Monday, March 31, 2014

Hakiki Sahte Saatler

BirGün Pazar
30 Mart 2014

-->
Geçen kış yıllardan sonra ilk kez Efes’e gittim. Sakin puslu bir havaydı. Ortalıkta pek fazla insan yoktu. Sadece bir iki Japon turist grubu. Onlar da çok sessiz ve kibardılar. Bütün şehir bizimmiş gibi gezdik tozduk. Uzun uzun yürüdük, ağaçların altında oturup dinlendik, umumi tuvalete dair şakalar yaptık, kütüphanenin duvarlarına bakıp hayal kurduk.

Harabeler hep aynıydı tabii. Ama benim bu seferki tecrübem farklıydı galiba. Çocukluğumda defalarca gördüğüm bu mekana ilk kez kendimi bu kadar yakın hissettim. Hatta bir ara şehir canlıymış gibi geldi bana. Sanki bir köşeden togası ve sandaletleriyle soylu bir efendi çıkacak ve elimizi sıkıp bizi kent meydanına götürecekti.

Neyse ki böyle bir şey olmadı. Eski Yunancam berbattır çünkü.

Fakat başka bir şey oldu. Harabelerden çıktıktan sonra, çay içecek bir yer ararken, turistlere hediyelik eşya satan bir dükkanda şöyle bir tabela gördüm: “Hakiki Sahte Saatler.”

Tabelanın önünde uzun uzun durdum. Böyle bir ifadeye tav olmamak mümkün değildi. Hem komik, hem akıllı, hem de doğruydu. Evet, adam sahte saat satıyordu. Ama bunu bizden saklamıyor, göstere göstere yapıyordu. Dükkanın önünde neşeyle kıkırdayan iki Japon turist vardı. Onlar da bu mesajı almış olacaklar ki, tabelaya işaret edip gülüşerek içeri girdiler.

Efes’te gördüğüm bu tabela sık sık aklıma geliyor şimdi. Çünkü hiçbir şeyin masumiyetini koruyamadığı bu dünyada, en azından kendi sahteliğinin farkında olan bir yerden konuşuyordu. Artık lekesiz ve pürüzsüz bir hakikatin talep edilemeyeceğini teslim ediyor ve hiç olmazsa bu tespit için takdir bekliyordu. Dürüst ve cesur bir tutumdu bu. Bir saat alarak onu ödüllendirmeyi düşünür müydük acaba?

O gün harabeleri dolaşırken görebildiğim kadarıyla, Japon turistler de tam olarak bunu yapıyorlardı. Okyanus ötesindeki evlerine üzerinde Efes görüntüleri olan duvar saatleri ile döneceklerdi. Ya da belki kendilerine “hakiki sahte” bir Rolex alacaklar ve memleketlerine gittiklerinde arkadaşlarına bu tabelayı gülerek anlatacaklardı. Onlar bu ilanın gerçek muhataplarıydı. Saati değil, tabelanın sattığı eğlenceli fikri satın alıyorlardı aslında.

Bense bunu yapmak için fazla Türk’tüm. En fazla gülüp geçecek ve “Bravo valla adama!” diyecektim. Öyle de yaptım zaten.  Fakat şimdi fark ediyorum ki, saati değilse de lafı almışım yanıma. Bir sene kadar sonra hatırlamak ve yeniden kafamda evirip çevirmek üzere.

Aslında elbette, bu lafı önemsemeyebiliriz. Onu sadece cin fikirli bir girişimcinin muzipçe planlayıp sahnelediği bir oyun olarak görebiliriz. Satışları arttırmak için düzenlenmiş küçük bir numara, turistleri çekmek için düşünülmüş bir başka tuzak. Bunların hepsini söyleyebiliriz. Ve haklı da oluruz.

Fakat hakikatle kurduğumuz ilişkinin bir daha tamir olmamak üzere bozulduğu şu günlerde, bu lafın her zamankinden daha da anlamlı olduğunu düşünmeye başladım. Hiçbir şeyin sandığımız gibi olmadığı, bildiğimizi düşündüğümüz hikayelerin bile elimizde patladığı, tanıdığımızı umduğumuz insanların akıl almaz şeyler söylediği çılgın bir dönemden geçiyoruz.

Bundan önce aklımız başımızdaydı demek istemiyorum, yanlış anlaşılmasın. Hayatımız zaten matah değildi. Şehirlerde kısılmış olanlarımız, bir vakittir aynı sentetik hayatı sürdürüyoruz. Tavanı gökyüzü hissi verecek şekilde aydınlatılmış alışveriş merkezlerine gidiyor, ahşap görünümlü plastik sandalyelerde oturuyor ve çaya benzeyen kehribar rengi sıvılar içiyoruz. Arada biri kalkıp “Bu da çay mı yahu!” diyor. Ama sonra nasıl olsa unutuluyor. Yapay çimlerin üzerine yerleştirilmiş naylon çiçeklerle bezeli lokantalarda, tavuk olmayan tavuklar yiyoruz. Çocuklarımızı dört duvar arasında ekran karşısında büyütüyoruz. Başkalarının hayatlarını seyrettikçe onların da yaşamış kadar olacaklarını umuyoruz.

Bence bunların hepsi delice şeyler. Ama bize normal geliyor. Böyle yuvarlanıp gidiyoruz.

Fakat şimdi işler iyice zıvanadan çıktı. Sahtelik bile bambaşka bir boyut kazandı. Bazen birinin insan boyundaki karton modeli gerçeğinden daha çok prim yapabiliyor mesela. Hatta alkış bile alabiliyor. Demek derinlik sanıldığı kadar makbul bir özellik değil.

Gerçekten ölmek de öyle. Hiç tercih edilir bir durum değil. Bir televizyon dizisinde öldürülen evlat için günlerce yas tutanlar, gerçekten hayatını kaybeden bir başka çocuk için kıllarını kıpırdatmayabiliyor. Eğer yüzyıllarca önce şüpheli bir şekilde öldüyseniz, biri kalkıp sizin için suç duyurusunda bulunabiliyor. Ama gerçekten bir cinayete kurban gittiyseniz, sizi sevenlerin adaletin tecelli etmesini talep etmesi bir tür safdillik olarak algılanabiliyor.

Her şeyin görüntülerden ibaret olduğu, hiçbir şeyin gerçek olduğundan emin olamadığımız, çoğumuzun gündelik hayatını sosyal medya üzerinden gerçekleştirdiği bir hayat sürüyoruz. Sosyal medyada ortaya çıkan bir sahte isim bir iki hafta içinde memleketin en tanınan kişilerinden biri haline gelebiliyor, yüz binlerce takipçi edinebiliyor, sözü dinlenip ciddiye alınabiliyor. Hatta o kadar popüler oluyor ki, onun bile taklitleri çıkıyor. Böylece görüntüler sonsuz sayıda çoğalıyor ve izlenemez hale geliyor.

Öyle bir zaman ki, neye elimizi atsak dağılıp gidiyor, ne tarafa yaslansak arkası boş çıkıyor, kopyaların böğründen başka kopyalar fışkırıyor. Bir dala tutunup nefes almak istiyoruz. Bunu beğendim gitmesin kalsın diyesimiz geliyor. Ama nafile. Her şeyin cilası var. Söktüğünüz zaman altından hiç görmek istemediğiniz şeyler çıkıyor.

“Hakiki sahte saatler” meselesine gelince, bir daha Efes’e gidersek mutlaka bir tane alacağım. Neye güveneceğimizi bilemediğimiz bu günlerde bana bir sürü şeyden daha gerçek görünüyor.



Saturday, March 15, 2014

Hûn

9 Mart 2014
BirGün Pazar



Her gece uzun uzun rüyalar görüyorum. Zihnim fazla mesai yapıyor şu aralar. Gündüz sağdan soldan topladıklarıyla gece bir daha sergi açıyor. Her seferinde yepyeni bir tezgahta sunuyor onları. Bazen ucu bucağı görünmeyen yığınların üzerinden atlamaya uğraşıyorum, bazen etrafa dağılmış paketleri toplamaya çalışıyorum. Kimi zaman da birtakım bohçaları çözüp bağlıyorum.
Uyurken de çok tedirginim aslında. Gecede birkaç kez uyanıyorum. Sabahları gözlerimin altında koyu renk halkalar oluyor. Çoğu kez güne başlamakta zorlanıyorum.
Bütün bunlar sadece bana oluyor sanıyordum. Meğer öyle değilmiş.
Geçen gün bir arkadaşım rüyasında saatini geri almaya çalıştığını ama bir türlü başaramadığını söyledi. Birkaç dakika bile geriye gitse her şey düzelecekmiş ama yapamamış bir türlü. Bir başkası bağırmaya çalıştığı ama başaramadığı bir rüyayı anlattı bana. Hiç sesi çıkmıyormuş. Onun yerine dişlerinin arasından sular akmış. “Galiba gözyaşlarıydı,” dedi ürpererek. “Galiba ağzımdan ağlıyordum ben.”
Ben de bir süredir çiğneyip yutamadığım lokmalar görüyorum. Masada annemin yanında oturuyorum. Ağzımda büyüdükçe büyüyen bir lokma var. Herhalde balık yiyoruz. Kılçıklar ağzıma dilime batıyor. “Yutamıyorum,” diyorum anneme. Annem başımı okşayıp “Biraz daha çiğne,” diyor. Kılçıkların boğazımı yırttığını, içimi kanattığını hissediyorum. Gözlerimden yaşlar dökülüyor. “İçime hûn oldu, anne!” diyorum. Yine ondan öğrendiğim bir laf bu:  Hûn. Yani yara.
Yutamadığımız, sindiremediğimiz, bir türlü kendimize izah edemediğimiz şeyler var bizim. Bu kadar kadının hep birlikte rüya görmesi hayra alamet değil. İçimizde yaralar var.
Haftalardır akıl almaz haberlerle boğuşuyoruz. Kaygılıyız, tedirginiz. Gazetelerde okuduklarımız, televizyonlarda izlediklerimiz ruhumuzun ayarını bozdu, bizi düpedüz hasta etti. Öyle ki, artık adaletsizliğe alıştığımızı, kötü haberlerle şerbetlendiğimizi bile düşündük. Ama geçen hafta, hepimizi derinden yaralayan, ruhumuzu inciten bir şey oldu. Üstesinden gelemeyeceğimiz, bir daha kolay kolay unutamayacağımız bir şeydi bu.
Gözaltında gördüğü işkence ve uğradığı cinsel taciz sonucu intihar eden Onur Yaser Can'ın annesi Hatice Can kendini öldürdü. Bir anne evladının kaybına dayanamayarak kendi eliyle canını aldı. Geride bir çocuk ve bir acılı eş bırakarak bu dünyadan ayrılıp gitti.
Aslında hikaye neredeyse dört sene evvel başlamıştı. 28 yaşındaki mimar Onur Yaser Can, 2 Haziran 2010 yılında İstanbul Harbiye'de esrar satın aldığı iddiasıyla narkotik polisi tarafından gözaltına alındı. Onur, götürüldüğü Narkotik Şube Müdürlüğü'nde polisin işkence, cinsel taciz ve aşağılamalarına maruz kaldı. Avukatının söylediğine göre, daha sonra karakolda yaşadıklarını şöyle anlatacaktı:  “Gözaltında çırılçıplak soyuldum. Duvara yaslanmamı söylediler... Bir süre çömeltilerek bekletildim. Bu süreçte ağlayan, polislere yalvaran bir kişinin sesi dinletildi, tokatlandım, sözlü olarak aşağılandım. Polislerden biri beni telefonla emniyete çağırdı ve önceki ifademden farklı bir ifade imzalattılar. Muhbirlik yapmam söylendi.”
Bunları okumak bile insana ağır geliyor. İlk kez okuduğumda da aynı şeyi hissetmiştim. Onur Yaser Can’ın ölümünü ve ailesinin onun ardından girdiği hukuk mücadelesini hatırlıyorum. Ölüm ilanında annesi Onur’a “Ey oğul, maviş oğul” diye sesleniyordu. Aynı ilanda bir de fotoğraf vardı. Pırıl pırıl gencecik bir çocuk ta gözümüzün içine bakıyordu. Öyle güzel bakıyordu ki, bir süre sonra dayanamayıp gözlerinizi kaçırmak zorunda kalıyordunuz.
Bu hikayeyi takip edenler hatırlayacaktır: Onur’un ailesi, Narkotik Şube hakkında işkence ve cinsel saldırı suçlamalarıyla şikâyetçi oldu ama olaya karışan dört polis memuruna işkence suçundan takipsizlik kararı verildi. Ailenin, sorgu odasının kamera kayıtları ve bilgisayarların imaj kayıtlarının incelenmesi talepleri kabul görmedi.
Oğlunun ölümünden tam 3,5 sene sonra Hatice Can intihar etti. Bir pazar sabahı kahvaltıdan sonra gidip kendini balkondan attı. Gazeteler bunca zamandır sürdürdüğü hukuk mücadelesinden umduğu sonucu alamadığı için hayatına son verdiğini yazdılar.
Oğlu ruhundan işkencenin izini silemeyeceğini düşündüğü için kıymıştı canına. Arkadaşlarına böyle söylemişti. Onurumu incittiler, demişti. Annesi de aklından oğlunun gözlerini çıkaramadığı için gitti belli ki. Kendisine “Ben niye öldüm, anne?” diye soran gözlerini.
Hatice Can ve mavi gözlü oğlu ışıklı bir günde çekilmiş eski bir fotoğraftan bize bakıyorlar şimdi. Birbirlerine yaslanmış öylece duruyorlar. Kim bilir belki de huzurlu bir Pazar gününün rehavetiyle gülümsüyorlar. Hatice Can’ın yüzünde oğluyla ne kadar gururlandığının izi var. Onur’un gözleri ise, bir daha hiçbir Pazar eskisi gibi olmayacak diyor sanki.
Bu haberi okuduğumdan beri hep aynı şeyi düşünüyorum: Bütün bunları kendimize nasıl izah edeceğiz? Ruhumuzdan bu acıları nasıl temizleyeceğiz? Roboski’de bir hiç uğruna çocuklarını kaybeden aileleri, Gezi’de öldürülen evlatlarının davalarını takip etmek için şehir şehir dolaşıp duran anne babaları, senelerdir her hafta kayıplarını aramak üzere Galatasaray’da toplanan Cumartesi Anneleri’ni nasıl içimize sindireceğiz?
Bu ülkede adalet arayanlar için delirmekle ölmekten başka bir seçenek yok mu?
Hepimizi hasta eden bu korkunç hikayelerin sonu gelmeli artık. Çünkü bilin ki, bu lokmaları yutamıyoruz. Zihnimizde dönüp duran resimlerle her gün yenileri ekleniyor. Bunlarla başa çıkamıyoruz. Çiğnedikçe mayalanan lokmalar gibi ağzımızda büyüyorlar. Hatice Can’ın yüzü büyüyor, oğlunun gözleri büyüyor. Boğazımızı yırtıyor, göğsümüzü kanatıyorlar.
Her biri içimize hûn oluyor.



Saturday, March 01, 2014

Daktilo Silgisi

BirGün Pazar
23 Şubat 2014


Eskiden üniversitede bazı bölümlerde bitirme tezi adı altında uzunca bir makale yazılırdı. Bu son görevi tamamlamadan lisans eğitiminden mezun olamazdınız. Ancak tezi yazdıktan sonra rüştünüzü ispat etmiş kabul edilir ve okuldan hayata doğru yollanırdınız.

O zaman bilgisayar yaygın bir şekilde kullanılan bir araç olmadığı için hemen her şey elle yazılırdı. Okulda bir bilgisayar binası vardı ama orada mühendisler yaşıyordu. Sadece bir iki kez girebildiğim bu binada, bilim kurgu filmlerinden fırlamış gibi görünen bir oda vardı. Orada “ana bilgisayar” denen dev bir makina dururdu. Sonra yavru bilgisayarları da görmek kısmet oldu ama onları kullanmak için daha seneler geçmesi gerekecekti.

Bazı havalı şahıslar ödevlerini daktilo ile yazarlardı. Ama ben tez yazma zamanı gelene kadar bütün ödevlerimi bilek gücüyle yazdım. Uzun kuyruklu harfleriyle hiçbir yere sığmayan elyazım da böylece ehlileşti ve makul boyutlara indi. Dolmakalem kullanmaya da o zaman alıştım ve bu adeti hiç bırakmadım. Babamın o dönemde hediye ettiği kalemi şimdi de sınav kağıtlarını okurken kullanıyorum.

Fakat işte bütün öğrencilerin başına gelen şey sonunda beni de buldu. Tez yazma zamanı geldi ve bir daktilo bulmak gerekti. Ödevler falan oluyordu da, tezin elle yazılmayacağını birinci sınıflar bile bilirdi.

Birkaç hafta yana yakıla daktilo aradım. Sonra bir gece o zamanlar sahaflık yapan sevgili bir arkadaşım elinde bir kutuyla kapıda belirdi. Kutunun içinden biraz hırpalanmış bir daktilo çıktı. Küçük güzel bir Triumph’du bu. Gri çantasının üzerinde yağlıboyayla yazılmış bir numara vardı. Sonradan öğrendiğime göre, daha evvel okulda bir gözaltı olmuş ve polis bildiriyi yazanlarla beraber daktiloyu da içeri almıştı. Böylece bizim daktilo birkaç çizikle birlikte bir de sicil numarası kazanmıştı.

Dünyanın en ince düşünceli insanlarından biri olan arkadaşım, daktilo ile birlikte bir de kitap getirmişti bana: Kendi Kendine Daktilo Dersleri (Bakmadan On Parmakla Hatasız Metotla). Galiba daktilografiyi esas tutan meslek liselerinden biri için hazırlanmış bir kitaptı bu.

Sabıkalı daktilo ile maceralarımız böyle başladı. Bir hafta on gün kadar çabaladığımı hatırlıyorum. Her sabah kalkar kalkmaz kitabı açıyor ve daktilo derslerini çalışıyordum. Aynı seslerden oluşan birtakım saçmasapan cümleleri art arda yazdım durdum. Fakat sonra baktım ki olacak gibi değil. Böyle giderse tez asla yetişmeyecek. Bunu anlayınca oturup kafama göre yazmaya başladım. Sonuçta “Bakmadan On Parmakla Hatasız Metotla” kısmı hikaye oldu ama lisans tezimi yazıp bitirdim. Hem de daktilo marifetiyle.

Küçük Triumph’un her türlü numarasını bu süreçte öğrenmiştim. Mürekkebi biter gibi olunca şeridi geri sarmayı, birkaç kopya yazmak istiyorsam karbon kağıdı kullanmayı ve tuşlara yanlış basınca karışan çubukları zarar vermeden birbirinden ayırmayı başarabiliyordum.

Daktilonun asıl eziyetli tarafı bazı harfleri silik basması, bazılarını da hiç basmamasıydı. Benim yaptığım hataları da üzerine koyarsanız, daktilo edilmiş her sayfanın sonradan iyice bir gözden geçirilmesi gerekiyordu. Hep silik çıkan “g” harfini elle tamamlıyor, neredeyse hiç görünmeyen “e”lerin üzerinden birer birer kalemle geçiyordum. Fakat en fenası hatalı basılmış harfleri ve sözcükleri düzeltmekti. Elektrikli daktiloların kaset şeklinde şeritleri ve ona uygun silicileri olurdu. Fakat eğer mekanik daktilo kullanıyorsanız, eski usul daktilo silgisi ile başbaşa kaldınız demekti. 

Daktilo silgisi kurşun kalemsilgisine benzemez. Yumuşak ve rahat kullanımlı kurşunkalem silgilerinin aksine, kumlu ve sert bir malzemeden yapılmıştır. Sayfanın üzerindeki inatçı mürekkebi sökmek için böyle bir şeye ihtiyacınız vardır çünkü.
İzlediğiniz yol kabaca şöyle bir şeydir: 1) Hata yaptığınızı fark edince iç geçirmek, 2) Serbest tuşuna basıp şaryoyu sağa doğru kaydırmak, 3) Silindiri birkaç diş çevirip yukarıya döndürmek ve hatayı görünür hale getirmek, 4) Şerit yeni ise önce yumuşak silgi ile silip boyasını almak, 5) Sonra daktilo silgisi ile olaya müdahale etmek,
6) Kağıdı yırtmak, 7) Küfrü basmak.

Likit düzelticiler ortaya çıktığında ne kadar sevindiğimi söylememe gerek var mı?

Doğruyu söylemek gerekirse, daktilo silgisi ile giriştiğim her teşebbüs kağıdı yırtmakla sonuçlanmıyordu. Kimi zaman da hatayı düzeltmek mümkün oluyordu. Ama ne yaparsam yapayım kağıtta silmeye çalıştığım sözcüğün hafif bir gölgesi kalıyordu. Çünkü aslında yaptığım şey, kağıdın derisini yüzerek yazdıklarımı oradan sökmeye çalışmaktan ibaretti. Bazen deriyi kazıyordunuz ama izi kalıyordu işte.

Geçenlerde daktilo ile yazdığım bir makaleyi buldum. Öğrencilik yıllarından kalma acemice bir yazı. Daktilo silgisi ile defalarca üzerinden geçilmiş. Kimi yerler aşınmış, kimi sayfalarda mürekkep dağılmış. Ama hataların izlerini fark etmek mümkün. Dikkatle bakarsanız, sözcüklerin altında başka sözcükler olduğunu bile görebiliyorsunuz.

Daktilo silgisini böyle hatırladım. Artık arkaik bir nesne haline gelmiş bir ofis malzemesiyle duygusal bir bağım olduğunu düşünmenizi istemem. Ama bu silginin benim için bir silgiden fazlası olduğunu söylemeliyim. Daktilo silgisi değerli bir bilgiyi taşıyordu, çünkü bana yazdığım hiçbir sözcüğü gerçekten silemeyeceğimi söylüyordu. Yazdığım her şey ortadaydı. Kusurlu ve eksik bile olsa onu tamamen yok etmek mümkün değildi. Gölgesi kağıtta kalacak ve metni tehdit etmeye devam edecekti.

Biliyorsunuz, şimdi işler çok farklı. Artık silebiliyorum. Hem de her şeyi. Bilgisayar bu işe yarıyor. Bu sayfaya yazdıklarımı da sildim. Çoğu artık burada değil. İnsanın derisini yüzen tecrübelere dair yazmıştım mesela. Bizi sonsuza kadar yaralayan tecrübeleri anlatmak istiyordum. Ama hemen sildim. Sonra da unuttum hepsini.

Arkalarında hiçbir iz bırakmadan kayboldular. Zamanla solup giden rüyalar gibi.