Friday, January 17, 2014

Yazının arka odası...

BirGün Pazar
12 Ocak 2014




Adorno, başyapıtı sayılan Minima Moralia’da yazarın metni ile ilişkisine dair şunları söyler:

“Yazar, bir ev kurar metinde. Kağıtları, kitapları, kalemleri ve evrakları bir odadan ötekine taşıyıp dururken yol açtığı kargaşanın aynısını düşüncelerinde de yaratır. Kah memnun kah huzursuz, içine gömüldüğü eşyalardır bu düşünceler. Onları şefkatle okşar, kullanır, eskitir, karıştırır, yerlerini değiştirir, tahrip eder. Artık bir yurdu kalmamış kişi için yaşanacak bir yer olur yazı. Orada, tıpkı vaktiyle baba evindeki gibi, çöp ve lüzumsuz eşyanın da birikmesi kaçınılmazdır. Ama şimdi bir kilerden veya sandık odasından yoksundur ve zaten bu artıklardan ayrılmak da kolay değildir. O da, sonunda sayfalarını hep ıvır zıvırla doldurmak pahasına, odadan odaya sürükleyip durur bunları.”*

İşte bunun için yazarı uyanık olmaya çağırır, Adorno. Yoksa sayfadan sayfaya sürüklenen bu fazlalıklar, metni tamamen ele geçirecek ve onu yavanlaştırıp cansız kılacaktır. Onun için, zamanla yazının içinde biriken ve amaçsız bir şekilde oradan oraya dolaşmaya başlayan bu kalabalığı söküp atmak gerekir. Yoksa yazara kendi yazılarında bile yaşanacak bir yer kalmayabilir.

BirGün’de neredeyse beş senedir yazıyorum. Yazıyla tedirgin bir ilişkisi olan biri için uzun bir zaman. Ama işte artık işler zorlaşıyor. Gitgide ağırlaşıyor. Haftadan haftaya yazının içinde biriken artıklar, çapaklar, oradan oraya sürüklenen fazlalıklar artıyor. Zaman geçtikçe insanın iyice gözüne batmaya başlıyor.

Böyle ciddi meseleler, daha çok yazının büyük ağabeyleri ve ablaları için geçerli zanneder insan. Romancılar, şairler, düşünürler... Ben onlardan biri değilim. Yine de yazma faaliyetinin birleştirici bir tarafı var. Ne yazarsanız yazın, bunu uzun süre yaptığınız zaman, kendinizi benzer bir durumun içinde bulabiliyorsunuz. Adorno’nun sözünü ettiği gereksiz birikintiler size de musallat olabiliyor. Kimi sözcükleri beğenip bolca kullanmış oluyorsunuz, bazı benzetmeleri tekrarlıyorsunuz, ya da aynı fikirler bir daha bir daha ortaya çıkıyor yazdıklarınızda. Hatta kişiler ve mekanlar, onlar bile yeniden belirebiliyorlar.

Hele bir de gazetede yazıyorsanız, yani güncel olayları yakından takip etmek zorundaysanız, işiniz daha da zor. Kişiler ve durumlar gibi, olaylar da kendini tekrar ediyor. Bu ülkede gündemi takip etmek zorundaysanız, bir karabasanın içinde yaşıyorsunuz demektir. Felaketlerin, haksızlıkların, katliamların yıldönümleri geliyor. Siz de onları yazıyorsunuz. Daha evvel defalarca yaptığınız gibi. Kötü bir rüyayı yeniden görür gibi. En doğru sözcükleri bulmaya çalışıyorsunuz. Bazen ilk kez yazdığınız zamanki duyguyu hatırlamaya çalışarak. Ama artık oraya dönemez ki insan! Aradan çok fazla sözcük geçti. Sayfalarca isyan, lanet ve yakarış geçti. Zamanla yeni bir şey söylemek olanaksızlaşıyor. Acı birikiyor, ağırlaşıyor. Bir noktadan sonra yazdığınız metinleri tanıyamaz oluyorsunuz. Fikirler tekrar edile edile soluyor, rengini yitiriyor.

Üstelik içten içe biliyorsunuz ki, ne yazarsanız yazın, her şey haksızlığın büyüklüğü karşısında cılız kalacak, hiçbiri yaşanan acıyı karşılamayacak.  

Hayatla aranız açılmış yani. Dünyada rahat edemiyorsunuz. Orada kendinize bir yer bulmanız güç artık. Çocukların ekmek almaya giderken başından vurulup sonra bir daha uyanamadığı, gencecik gazetecilerin “duvardan düştü” yalanıyla öldürülüp boş parklara atıldığı, hayatı yaşanır kılmak için uğraşan üç beş iyi insanın karanlık cinayetlere kurban gittiği, karnını doyurabilmek için sınırda kaçakçılık yapmak zorunda kalan delikanlıların “kusursuz” bir şekilde bombalandığı bir dünya sizin eviniz olamaz. Aslına bakarsanız, böyle bir dünya kimsenin evi olamaz.

O zaman “yersiz yurtsuz” birisiniz siz. Aynı Adorno’nun dediği gibi. Belki yazıda kendinize bir ev arıyordunuz. Ama o da, çok sık tekrarlandığı için anlamını kaybetmiş ifadelerin, daha paketi bile açılmadan bayatlamış kavramların, ya da sündürülüp sakızlaşmış sözcüklerin tehdidi altında şimdi.

Ama sorun sadece bu da değil. Bir de nasıl anlatacağınızı bir türlü bilemediğiniz için, ağır bir bavul gibi yanınızda sürükleyip durduğunuz şeyler var. Asıl anlatmak istedikleriniz, henüz yolunu yordamını bulamadıklarınız, dilini oluşturamadıklarınız. Ya da çok can yakıcı oldukları için yakından bakmaya cesaret edemedikleriniz. Onlar da zihninizi bulandırıyor. Adorno’nun dediği gibi, darmadağınık bir şekilde sürüklenip, sonunda yazının üzerinde kabuk bağlamaya başlıyor.

Bütün bunlarla nasıl baş edilir bilmiyorum. Herhalde yazmaya devam ederek. Olan biteni anlatacak yeni bir dil bulmaya çalışarak. Ama yoruldum. Artık yazılarımda nefes alacak bir yer bulmakta zorlanıyorum.

Müsaade ederseniz, bir süre daha aralı yazacağım. Yazının arka odasında birikenleri temizleyelim ve orada kendimize yeniden bir ev bulabilelim diye.


*Minima Moralia: Sakatlanmış Yaşamdan Yansımalar. Theodor W. Adorno. Metis Yayınları, 1998 - 278 sayfa.



Saturday, January 11, 2014

İyi notlar, küçük kardeşler ve ayak parmakları...

BirGün Pazar
29 Aralık 2013


-->


Çocuklardan çekinirim. Daha önce de söylemiştim. Aksi gibi onlar da nerede olsam gelip bulurlar beni. Onca insanın arasından beni seçerler. Muhtemelen onlardan sakındığımı sezdikleri için.

Geçen gün, Taksim’de bir kafede oturmuş sınav kağıtlarını okumaya uğraşıyordum. Mekan tıklım tıklım doluydu. Gürültülüydü de üstelik. Ben de iyice huysuzdum. Sene sonu okulla ilgili işler çok sıkışır. Bu sefer de öyle olmuştu. Öğrenciler kağıtları geç teslim etmişler, not verme işleri sarkmış, benim de canım iyice sıkılmıştı. Ayrıca kağıtları okumaya başlayınca görmüştüm ki, hepsi umduğum kadar iyi değildi. Yine de askerce bir görev duygusu ile dev kağıt yığınına el attım ve yavaş yavaş okumaya giriştim.

Başında her şey yolundaydı. Pencere kenarındaki yerime yerleşip kahvemi söyledikten sonra gürültüyü bile duymaz olmuştum. Ama bir ara kafamı kaldırdığımda en çok korktuğum şeylerden birinin gerçekleşmekte olduğunu fark ettim. Bir çocuk gözünü dikmiş bana bakıyordu. Sonra Boğaz vapuru gibi ileri geri gidip gelmeye başladı. Arada bir sağlı sollu masalara yanaşıyor, insanlar da ona kurabiye falan veriyordu. Beni görmesin diye kağıtların arasına iyice gömüldüm. Belli mi olurdu? Köşede iki öğrenci oturuyordu. Güler yüzlü ve cana yakın görünüyorlardı. Belki onlara giderdi.

Bunları düşünürken bir daha kağıtlara dalmışım. Az sonra sancak istikametinde çınlayan neşeli bir sesle kendime geldim: “Ne yazıyorsun?” Kafamı kaldırıp baktım. Annesinin özene bezene toplayıp tokalarla tutturduğu saçları açılmış, yüzüne gözüne dökülmüştü. Elinde sıkıp hamur haline getirdiği bir elmalı kurabiye tutuyordu. Üzerindeki pembe tişörtte bir bebek resmi vardı, altında da “Ben abla olacağım” yazıyordu.

“Mektup yazıyorum,” dedim. “Kime?” diye sordu hemen. “Yılbaşı hediyesi isteyen çocuklara,” diye cevap verdim. Elimdeki kağıttan okur gibi yaptım: “Bu sene size Minişler Karavanı’nı yollayamayız, çünkü hiç uslu durmadınız. Lütfen kusura bakmayın!” Hayretle yüzüme baktı. Sonra hiç tereddüt etmeden karşımdaki koltuğa tırmandı. Bir güzel yerleşip bacaklarını aşağıya sallandırdı. Ayaklarının yere değmesi için daha temiz bir yedi sekiz sene vardı.

İlgilenmezsem gideceğini düşünerek kağıtlara geri döndüm. Bir yandan da göz ucuyla ne yaptığını izliyordum. Bir süre pencerenin kenarında sessizce duran örümceği inceledi. Parmağıyla onu hareket etmeye zorladı. Ama örümceğin kıpırdamaya niyeti yoktu. Galiba o da benim gibi ölü numarasına yatmıştı. Ardından pudra şekerine bulanmış elleriyle ceketimi çekiştirdi. Cevap niyetine hafifçe inledim. Tepki verdiğimi görünce, “Noel Baba’nın sakalı var,” dedi. Meseleyi çözdüğü için rahatlamış görünüyordu.

Anlaşılan bu iş sandığım kadar basit değildi. Gözlüğümü çıkarıp masaya koydum. Kollarımı kavuşturdum. “Hediye işlerine artık biz bakıyoruz,” dedim sesime ciddi bir hava vermeye çalışarak “mesela bu sene bazı çocuklara hediye veremiyoruz, onun yerine kardeş geliyor.” Sonra özel güçlerimi fark etmesi için zaman verdim ona.
Gözlerini açıp bana bir daha baktı. Şaşkınlığı o kadar sevimliydi ki, neredeyse yelkenleri suya indirecektim. “Örümceklerin sekiz bacağı olur,” dedi birden, “öğretmenim söyledi.” Bu bilgiyle gurur duyduğu belliydi. Ama o kadar kolay pes edecek biri değildim. “Kardeşlerin on parmağı olur,” dedim karşılık olarak, “ayrıca ben de öğretmenim.” Şah ve mat. Sevimlilik falan bir yere kadardı.

Uzun uzun düşündü. Bu darbenin ağırlığını sindirmek ister gibiydi. “Benim kardeşim olacak,” dedi sonunda. “Biliyorum,” dedim. Gülümsedim. Önce ne yapacağını bilemedi. Sonra o da gülümsedi.

“Meliiiis!” diye seslendi annesi arkalardan bir yerden, “Teyzeyi rahatsız etme!” Fakat Melis’in gitmeye niyeti yoktu. Zaten kardeşi olacaktı. Derdi başından aşkındı. Ama benim de okunması gereken kağıtlarım vardı. Onu annesine götürmek için harekete geçtim. “Ne kadar uzun boylusun!” dedi ayağa kalkınca. “Ne sandıydın?” diye böbürlendim.

Annesine teslim edip geri dönerken, “İyi seneler, Melis!” dedim ona, “Umarım bu sene güzel hediyeler alırsın.” “Ayak parmakları da var,” dedi. “Kimin?” diye sordum. “Kardeşimin,” dedi.

Gitmeden önce, annesi ona üzerinde geyik işlemeleri olan bir bere giydirdi. Boynuna da bir atkı doladı. Sıkıca giyinip kapıya doğru ilerlediler. Ayrılmadan önce bana uzaktan şöyle bir baktı. “El salla teyzeye!” dedi annesi. Ama Melis el sallamadı. Ben de sallamadım. Sanıyorum ikimiz de bunu bir tür hafiflik olarak gördük.

Masama dönüp kağıtları okudum. İyi notlar vermeye çalıştım. Ne de olsa yeni yıl geliyordu. İnsan her zaman istediği hediyeleri alamayabilirdi belki. Yine de ufak tefek şeyler fena olmayabilirdi. İyi notlar, küçük kardeşler ve ayak parmakları gibi...



Masalcılar

BirGün Pazar
22 Aralık 2013

Siyasetin gündeminin baş döndürücü bir hızla değiştiği ve hepimizi sersemlettiği bu garip haftanın sonunda, eğlenceli bir pazar yazısını tercih edeceğinizi düşündüm. Onun için bu sayı için yaptığım planları bozmamaya ve size okuyucular üçlemesinin son ayağı olan “Masalcılar”ı anlatmaya karar verdim.

Çakal okuyucuları tarif ederken, okurlar dünyasında “yasadışı” sayılabilecek yollara başvuranlardan bahsetmiştim. Ardından da, sınırlı bilgi ya da algısına rağmen bir metne dair uzun uzun konuşabilenlerden oluşan bir başka kategori olduğunu söylemiştim: “Burası artık okuyucunun yazara dönüştüğü yerdir. Onun içindir ki, bu gruba “yazıcılar” ya da, sözlü edebiyat geleneğinden beslendikleri gerçeğini göz önünde bulundurarak, ‘Masalcılar’ diyoruz.”

İşte bugün onlardan söz edeceğiz.

“Masalcılar”ın çoğu çakal okuyucular gibi hinlik peşinde değildir aslında. Bir kısmının derdi daha çok okuduğu metinle ilişki kuramamak ya da yanlış ilişki kurmaktır. Bazısı okuduğu metni anlamaz ya da düpedüz yanlış okur. Çoğu kez bu o kadar temel bir algı kaymasıdır ki, yapacak pek bir şey yoktur. Bir arkadaşımın annesi kocasını kaybettikten sonra kendini okumaya vermişti. Ona kitap yetiştiremiyorduk bir türlü. Bir gün arkadaşım suratında garip bir ifadeyle çıkageldi ve annesinin “Dönüşüm”ü çok beğendiğini söyledi. Gregor Samsa için “Bayılıyorum bu çocuğa,” demiş. Verdik diğer Kafkaları da. Ne yapalım!

Bazısı ise, kendi gündemi çok ağır bastığı için olacak, ne okursa okusun hep aynı şeyi görür. Bu tip okuyucu da konuşmayı sevenler arasındadır. Ama önüne ne koyarsanız, size hep aynı şeyi anlatacağı için bir zaman sonra yorucu olabilir. Yine de bunun neşeli örneklerini görmüşlüğüm vardır. Mesela eski bir öğrencim, Platon okunan bir dersin sınavında aynen şunları yazmıştı: “Bütün düğünler kötü birer kopyadır. İdeal düğün diye bir şey olamaz. En azından bu dünyada.” İlginç bir örnek seçimi. Ama tam puan verdim, gitti. Sonuçta meselenin özünü kavramıştı.

“Masalcılar”ın bir başka türü, okuduğu şeye dair değil de okuma eyleminin kendisine dair konuşmaktan hoşlananlardır. Bunlar sizi yakalar yakalamaz, okumanın ne kadar güzel bir alışkanlık olduğundan, mutlaka çocuk yaşta edinilmesi gerektiğinden ve her koşulda okumayı başardıklarından söz açacaklardır. “Hobilerim arasında müzik dinlemek ve okumak...” diye sayıp dökenleri de bu gruba dahil edebiliriz. Bunlar anlamazlar ki, okuyucunun hası sabah akşam okumanın erdemine dair konuşmaz. Onun yerine okuduğu kitapla ilgili bir iki şey söylemeyi tercih eder belki. Ya da oturup düşünür, ne bileyim!

Ama en güzeli okumadığı kitaba dair konuşmak zorunda kalanlardır. İşte asıl beceri ve sanat burada yatar. “Masalcılar”ın en eğlenceli türü olan bu grubun ayırt edici özelliği, elindeki en küçük bilgiyi bile çekiştire çekiştire yufka gibi açıp bir kompozisyon haline getirebilmesidir. Daha önce de yazdığım gibi, hepsi arasında en yaratıcı olanlar onlardır. Ellerine iki satır olay örgüsü verin, onu allayıp pullayarak sayfalar doldurabilirler. Ben ne virtüozler gördüm, siz bilmezsiniz! Öyle beceriklileri vardır ki, onlara sadece öykünün adını verin, oturup dört başı mamur deneme yazarlar. Elleri titremez bile.

Bu grup için amaç, sayfayı bir şekilde doldurmaktır. Fakat herkesin yöntemi farklıdır elbette. Kimileri kategorilere başvurur: “Bu öyküdeki karakterler iki ayrılıyor: Kadınlar ve erkekler.” Kimileri totolojileri tercih eder: “Buzzati’nin Yedi Ulak adlı öyküsünde tam yedi ulak vardır.” Bazıları duygusaldır, okurken hıçkırıkları duyar gibi olursunuz: “Bu karakterin başına gelen kabul edilemez bir şey! Kim olsa isyan eder.” Bazıları doğuştan heyecanlıdır, Borges’in öyküsünden bahsederken kendini kaybeden şu öğrenci gibi: “Babil Kütüphanesi’nin duvarları bir harika!”

Başka bir grup ise, hangi konudan bahsedecek olursa olsun, insan tecrübesinin açıldığı ilk noktaya, hatta mümkünse zamanın başladığı ana geri dönmek ister: “İnsanlar özgürlük meselesini yüzyıllardır düşünüp durmaktadır.” Bazısı ise çözümü aynı fikri değişik şekillerde tekrarlamakta bulur: “Zihin-beden ikiliği Descartes’ın sorunudur. Sorunudur Descartes’in zihin-beden ikiliği. Ki sorsanız Descartes’a, o da size aynı şeyi söyleyecektir.” Kimi çaresizliğe kapılır ve bunu yansıtır: “Bu öyküde karakterin bir arayış içinde olduğunu görüyoruz. Kendini bulmak için uzun bir yolculuğa çıkmış. Ama bence pek bir şey bulamamış.” Kimi de son çare olarak yazara göz kırpar: “Zamanımızda küçücük bir öykü bile yazmak ne kadar zordur, ne kadar çok çaba ister!” O da olmazsa hocaya pas atar: “Sevgili hocamızın derste söylediği gibi, Hemingway’in üslubu üslupsuz olmasındadır.”

Senelerdir sınavda yapılan hataların arşivini tutuyorum. Bu örnekler de o arşivden. Umarım eski öğrencilerim bana kızmazlar. Ne de olsa bunların hepsi artık birer anı. Ayrıca ben “Masalcılar”ı seviyorum. Beni eğlendiriyorlar. Gerçek şu ki, onlar olmasa her dönem yüzlerce sınav kağıdını asla okuyamazdım.

Siyasetin masalcıları içinse aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Sahneyi bir an evvel terk etmeleri hepimiz için yeğdir. Komik bile değiller çünkü.