
Ama abiler uyanmıyor. Sevgililer dönmüyor. Ölüler bizimle konuşmuyor. Çünkü, Balboa gibi söylemek gerekirse: “Hayat satılmış bir maç, oğlum!”
Sürprizli dili ve kıvrak zekası ile, anlattığı mesele ne kadar dramatik olursa olsun, okuyanın yüzünde çiçekler açtıran Aylin Balboa, tabiri caizse, dans ederek dövüşüyor. Sözcükleri birbiri ardına dizerken o kadar çevik ve becerikli ki, bütün o darbeleri nasıl aldığına akıl erdiremiyorsunuz. Etrafınızda dönüp duruyor, birtakım akıl almaz ayak hareketleri yapıyor. Bu durum, özellikle “Tımarhane Notları” için geçerli. Tam kasvet basacak gibi olurken, size öyle bir şey söylüyor ki, gülesiniz geliyor. Kendinizi bıraktığınızda da, gülle gibi bir lafı hiç acımadan karnınıza çakıveriyor. Bazen başınızı tatlı tatlı okşadığını göreceksiniz. Sakın aldanmayın. Her an bir yerden bir yumruk çıkarabilir. Şimdiden söyleyeyim, bazen o yumruk boğazınıza da oturabilir.
Giray Kemer ise kelimenin tam anlamıyla bir ağır sıklet. Yeteneği çevikliğinde değil atmosfer kurma becerisinde. Yavaş olmaktan korkmuyor, çünkü biliyor ki bazen yumruklara direnmek için sadece olduğun yerde durabilmen gerekir. Durur durur, sonra iyi bir tane vurursun. Bir söyleşisinde, boksun edebiyatla ilgisi olmayabileceği imasına karşılık şunları söylüyor: “Bilakis öykünün boksla çok benzeştiğini düşünüyorum. Cortazar’ın dediği gibi romanda puanla kazanabilirsin ama öyküde knock-out gerekir. O noktada yakınlar. Hep beklenmeyen olur, her an her şey olabilir.”
Kemer’in öykülerinde sürprizli sonlar, dramatik finaller, inişli çıkışlı sahneler yok gerçi. Onun yerine kitabın her yerine sinmiş ağır bir yenilgi hissi var. Ritmi, kıvamı ve gitgide koyulaşan hüznü ile, üçüncü sınıf dumanlı bir barda boş masalara çalınan ağır aksak bir şarkıyı anımsatıyor. Türü de belki o kadar önemli değil. Neşet Ertaş da olabilirdi, Orhan Gencebay da. Ama bana kalırsa, bu kitap bir Ankara blues.

Dimitrakopulo bulamayıp onun yerine Erim şarabı içen, birbirinin “mimiklerini, konuşmasını, edeceği küfürleri, sigarayı tutuşunu, ne zaman gülüp ne zaman ağlayacağını” ezbere bilen erkeklerin aynı hikayeleri yeniden ve yeniden anlattığı sofralarda oturuyoruz. “Sarhoş iki erkeğin futbol konuşmasından daha romantik bir şey yoktur,” diyen Sedat ağabeyi duyuyoruz. Birinin anılarından fırlayıp geliyor ve o da sofraya oturuyor. Herkes hep bir dövüşten çıkmış gibi. Birbirlerinin yaralarına pansuman yaparken bile, hiçbir şey yokmuş gibi davranan, sanki dünya berbat bir yer değilmiş gibi davranan bu genç adamlara kulak veriyoruz.

“Hep arıyoruz ya... Aramasak aslında.”
Bir süre önce: “Kesince kanıyor ya... Kanamasa...” demişti.
“Ne çok şey istiyorsun,” diyorum.
“Haklısın,” diyor.

Islak saçlarına havlu dolayıp kahvaltı hazırlamaya girişen; eski sevgililerinin aldığı eldivenleri giyen; kalçaları dudakları kolları hep başkalarına ait olan kadınlar. Pis evlerde, havasız odalarda yaşayan, halı saha maçlarından ya da antrenmandan sonra bu kadınlara dair konuşan genç erkekler. Herkesin özel ve benzersiz olmak istediği ve kimsenin bunu başaramadığı hayatlar. Yani dayak atanların değil, dayak yiyenlerin hikayeleri bunlar. Tıpkı Balboa’nınkiler gibi. 

Edebiyat Haber’e verdiği bir söyleşide Aylin Balboa, isminin nereden geldiğini şöyle anlatıyor:Dünya vurdukça tamam diyorum abi büyüksün bi şey demedik. Fakat nefis dayak yiyorum. Soranlara ‘Balboa benim kızlık soyadımdır’ diyorum. Ama esasen Balboalığım bu dövülme kısmından gelir.”
Dayak yemek olur tabii de... Bir de kanamasa...




Edebiyatta Başak Burcu

BirGün Pazar
Eylül 2014


Tennessee Williams’ın en güzel oyunlarından biri olan İhtiras Tramvayı’nın gerilimli sahnelerinden birinde, hikayenin esas kadını Blanche DuBois kardeşinin kocası Stanley Kowalski’yle burcunu sorar. Henüz olaylar tamamen patlamamış, Blanche’ın özenle sakladığı uygunsuz geçmişi ortalığa saçılmamıştır. Onun için, Blanche’ın kendisini tedirgin eden bu kaba saba adamla konuşmaya çalışması şaşırtmaz bizi. Bir sohbet ortamı yaratarak gerilimi düşürmeye çalışmaktadır belli ki.
Cevap alamayınca genç adamın Koç burcu olduğunu tahmin eder, Blanche: “Koçlar güçlü ve dinamiktir çünkü. Gürültü patırtıyı severler. Eşyaları sağa sola fırlatmaktan hoşlanırlar.” Stanley (ki aslında bir Oğlak’tır) biraz canı sıkılmış bir şekilde “Peki, ya senin burcun ne?” diye sorar. “Ben mi? Ben bir Başak’ım,” diye cevap verir Blanche. “Başak (Virgo) bakirenin (virgin) burcudur,” diye ekler sonra.

Burçlar konusunda uzman olduğumu söyleyemem. Bu işe baş koymuş insanlar biliyorum. Onların yanında bana laf söylemek düşmez. Ama Başak burcunu tanırım. Etrafım onlarla sarılı çünkü. Onun için oyunun dramatik kurgusu açısından anlamlı olsa da (bu Güneyli kadın sonsuz bir genç kızlık fantezisi içinde yaşamaktadır, onun için bakire anıştırması yerini bulur), Blanche’ın “Ben bir Başak’ım” diye ortaya çıkması şaşırtır beni. Çünkü Blanche DeBois her şey olabilir ama Başak burcu olamaz.
Birincisi ve en önemlisi, kendine saygısı olan hiçbir Başak hayatının bu kadar dağılmasına izin vermez. Dağıtırsa da hemen titiz bir şekilde toplamaya girişir. Onun için hayat bir çalışma masası gibidir. Çalışma masasında da gereksiz karışıklıklara, fazlalıklara, yarım bırakılmış işlere yer yoktur. Başaklar aynı anda birkaç şeye birden odaklanmaktan hoşlanmazlar. Disiplinli, düzenli ve temizdirler. Blanche gibi gereksiz hayallerle de oyalanmazlar. Çünkü herkes bilir ki, hayal kuranlar hayal kırıklığına uğrayabilir. Başaklar bunu sevmez. Onlar önlerini görmek ister. Olasılıkları değerlendirir ve ona göre davranırlar. Gerçekçi ve pratiktirler.
Bundan romantik olmadıklarını çıkarmamak lazım tabii. Ama aşk hikayelerini bile belli bir ölçülülük içinde yaşarlar. Edebiyatın mutlaka Başak burcu olması gereken karakterlerinden biri Jane Eyre’dir mesela. Mesafeli, ağırbaşlı ve el değmemiş. Evet, Jane’in de başına birtakım acayip şeyler gelir. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu acayip şeyin adı Rochester’dır – ki o da muhtemelen Akrep falandır. Fakat romanı okuyanların gayet iyi hatırlayacağı gibi, Jane sağduyusu ve inceliği ile bu fırtınanın içinden sağ çıkmayı başarır. Hatta biraz hasarla olsa da Rochester’ı bile kurtarır. Bunu sadece bir Başak yapabilir bence. Romanın sonunda, her şey düzene girmiş, eşyalar ve insanlar olmaları gereken yere özenle yerleştirilmiştir. 

Gerçek şudur ki, bir Başak için evinin düzeninden daha önemli hiçbir şey yoktur. Başaklar evlerini önemserler. Orada buldukları emniyeti ve huzuru severler. Bunu kaybederlerse de yeniden tesis edebilmek için ellerinden geleni yapacaklardır. Tolstoy’un Karenin’i kesin Başak’tır mesela. Birçoklarının sandığı gibi sıkıcı ve “düz” bir adam değildir, Karenin. O da Jane gibi fırtınanın içinde kalmış, gemisini sağ salim karaya çıkarmaya çalışan biridir sadece. Evindeki düzeni bozulmuş, karısı bir başka adamla tehlikeli bir ilişkinin içine dalmıştır. Tolstoy, her zamanki ustalığı ile, bizi Karenin’in iç dünyasına sokar ve onun da aslında ne kadar incinebilir bir insan olduğunu gösterir. Hayatı şirazesinden çıkmış bu adam, aile düzenini geri istemektedir. Eski hayatına geri dönemezse, dünyanın kanunları değişecekmiş gibi gelir ona. Çünkü istikrar Başaklar için her şeydir. Ne var ki, romanın gidişatı açısından bunun o kadar büyük bir önemi yoktur. Karenin, Jane Eyre kadar başarılı olamaz.
Başaklar mükemmeliyetçidir. Aşık oldukları zaman bile aynı kusursuzluğu ararlar. Hatta denebilir ki, bir Başak kalbiyle olduğu kadar aklıyla da aşık olur. Sevdiği kişinin bütün özelliklerinin kendi beğenilerini tatmin ettiğinden emin olmadan bir ilişkiye girmek istemez. Böyle birini bulmak da çok zor ve hatta imkansızdır. Onun için belki de ancak bir ideale aşık olabilir. Hiç var olmamış birine. Bir edebi karaktere. Ya da bir hayalete. (Bu düş kurmak anlamına gelmez. Bir fikre bağlanmaktır daha çok.) Ama bir kere aşık olduktan sonra da bunu bir takıntı haline getirebilirler. Masumiyet Müzesi’nin baş kişisi Kemal böyle bir adamdır mesela. Büyük bir aşkla sevdiği Füsun’un aslında bir fikrin tezahürü olduğunu fark etmez. Füsun’a bağlanırken idealize ettiği bir kadın imgesine ve bunun yaratıcısı olan kendi zihnine zincirlendiğini anlamaz. Sonsuz takıntısı içinde, sevdiği bu kadına (ya da onun mükemmel görüntüsüne) dair ayrıntıları biriktirir de biriktirir.
Bir de evet, Başaklar toplayıcıdır. Pek bir şeyi atamazlar. Bir gün bir işe yarayacağından emindirler çünkü. (Bakın Kemal’in topladıkları müze oldu mesela. Kimsenin aklına gelir miydi? Hayır.) Temizlik yapmanın anlamı asla bir şeyleri atmak değildir. Başaklar için temizlik tasnif etmek demektir. Yerleştirir, düzeltir, saklarlar. Eşyalarla kurdukları duygusal bağ nedeniyle, onları atmanın anıları yok etmekle aynı şey olacağını düşünürler. Bir de, bir şeyi atarlarsa her şeyi atmaları gerekebilir. Bir yerden başladıkları zaman duramayabilirler. Başaklar bundan korkar. Onlar her zaman temkinli ve hazırlıklıdırlar. 

Son olarak, Başaklar korkutucu derecede zekidir. Olaylar arasındaki ilişkileri hemen görürler. Her şeyi fark eder ve hatırlarlar. Hiçbir detayı kaçırmazlar. Bir projeye girişmeden önce onlara danışabilirsiniz. Bütün hataları, tutarsızlıkları, eksiklikleri çıkarıp söyleyeceklerdir. Onları memnun etmek zordur bu açıdan. Ama zaten pek iyimser de sayılmazlar. İyimserlik kolay unutanlara özgü bir özelliktir çünkü. Başaklar, insan ruhunun kötülüklerini görmüş ve unutmamışlardır. İyi kalpli ve yardımseverdirler. Ama dünyanın bir gün iyi bir yer olacağına dair pek inançları yoktur. Agatha Christie’nin unutulmaz amatör detektifi Miss Marple da bence bütün bu nedenlerde Başak burcu olmalıdır. Bu geçkince hanım, en karmaşık suçları bile keskin gözlem gücü ve zekası sayesinde kolayca çözer. İyilik yapmak için her zaman hazırdır ama kötülüğü de gözünden tanır. Üstelik Miss Marple yalnızca zeki olmakla kalmaz, bir de kimi Başaklar gibi çok muzip ve sevimlidir.
Zavallı Blanche ise bunların hiçbirinin yakınından bile geçmez. Hayatının kontrolünü kaybetmiştir, hayal dünyasında yaşamaktadır ve temkinli olmaktan çok uzaktır. Üstelik evine bir daha hiç dönemeyecektir. Trajik bir karakter olması da biraz bundandır zaten.
Not. Böyle hafifmeşrep bir konuyu tercih ettiğim için bu seferlik beni hoş göreceğinizi umuyorum. Güneş Başak burcunu terk etmeden, hayatta ve edebiyatta Zodyak’ın bu köşesine düşmüş dostlarıma selam göndereyim dedim.

Pando'nun elleri...

BirGün Pazar
Eylül 2014

Üniversitedeki birinci yılımın sonunda bir bahar sabahı yataktan kalkamadım. Bir süre sonra yurt odası boşaldı. Herkes çıkıp derse gitti. Bense etrafımda olanları hayalle karışık izledim. O kadar çok ateşim vardı ki, pencereden giren rüzgarla hareket eden perdeyi canlı zannedip ona seslendim. Galiba su istedim ondan. Perde ruhsuz biriydi. Yanıma gelmedi.

Böyle kaç saat geçirdiğimi bilmiyorum. Bir zaman sonra beni yukarıdan çağırdıklarını duydum. Herhalde sıram geldi gidiyorum diye düşünürken, birden anladım ki kapıdan ismimi anons ediyorlardı. Bunun iki anlamı olabilirdi. Ya annem telefon ediyordu. Ya da birisi beni görmeye gelmişti. Nasıl başardıysam kalkıp merdivenleri tırmandım ve titreye titreye ana kapıya çıktım. Kapıda bir arkadaşım vardı. Derse gelmediğimi görünce merak etmiş, bir uğrayıp yoklamak istemişti.

Aynı arkadaşım beni önce revire, oradan da Beşiktaş’taki evine götürdü. Eve giderken taksi tuttuk. Bir Murat 131 geldi. Bu bile olayların ciddi olduğunun işareti gibi göründü bana. Beşiktaş’taki evde bir iki gün baygın bir halde yattım. Yataktan kalkacak hale geldiğimde, bizimkilerin tabiriyle, iğne yutmuş ite dönmüştüm. O kadar zayıf düşmüştüm ki, yürümekte bile zorlanıyordum.

İyileşir gibi olduğum günün sabahında, arkadaşım beni koluna takıp çarşıya götürdü. “Aslan gibi olacaksın,” dedi giderken, “Bulgar’ın kaymağı ölüyü bile diriltir.” “Sağol be,” diye terslendim, “İçimi rahatlattın.” Minnetimi ifade edemeyecek kadar gençtim. Ama arkadaşım bunun bir tür teşekkür olduğunu anladı. Elini omzuma attı.


O güzel bahar sabahında ağır aksak yürüyerek kaymakçıya kadar gittik. İçeri girene kadar ne kadar aç olduğumu fark etmemiştim. Dükkanın içinde süt teknesinin buharı vardı. Pando bal-kaymağını önümüze atınca, hepsini hop diye yuttum. Bir de peynir isteyecektim ama arkadaşım beni kaş göz hareketleri ile durdurdu. Doğma büyüme Beşiktaşlıydı. Pando’nun huyunu suyunu iyi biliyordu. Bu yaşlı adamın kendince bir düzeni vardı. Öyle elinizi kaldırıp bir şey isteyemezdiniz. Sırası gelince, o size yanaşıp soracaktı. Biz de bekledik. Sabrımızın ödülü olarak hem peynir hem de yumurta kazandık sonunda.

Sonraları müdavimi olduğum bu dükkanın adabını böylece öğrenmiş oldum. Pando acele edenleri sevmiyordu. Bir şeyler ısmarlamak istiyorsanız, sıranızı beklemeniz gerekiyordu. Dükkanın eskileri bunu bilip ona göre davranıyorlardı. Yeni yetmeler de eskilere bakarak öğreniyordu. Arada bir densizin biri çıkıp da parmak şaklatırsa ya da, Allah korusun, “Nerede kaldı benim yumurta?” diye bağırırsa, Pando’nun tepesi atardı. O zaman da mesela bir daha o adamdan tarafa hiç bakmazdı. Adam sonunda kendi kendine bağırıp çağırıp giderdi. Pando ise hınzırca güler ve işini bildiği gibi yapmaya devam ederdi.

Bir iki sene önce, üç kardeş yine Pando’ya kahvaltıya gittik. Biz uslu uslu tabaklarımızı beklerken, yakınlardaki plazalardan birinde çalıştığı belli olan çıtı pıtı bir kız dükkana girdi. Kaymak tezgahının önüne geçip durdu. Yolu kapattığının farkında değildi. Aslında galiba kendisinden başka hiçbir şeyin farkında değildi. Yüksek topuklarının üzerinde bir süre sallandıktan sonra sıkıldığına dair işaretler vermeye başladı. Erkek kardeşim koluyla beni dürttü ve “Seyret şimdi,” dedi. “Pardon, bakar mısınız?” diye öttü kız. Üçümüz de nefesimizi tuttuk. Pando hiç oralı olmadı. “Peynir istiyorum,” diye üsteledi kız. Sonunda bizimki yavaş yavaş döndü ve “Bu peynir var,” dedi. Elinde hayatımda gördüğüm en büyük kalıbı tutuyordu. Kız bir kalıba bir de Pando’ya baktı. “Kaç para bu?” diye sordu. Pando ona acayip bir rakam söyledi. Muhtemelen salladı. Kız önce, başka yerde daha ucuz diyecek oldu ama bir şey onu durdurdu. “Yarısını verin bari” diye karar verdi sonra. “Kesmiyoruz,” dedi Pando. “Yarısını verin, alacağım,” dedi kız. “Satmıyoruz,” dedi Pando. “Adama bak ya!” dedi kız. Ardından beyefendili efendimli birtakım cümleler kurdu. Ama bizimkinin onunla işi bitmişti. Arkasını dönüp bal-kaymak tabaklarını hazırlamaya girişti. Kız bir süre daha söylendikten sonra topuklarını vurarak çıkıp gitti. Pando yine kıs kıs güldü. Sonra da bize dönüp eliyle “Deli mi ne?” işareti yaptı. Biz de tedbirli bir şekilde sırıttık. Ne olur ne olmaz. İşin ucunda bal-kaymaktan olmak vardı.

Bu yaz hep uzaktaydık. İstanbul’a geri dönünce Beşiktaş’ta bir kahvaltı etmek istedik. Hem arkadaşlar da gelmişti. Hep birlikte güzel olurdu. Pando’yu dükkanın önünde gözü yaşlı bir şekilde otururken bulduk. “Biraz temizlik yapıyoruz. Dükkan şimdi kapalı,” dedi bize. Beşiktaş’ın en eski esnaflarından biri olan Pando’nun tahliye edilme tehlikesi ile karşı karşıya olduğunu duymuş ama inanmak istememiştik. Dükkanın içine şöyle bir göz atınca, masalarla sandalyelerin kaldırılmış olduğunu gördük. Süt teknesinden de buhar çıkmıyordu artık.

“Bizi göndermek istiyorlar,” dedi Pando. Sonra titreyen eli ile uzanıp elimi tuttu. Her şey çok garipti. Senelerce önünde çekinerek durduğum bu yaşlı adam ile bir süre aşıklar gibi el ele oturduk. “Doksan yaşına geldim,” dedi bana. “Ama karım bana iyi bakıyor. Herhalde daha yaşayacağım.” Burnuyla ileride bir noktayı işaret etti sonra. “Şu arkadaki sokakta doğdum ben.” Diğer elinde bir deste para tutuyordu. Muhtemelen son hasılatıydı. “Şimdi gideceksin diyorlar. Nereye gideyim?”

Pando’nun lekelerle kaplı kırış kırış olmuş ellerine baktım. Bu elleri kaymak koyarken, süt doldururken, peynir keserken ne kadar çok seyrettiğimi düşündüm. Hastalıktan kalktığım o günün sabahında dükkana ilk girişim geldi gözümün önüne. Aynı ellerin önüme bıraktığı o ilk tabağı görür gibi oldum. Boğazıma bir şey oturdu. Halimi sezmiş gibi, ayrılırken elimi okşadı, Pando. “Dükkan şimdi kapalı. Bir dahaki sefere gelir yersiniz,” dedi. “Bir dahaki sefere,” dedim ben de. Belki de başka bir sefer olmayacağını bile bile.

Uzun süre uzak kaldıktan sonra eve döndüm diye seviniyordum. Sonra düşündüm de, eve dönmek benim için Beşiktaş’a dönmek demek. Kambur’da çay içemeyince, Pando’da kahvaltı edemeyince, sevdiklerini bıraktığı yerde bulamayınca, evine dönmüş sayılır mı ki insan?

Wednesday, September 03, 2014

Latin Amerika Notları V - Kocakarı, Tekgöz ve Pepe'nin akıl almaz işleri...


Latin Amerika Notları V

Kocakarı, Tekgöz ve Pepe’nin akıl almaz işleri...

Bir Pazar günü yürüyüşten dönerken, Uruguay’ın devlet başkanı Jose Mujica’yı eski püskü Volkswagen’i ile trafikte beklerken gördük. Yanındaki koltukta karısı oturuyordu. Birbirlerine doğru eğilmiş mırıl mırıl bir şeyler konuşuyorlardı. Etrafta ne koruma ne de polis vardı. Kimse trafiği de durdurmamıştı. Işık yeşile dönünce yavaş yavaş köşeyi dönüp gözden kayboldular. Gezmeye çıkmış herhangi iki yaşlı insandan farkları yoktu. Üstelik bizden başka kimse dönüp bakmadı bile. Anlaşılan Mujica’nın Pazar gezmelerine herkes alışıktı.


Fakat bu durum sizi yanıltmasın. José Alberto Mujica Cordano, ya da Uruguaylıların ona hitap ederken kullandıkları şekliyle Pepe, aslında çok popüler biri. Küçücük bir ülkenin başkanı olmasına rağmen, dünya basınının gözü hep onun üzerinde. Bunda siyasi geçmişinin olduğu kadar, karizmatik kişiliğinin de payı var.

1960'larda ismini Küba Devrimi'nden alan “Tupamaros” adlı silahlı örgütlenmeye dahil olan Mujica, 1973 senesinde askeri darbe ile bölünen hayatının büyük bir kısmını hapiste geçiriyor. Darbeden sonra yıllarca çeşitli işkencelere maruz kalıyor ve ancak 1985’te Uruguay’ın yeniden demokrasiye geçmesiyle birlikte özgürlüğüne kavuşabiliyor. Hapisten çıktıktan sonra, eski silah arkadaşlarıyla bu sefer bir siyasi parti kuruyor. Mujica’nın liderliğini yaptığı Halk Girişimi Hareketi (Movimiento de Participación Popular-MPP) zamanla itibar kazanıyor ve 2004’te içinde yer aldığı sol ittifakın en güçlü bileşeni haline geliyor. Mujica, 2009’da bu ittifakın lideri olarak devlet başkanlığına aday gösteriliyor ve aynı senenin Ekim ayında, seçimlerin ikinci turunda, yüzde 52 oranıyla, yüzde 45 oranında oy alan merkez sağdaki Milliyetçi Parti'nin (Partido Nacional) adayı Lacalle'yi geçerek başkan seçiliyor.  

Burada geçirdiğimiz kısa süre içinde görebildiğim kadarıyla, Mujica halkın desteğini arkasına almış durumda. Onu eleştirenler bile ondan bazen gülümseyerek söz ediyor. Montevideo’da iki duvardan birinde ya “Pepe” yazıyor ya da MPP’nin bir sloganı göze çarpıyor. Mujica’nın bu kadar sevilen biri olmasında alçakgönüllü yaşantısının büyük payı var. Milliyetçi Parti’ye oy vereceğini söyleyen yaşlı bir satıcı, Mujica’ya verip veriştirdikten sonra “Ama maaşının yüzde doksanını halka bağışladığı doğru,” dedi. Onu fazla popülist bulan bir başkasına “Şov mu yapıyor peki?” diye sorduk. “Yok canım, adamın kendisi öyle zaten,” diye cevap verdi. Bir başka satıcı ise, “Mujica konuştuğu zaman herkes susar,” dedi.

Gerçekten de başkanın hitabet konusunda pek sıkıntısı varmış gibi görünmüyor. İlerlemiş yaşına rağmen diğer liderlerden çok daha ilham verici bir şekilde konuşuyor. Ama burada da kimi zaman sorunlar çıkabiliyor. Çünkü Mujica çok diplomatik biri sayılmaz. Bir taraftan Birleşmiş Milletler’de tüketim toplumunun harika bir eleştirisini sunan ve muhtemelen senelerce hatırlanacak müthiş bir konuşma yaparken, öte yandan gidip diplomatik bir skandala sebep olabiliyor.

Bunlardan bir tanesini, Mujica’nın aktif olarak desteklediği bir çocuk hastanesi projesinde çalışan bir iş adamından dinledik. Projenin gerçekleşmesinden kısa bir süre önce verilen toplantıya katılamayacağını söyleyen başkan şöyle demiş: “Çok isterdim ama gelemem. Kocakarı yine beni çağırıyor. Arjantin’e gitmem lazım.” “Aman Pepe,” demişler ona, “Bir kere daha aynı gafı yapma lütfen! Birincisinden ucuz kurtulduk zaten.”

Hikaye aslı şöyleymiş: Geçen sene Arjantin’de yapılan bir basın toplantısında mikrofonunun açık olduğunu fark etmeyen Mujica, Arjantin devlet başkanı Cristina Kirchner’e istinaden “Esta vieja es peor que el tuerto” (Bu kocakarı tekgözden bile kötü!) demiş. “Tekgöz” dediği ise eski Arjantin devlet başkanı ve Cristina hanımın rahmetli kocası Nestor Kirchner. Bu gafın üzerine akıllanacağını düşünür insan. Ama işte belli ki öyle olmamış. Hala sağda solda “kocakarı yine beni çağırıyor” diye dolandığına göre. Bize bu hikayeyi anlatan iş adamı yine de Pepe’ye toz kondurmadı. “Tekgöz, aslında o kadar da kötü bir laf değil,” dedi bize, “Yani İspanyolca söyleyince kulağa o kadar kötü gelmiyor.”


Arjantin devlet başkanı pek aynı fikirde değilmiş anlaşılan. Uzunca bir süre iki ülkenin arasında soğuk rüzgarlar esmiş çünkü.

Uruguaylılar başkanlarını gerçekten seviyorlar. Fakat onu eleştirmekten de geri durmuyorlar. Mujica’yı destekleyenler arasında, iktidara geldikten sonra beklentileri yerine getiremediğini düşünenler de var. Bir gazeteci arkadaşımız bize, MPP’ye dair en büyük hayal kırıklığının, çokuluslu madencilik şirketlerinin Uruguay’a davet edilmesi olduğunu söyledi. Bu büyük yatırımcılar, maden çıkarma işlemi tamamlandıktan sonra geride bir enkaz bırakıp gidiyorlarmış. “Toprak zehirleniyor. Bu alanlarda daha sonra ne tarım yapılabiliyor ne de hayvancılık,” diye ekledi, “Oysa Uruguay için ikisi de çok önemli.”

Uruguay’ın en büyük üniversitesi UdelaR’da hoca olan bir başka arkadaşımız, solun dünya algısının değişmesi gerektiğini ve Mujica’nın yaptığı en büyük hatanın eski usul solculukta ısrar etmesi olduğunu söyledi. “Ne demek istiyorsun?” diye sordum. “Baksana, hala ağır sanayiyi kuvvetlendirmek derdinde. Bunun uğruna ekolojik dengeyi bozmayı göze alıyor. Bu, yüzyılın başında belki affedilebilirdi. Ama artık mazeret kabul etmeyen bir hata,” dedi.

Onlardan yaşça daha büyük bir çift ise, Mujica’nın büyük umutlarla iktidara geldiğini ama en temel vaatlerini yerine getiremediğini söylediler. Partisini fırsatçılardan koruyamadığını ve bunun sonucu olarak kimi yolsuzlukların yeniden ortaya çıktığını anlattılar. Onlara göre asıl hayal kırıklığı yaratan şey buydu: Seneler sonra iktidara gelen solun kendisini yozlaşmadan koruyamayacak kadar güçsüz olması.

Uruguaylılar eleştiriden hoşlanıyor. Ulusal gururları pek hassas olan Arjantinlilerin aksine siyasi konuşmalarda kendilerini yerden yere vurabiliyorlar. Mujica da böyle bir özeleştiri geleneğinden nasibini almış olabilir.

Kendisi iyi ama çevresi kötü müdür? Yoksa başkan da bu yolsuzluklara göz mü yummaktadır? Bunları bilmemiz mümkün değil. Ama eski püskü arabasıyla sokaklarda dolaşan, hastanede ya da bankada herhangi bir vatandaş gibi sırasını bekleyen ve göze hoş görünmek için küçük çocuklarla fotoğraf çektirmeye ihtiyacı olmayacak kadar sevimli bir adam olan Mujica’nın eşi benzeri olmayan bir siyaset adamı olduğunu teslim etmek lazım. Onun her zaman Uruguay’ın Pepe’si olarak kalacağından ve halkı tarafından sevgiyle anılacağından şüphem yok.

Monday, August 04, 2014

Latin Amerika Notları IV - Büyü nereden geliyor?

BirGün Pazar
3 Ağustos 2014


Montevideo’da en büyük eğlencem otobüse binip bir yerden bir yere gitmek. Böyle deyince sanmayın ki, her şey harika işliyor. Hayır. Otobüsler köhne ve yavaş. Çoğu kez deli gibi gidiyorlar. Ama kalabalığa rağmen insanlar kibar, trafik İstanbul’a kıyasla çok daha rahat ve en önemlisi şehrin en uzak köşelerine bu şekilde ulaşmak mümkün. Üstelik okul saatleri içinde öğrencilere bedava.

Burada ulaşım ağırlıklı olarak otobüslerle yapılıyor. Eskiden troleybüs de varmış. Ama elektrik pahalanınca onları kaldırmışlar. Şimdi işi bizim halk otobüslerine benzeyen birkaç şirket yürütüyor. 1980’lerde İstanbul’daki otobüs yolculuklarını düşünün. Düşündünüz mü? Hani yuvarlak hatlı, koltukları harap, biletçileri iyice suratsız otobüsler. O görüntüyü tutun şimdi. Sonra üzerine vapurlardaki seyyar satıcıları ekleyin. Tamam işte. Buradaki otobüsleri elde etmiş oldunuz.

Seyyar satıcılar başlı başına hikaye aslında. Burhan Pazarlama’nın otobüs versiyonundan tutun da, azizlerin renkli resimlerini satanlardan, çiklet ve şeker tutanlara kadar her cinsi var. Ama benim en çok hoşuma giden müzisyenler oldu. Montevideo için uzunca sayılabilecek bir mesafe (en fazla 30 dakika) kat edecekseniz, kendinizi müzisyenlerin inip bindiği bir hatta buluyorsunuz. Gitarları ve bazen de bu kıtaya özgü telli bir çalgı olan “charango”ları ile otobüse atlıyorlar. Şarkılar genellikle bir durak sürüyor. Eğer durağı kaçırırlarsa ne gam! Biraz daha söyleyip öyle iniyorlar. Hepsi şoförleri tanıyor. Hatta selamlaşıp hal hatır soruyorlar.

Sokak müzisyenlerine dair fark ettiğim şeylerden biri şu: Asla rekabete girmiyorlar. Gösteri için her zaman sıralarını bekliyorlar ve birbirlerine karşı çok anlayışlı davranıyorlar. Hatta bazılarının, kendi gösterileri bittikten sonra gelen yeni müzisyenlere topladıkları paradan birkaç kuruş verdiklerini gördüm. Sembolik bir şeydi tabii. Ama biz gidiyoruz, sizin şansınız bol olsun gibi bir anlama geliyordu belli ki. Dayanışma güzel şey.

Ulaşım sistemine geri dönmek gerekirse, Montevideo’da bir yerden başka yere gitmek öyle korkunç bir macera sayılmaz. Hele İstanbul trafiğine alışık biri için keyifli bir seyahat bile sayılabilir. Yine de buradaki ilk günlerimizde, metro var mı diye bir bakındık. Buenos Aires’te karanlık ve eski püskü metro istasyonlarında beklemeye alışmıştık. Burada da otobüs yerine metroya binebileceğimizi düşündük.

Böylece metroyu aramaya başladık. İlk gün başarısızlıkla sonuçlandı. Ben bir yerde bir harita gördüğümden neredeyse emindim. Hatta Buenos Aires metrosunu çağrıştıran Subte tabelasını da hayal meyal hatırlıyordum. İkinci gün yine bulamayınca iyice meraklandım. Sonunda eve döndüğümüzde, internete girip bu meseleyi araştırmaya karar verdim ve böylece kendimi akıl almaz bir hikayenin içinde buldum.

Bulduğum sayfalardan birinde şöyle yazıyordu: “Montevideo bugün dünyanın büyük başkentleriyle, Londra, Milano ya da Rio de Janeiro ile, boy ölçüşebilecek bir metropoldür. İşte sonunda, Montevideo da kendi metro sistemine kavuşmuştur.” Altında da bir imza vardı: Estero Bellaco, Mühendis ve Montevideo Metro Şirketinin (CMM) Başkanı.

Montevideo metrosunun açılış töreninde sarf edildiği söylenen bu sözlerin altında ise tafsilatlı bir metro haritası yer alıyordu. Uruguay’ın başkentinin önemli noktalarını, yeraltından giden bir raylı sistem ile birbirine bağlayan bu haritada tam 13 değişik hat vardı. Kırmızı Hat kenti enlemesine kesiyor, Yeşil Hat ise sahil kısmını boydan boya kat ediyordu. Bunun dışında kentin nispeten eteklerinde kalan yoksul bölgeler için de birer metro hattı düşünülmüştü. Bu haritayı daha önce bir yerde gördüğümü hatırladım, ama nerede olduğunu çıkaramadım. Bunun dışında, bulduğum web sayfasında başka kent merkezindeki olmak üzere değişik metro duraklarının fotoğrafları ve hatta metronun yer üstünde ve altında görüntüleri vardı.

Bütün bunlar harikaydı elbette. Metro sistemi gerçek olsaydı tabii.

Biraz daha okuduktan sonra bunun bir sergiden alınma görüntüler olduğunu fark ettim. Montevideo’da metro falan yoktu. Muhtemelen daha uzun bir süre de olmayacaktı. Çünkü bazı hükümetler zeminin çok yumuşak olduğunu, bazı başka hükümetler de çok sert olduğu için kazılamayacağını iddia etmişlerdi. Sonuçta, hiçbir idare çok masraflı olacağı belli olan bu projenin altına girmek istememişti. Montevideo’nun metro düşü de böylece rafa kalkmıştı. Fakat kendini dünyanın büyük başkentleri ile aynı ayarda görmek isteyen Montevideo anlaşılan bu kadar kolay pes edecek değildi.

Uruguaylı bir reklamcı olan Marco Caltieri de bu hayali paylaşıyor olsa gerek ki, Montevideo Metrosu’nun daha önce bahsettiğim haritasını hazırlamış, açılış töreni konuşmasını yazmış ve hatta kimi teknikler kullanarak şehrin metro ile nasıl görüneceğini fotoğraflarla da göstermiş. Bütün bunlar kentin merkezindeki bir yeraltı salonunda büyük bir sergide halka gösterilmiş. “Montevideo’nun zaten yeterince sorunu var. Onun için hep birlikte sanki bu metro varmış gibi yapsak harika olmaz mı?” diye sormuş Caltieri. Valla Uruguaylıları bilmem ama kıtanın geri kalanını ikna ettiği kesin. Yazılana göre Şilili bir üretici firma Caltieri’ye ulaşıp metro için asansör satmak istemiş.

Bunları okuduktan sonra haritayı bir kez gözden geçirdim. Çok güzel çok kullanışlı bir haritaydı. O kadar ince detaylarla işlenmişti ki, gerçek olmayabileceği aklınızın ucundan bile geçmiyordu. Ama biraz dikkatlice baktığınız zaman, kentin doğu yakasına doğru giden tren hattının (U 32) son durağının adının Atlántida (yani Atlantis) olduğunu görebiliyordunuz.

Sonra bir de “büyülü gerçekçilik” nedir diyorlar? İşte budur.

Şimdi metrosu olmayan ama varmış gibi yapan bir kentte vakit geçiriyorum. Gerçek şu ki, metrosu olan ama hayal gücünü kaybetmiş bir şehirde yaşamaktan çok daha iyi geliyor bana. Bazen sadece insanlarla birlikte olmak istediğim için otobüse biniyorum. Seyyar satıcılar, müzisyenler ve ellerinde kitaplarıyla sahanlıkta durup gevezelik eden öğrencilerle şehrin merkezine doğru gidiyorum. Keyfim yerindeyse içimden de bir şarkı tutturuyorum. Güzel oluyor.  





Tuesday, July 29, 2014

Latin Amerika Notları III - Me duele, Palestina!

BirGün Pazar
27 Temmuz 2014

-->
Gazze’nin kim bilir kaçıncı kez ateş altında kalması karşısında en yüksek ses, yine bölgedeki komşularından değil, dünyanın ta öbür ucundan geldi.

Bir çoğu sosyalist hükümetler tarafından idare edilen Latin Amerika ülkeleri, İsrail yönetiminin saldırgan politikalarını kınayan sert açıklamalar yaptılar. Arjantin hükümetinin yaptığı resmi açıklamada İsrail’in uluslararası camianın çağrısına kulak vermeyerek şiddeti tırmandırdığı söylenirken, Brezilya’nınkinde silahsız sivillerin ve çocukların öldürülmesinin kabul edilemez olduğu belirtiliyordu. 2009 senesinde yine Gazze’ye yaptığı bir saldırı yüzünden İsrail ile diplomatik ilişkilerini sınırlayan Bolivya’nın açıklamasında “insanlık suçu” ve “soykırım” ifadeleri geçiyordu. Venezuela’yı zaten biliyorsunuz, köprüleri olduğu gibi attı. Bu kıtadaki ülkeler arasında en fazla Filistinli nüfusuna sahip olduğu söylenen Şili ise, İsrail ile ticari ilişkilerine son verdiğini ve büyükelçisini Tel Aviv’den geri çekmeyi düşündüğünü açıkladı.

Uruguay’dan da geçen hafta benzeri bir resmi açıklama geldi. İsrail’in Gazze Şeridi’ne saldırısını lanetleyen Uruguay yönetimi, kullanılan askeri gücün İsrail’e yönelik tehditle karşılaştırıldığında “orantısız” olduğunu ve bu saldırıların “onlarca sivil vatandaşın” ölümü ve yaralanması ile sonuçlandığını söylüyordu. Diğerlerinin çoğu gibi, bu resmi açıklama da bir an evvel bir ateşkese gidilmesini ve meselenin barışçıl bir şekilde çözümlenmesini talep eden bir çağrı ile bitiyordu.

Uruguay’da sadece hükümet düzeyinde değil sokakta da Gazze ile ilgili bir hareketlilik var. Bu meselenin günlük hayatın içinde yeri olduğunu anlamak zor değil. Kiminle konuşsak, bize ilk önce Türkiye’nin Gazze meselesine verdiği tepkiyi soruyor. Bayrakları yarıya indirdik, diyoruz biz de. Ne diyelim? Türkiye’de eylem yaptığını zannedenler, tuvalete Coca-Cola döker, Akdeniz Heykeli’ni parçalar ve Musevi vatandaşları taciz ederken, bölgeden bu kadar uzakta böyle bir duyarlılıkla karşılaşmak şaşırtıcı aslında. Orta Doğu sorununu salim kafayla konuşabilmek için, illa ki dünyanın öbür ucuna mı gitmek gerekiyor diye düşünmeden edemiyor insan.

Filistin meselesi burada da hassas bir konu gerçi. Uruguay’ın geniş bir Yahudi nüfusu var. Bu konuyu konuşurken her zaman dikkatli davranıyorlar. İsrail hükümetini eleştirirken, bunun bütün Musevilere ve hatta İsrail halkına dair bir konu olarak algılanmaması için azami özen gösteriyorlar. Eleştirileri her zaman İsrail’in politikalarına yönelik. Aslına bakarsanız, beni en çok etkileyen şey, siyasi açıdan bu kadar karmaşık bir meseleyi, onu genellikle bir çıkmaza doğru sürükleyen dini ve ırksal referanslarından soyutlayarak, insani bir sorun olarak dile getirmeyi başarabiliyor olmaları oldu. Konuşabildiğim Uruguaylıların söylediklerinden edindiğim izlenim şu ana kadar böyle.

Ama ne olursa olsun, burada Gazze ile dayanışmanın varlığı hemen fark ediliyor. Montevideo’da sokaklarda boyunlarına kefiye takmış dolaşan gençler görüyorum. Üniversitenin Sosyal Bilimler binasında Filistin ile ilgili pankartlar var. Gazze’ye saldırılar başladığından bu yana, burada irili ufaklı bir çok gösteri yürüyüşü düzenlendi. Bunlardan biri, birkaç gün önce Uruguay’ın en büyük üniversitesi olan Universidad de la Republica’dan yürüyüşe geçip İsrail Elçiliği’ne giden ve “Bu bir savaş değil soykırımdır” sloganı ile Gazze’de silahsız sivil halkın katledilmesini kınayan kalabalık bir gruptu.

Rebelarte! (Diren!) hareketinin düzenlediği bu eylemde, çoğu öğrencilerden oluşan göstericiler, Filistin halkına destek veren pankartlar taşıdılar. Fotoğraflardan görebildiğim kadarıyla, dünya kamuoyunu İsrail’i boykot etmeye çağıran ve sivillerin öldürülmesini kınayan dövizler çoğunluktaydı. Ama Filistin ile dayanışma içinde olduklarını gösterenler daha fazla aklımda kaldı. Bunların arasında, “Hepimiz Filistinliyiz!” “Seni duyuyorum, Gazze!” gibi dövizlerin yanı sıra, soykırımdan sağ kurtulanlar arasında olan İsrailli bilim adamı ve insan hakları savunucusu Israel Şahak’ın sözlerinin yazılı olduğu pankart da vardı: “Naziler bana Yahudi olmaktan korkmayı öğretmişti, İsrail ise bundan utanmayı öğretiyor.”

Gösteriden sonra buralı bir arkadaşımla konuşma fırsatım oldu. “Dünyanın öbür ucundasınız. Bu duygudaşlık nereden geliyor?” diye sordum ona. “Yoksuluz ve zayıfız. Yoksulun ve zayıfın halinden anlarız,” diye cevap verdi. “Bir de genç bir kıtayız biz” diye ekledi “Genç olduğumuz için umutluyuz. Dünyanın değişebileceğine, yanlışların bir gün düzeleceğine inanıyoruz.” Bir başka arkadaşım da Gazze’nin bir insanlık meselesi olarak Uruguay’da geçmişi olduğunu anlattı. “Uruguay her zaman Filistin’nin sesini duymuştur,” dedi, “Ama bu mesafeden ne kadar etkimiz oluyor, orası şüpheli!”



Bizden daha çok etkileri oluyordur herhalde. Uruguay’dan dünyanın geri kalanına bakınca insan elinde olmadan böyle düşünüyor. Burası elbette cennet değil. Kendi dertleri, büyük meseleleri var. Uyuşturucudan tutun da yolsuzluğa kadar bin çeşit sorunla uğraşıyorlar. Yoksulluk bunların en önemlisi ve can yakıcı olanı. Ama adaletsizlik burada hala bir yankı buluyor. Çünkü bir mücadele geleneğinden geliyorlar. Hiçbir şey kolay kazanılmamış belli ki. Bunun böyle olduğu da asla unutulmuyor.

İşte onun için, dünyanın bir ucundaki bu küçücük ülkede, insanlar Gazze için sokağa dökülebiliyor. Şallara sarınmış bir kadın, soğuk bir kış gecesinde üzerinde “Aldırışsız değilim. Acını hissediyorum, Filistin!” yazan pankartla sokağa çıkıp saatlerce yürüyebiliyor.


“Buralardan bir faydamız oluyor mudur acaba?” diye soran arkadaşıma anlatmayı unuttum. Ama size söyleyeyim bari: Mesafenin fiziksel olanından değil duygusal olanından korkmak lazım. Onlar aldırışsız değiliz diyorlar. Peki ya biz? Ölüme ve acıya karşı kayıtsızlığımızın çaresi var mı?

Haftaya daha güzel şeylerden konuşacağımızı umalım. Hepinize iyi pazarlar dilerim.