Tuesday, May 20, 2014

Kadınlar ve Düşmanları

BirGün Pazar


Anton Çehov “Küçük Köpekli Kadın” adlı öyküsünün başında kırklı yaşlara yaklaşan geçkince bir çapkın olan karakteri Gurov’u şöyle tarif eder:

“Uzun zamandan beri karısına sadakatsizlik etmeye başlamıştı ve muhtemelen bu yüzden kadınlardan hep kötü biçimde söz ederdi. Ve kadınlar hakkında konuşurken onlardan “ikinci sınıf cins” diye bahsederdi.”

Gurov’a öyle gelir ki, kadınlardan yana çok çekmiştir. Onları yüzeysel, kaprisli ve güvenilmez bulur. Ama yine de “ikinci sınıf cins”ten iki gün bile uzak kalamaz. Onunla karşılaştığımızda, gençliğini birbirine benzeyen geçici ilişkilerle harcamış, canı sıkılmış ve yorgun bir adamdır. Moskovalı zenginlerin kaçamak ilişkiler için uğradıkları Yalta’ya yine “avlanmaya” gelmiştir. Kadınlar olmadan bir hayat düşünemez çünkü. Sadece erkeklerden oluşan bir cemiyette sıkılır ve suskunlaşır. Ama etrafında tek bir kadın bile olsa, birden canlanır ve onu etkilemek için değişik oyunlara girişir:  “Görünüşünde, karakterinde, tüm tabiatında kadınları cezbeden ve sıkılınca onları başından savan çekici bir şeyler vardı, bunu biliyordu ve bir güç sanki onu da kadınlara doğru çekiyordu.”

Gurov’un kişiliğinde kadın düşmanlarının çok incelikli bir tarifini buluruz. Bu karakter birçok kadına tanıdık gelecektir. Kadınların aşağılık bir cins olduğuna inanan, onlardan gizli gizli nefret eden ama ancak bu ilişki içinde var olabilen erkekler sanıldığı kadar nadir bir tür değildir. Üstelik çoğu kez kaba saba adamlar da olmazlar. Çehov, her zamanki ince görüşü ile şu gözlemini dile getirir: Kadın düşmanları aslında çekici adamlardır. Flörtçüdürler. Tatlı dillidirler. Hatta bazıları Gurov gibi kendilerini bu konuda uzman addederler. Kadınların etrafında fır döner, onları iltifatlara ve hediyelere boğarlar. Bu da kadınlara çekici gelir. Böylece kendilerini, karşılarına çıkan erkeğin arıza derecesi ile orantılı olarak, küçük düşürülmekten öldürülmeye kadar uzanan bir felaketler zincirinin içinde bulurlar.

Geçtiğimiz hafta gazetelerde korkunç bir haber okuduk. Muğla'da genç bir kadın, nişanlısı tarafından sokak ortasında dövülerek öldürüldü. Olaya tanık olanların ifadesine göre, yolda yürürlerken adam kadını birdenbire dövmeye başlamış, “tekme ve yumrukla saldırmış” ve kadın yere düştükten sonra hırsını alamayıp başını defalarca kaldırıma vurmuştu. Gazetedeki haber, genç kadının çevredekilerin müdahalesiyle hastaneye kaldırıldığı ama bütün çabalara rağmen kurtarılamadığı bilgisiyle sona eriyordu. Bir de fotoğraf vardı. Altında “mutlu günlerinde” yazmıyordu. Ama yazabilirdi pekala. Çünkü gülümseyen bir adam ve kadın birlikte objektife bakıyorlardı. 

Fotoğrafa uzun uzun baktım. Adamın suratında cani olduğuna dair bir iz aradım. Bulamadım. O genç kadın da bulamamıştı muhtemelen. Kafasını kaldırıma çarparak parçalayacak adamı görmemişti bu yüze baktığında. Kendisini seven, sahiplenen, belki biraz fazla talepkar, belki biraz asabi (kavga kıskançlık yüzünden çıkmıştı) ama “özünde iyi biri”ni görmüştü. Ne kadar yanılmıştı!

Bütün kadınlar yanılır. En az bir kere. Bu genç kadının korkunç hikayesini okuyup burun kıvıranlar, tedbirsiz davrandığı için başına gelenleri hak ettiğini düşünenler, “Bu psikopatı nasıl olmuş da hayatına sokmuş?” diyenler oldu. Sosyal medyada ve gündelik konuşmalarda bunun örneklerine şahit oldum. Bunları söyleyen kadınlara geçmiş tecrübelerini gözden geçirmelerini öneririm. Böyle bir felaketle sonuçlanmamış olsa da, kendi hikayelerinde benzeri bir şiddetin işaretlerini bulacaklardır. Hayatlarına temas etmiş irili ufaklı kadın düşmanlarını hatırlayacaklardır. Çünkü şişkin egoları, kafa karıştırıcı duygusal git-gelleri, akılalmaz talepleri ve “yüksek idealleri” ile bu adamlar her yerdedir. Hepsi canınıza kast etmez belki. Ama mutlaka sakatlarlar. Kimi zaman bedeninizi, kimi zaman da ruhunuzu.  

Kadın düşmanlarını tanımak o kadar da zor değildir halbuki. Kendilerini hemen ele verirler. Bir kadın düşmanı, sizi baştan çıkarmak için elinden geleni yapacaktır. Yanınızdan bir dakika bile ayrılmayacak, elinizi tutup gözlerinizin içine bakacak ve size dair büyük planları olduğunu hissettirecektir. Bunca kadın arasından sizi seçmiştir. Bundan mutluluk duymanız ve onun ilgisine layık olmanız gerekir. Fazla düşünmenize, o “küçük kafanızı yormanıza” gerek yoktur. O zaten sizin her şeyinizle ilgilenecek, neyi nasıl yapmanız gerektiğini söyleyecek, bütün hayatınızı tanzim edecektir. Hangi kıyafetleri giyebilirsiniz, kimlerle görüşebilirsiniz, nasıl yaşayabilirsiniz, bunları size o söyler. Siz de yaparsınız. Onun büyük aşkına karşılık bu kadarcık fedakarlık nedir ki?

Bir kadın düşmanı size asla güvenmez. Ona olan sevginizi her gün hayatınızın başka bir köşesinden vazgeçerek kanıtlamanızı bekleyecektir. Fazla parlamanıza, dikkat çekmenize, başkalarının ilgisine mazhar olmanıza tahammül edemez. İşler istediği gibi gitmezse, bir çocuk gibi surat asabilir. Daha ileri aşamalarda olay çıkarır, sizi toplum içinde rezil etmekle tehdit eder, hatta rezil eder de. Kadın düşmanları yanlarındaki kadını aşağılamaktan büyük keyif duyarlar. Sadece yanlarındaki kadını değil, bütün kadınları her fırsatta küçük düşürmekten hoşlanırlar. Trafikte kadınlara saldırgan davranlar, her fırsatta kadınlar hakkında ucuz şakalar yapanlar, başarılı kadınları özellikle hedef göstererek konuşanlar onlardır.

Mağdurdurlar. Hep mağdurdurlar. Bütün dünya onlara karşıdır. İstekleri hiçbir zaman yerine gelmemiş, beklentileri karşılanmamış, başarılar hep başkalarının olmuştur. Sizden onları hemen toparlamanızı, onarmanızı, sağaltıp düzeltip yeniden dünyaya salmanızı beklerler. Sadakatsizdirler. Değillerse bile ilişkinin kontrolünü ele alabilmek ya da kaybetmemek için öyle oldukları hissini yaratırlar. Belirsizlik kadınları tedirgin eder. Onlar da bu tedirginlikten beslenirler. Gözünüzün önünde başka kadınlarla flört etmeye kalkmaları bundandır. Sorumluluk almazlar, davranışlarının neticelerini kabul etmezler, asla özür dilemezler. Katil bile olsalar “kader kurbanı”dırlar. İki kadının canına kıydıktan sonra üçüncü kurbanlarını aramak için bir evlilik programına çıkabilirler. Karılarını “her zamanki kadar dövmüş”ler, o gün oracıkta ölüvereceğini akıllarından geçirmemişlerdir. Onların suçu yoktur. Hiç olmamıştır. Masumdurlar.

Kadın düşmanları her yerdedir. Herhangi birimizin koynunda, evinde, iş yerinde olabilirler. Hepsi Çehov’un karakteri kadar karmaşık ve derin değildir elbette. Gurov, öykü içinde değişir, dönüşür ve kendinin farkına varan bir adam haline gelir. Kadın düşmanlarının çoğu bunun yakınından bile geçemez. Genellikle size cepheden saldırıp kinlerini üzerinize boşaltmaya kalkacaklardır. Kiminin elinde sopa vardır, kiminin kalem. Dikkatlice bakarsanız en iyi gizlenmiş olanları bile tanıyabilirsiniz.


Emanet Şehir


BirGün Pazar

Levent Cantek’in senaryosunu yazdığı ve Berat Pekmezci’nin çizdiği Emanet Şehir, kırklı yılların sonunda Ankara’da geçen bir hikaye.

Bir gün yazar olmak hayaliyle yaşayan Şekip, bütün parasını kadınlara ve içkiye harcayan “sefih bir adam”dır. Hikayenin başında, “daireye pek uğramadığı” için başka bir kente sürülmek tehlikesi ile karşı karşıya buluruz onu. Halbuki Şekip, derbeder arkadaşı Şair Orhan’la gittiği meyhanelerden, bu küçük çevrede dönüp duran edebiyat sohbetlerinden, Ankara’nın gece hayatından, pavyonlarından, barlarından memnundur. Gündüzleri caddeleri dolduran şapkalı zarif kadınları da, geceleri kuytularda bekleyen fahişeleri de aynı tutkuyla sever. Bu şehri terk etmek, onun için umutlarını hayallerini geride bırakmak anlamına gelecektir.

Şekip bunu göze alamaz. Bu şehir onun değildir. Ama en azından bir köşesinde yer bulup yaşayabilmiştir. Gittiği şehirde muhtemelen bunu da bulamayacaktır. Sonunda, kendisi gibilere emanet edildiğini düşündüğü Ankara’da kalabilmek için bir yalan uydurur. Roman bu yalan üzerinden açılır ve olaylar gelişir.

Emanet Şehir, hepsi Şekip’in çevresinde toplanan diğer karakterler sayesinde, Ankara’nın bir dönemini gözler önüne seriyor. Hiçbiri birbirine benzemeyen bu bir avuç insan, yalnızca hikayeyi zengin ve akıcı kılmakla kalmıyor, Ankara’da aynı anda hüküm süren farklı hayatlara da göz atmamızı sağlıyor. Pavyon kadını Emel, amirin kızı Fahriye, Şair Orhan, Hacıağa’nın oğlu Faik, komünist Zeki Abi, yeraltı insanlarından biri olan Fakir Şükrü ve adamı Paçacı...

Bütün bu karakterlerin, hikayenin atmosferini sağlamlaştırmak için kullanıldığını görüyoruz. Yazar, hiç olmayacak kişileri yan yana getiriyor. Farklı Ankaraların birbirini görmesini, birbiriyle konuşmasını sağlıyor. Öyle ki, romanı okurken bunun aslında teker teker insanların değil, onların bir süreliğine “emanet aldığı” şehrin hikayesi olduğunu hissediyoruz.

Kitabın arkasında, bu senaryonun yazılış macerasının nakledildiği bölümde, bu hissimizde yanılmadığımızı anlıyoruz. Burada yazar, bu hikayeye ilham verenin kentin kendisi olduğunu anlatıyor. Kırklı yılların sonunda, büyük bir değişimin eşiğindeki Ankara’yı anlatmak istemiş. Demokrat Parti’nin sahneye çıkışından hemen önceki bu dönemin özellikle ilgisini çektiğini söyledikten sonra, şehrin el değiştiriyor olduğunun işaretlerini romanda da bulabileceğimizi de ekliyor:

“İyi polisiyelerde ‘parayı izleyeceksin’ derler ya… Mülkiyet değişimi olmuş, birileri satın almıştı bu evleri, o malları, o iş yerlerini… Eski Yahudi mahallesinde gezinirken, şimdi para etmeyen o lüks apartmanlara bakarken bunu düşünürdüm.”

Levent Cantek, bu noktada hikayeye yan karakter olarak eklediği kişilerden birine daha yakından bakmamızı istemiş: Adanalı bir zenginin oğlu olan Faik. Hayatta “karı-kız işlerinden” ve gezip tozmaktan başka hiçbir kaygısı olmayan genç adam bu. En azından başında öyle görünüyor. Zevzek ve tatsız bir tip. Ama hikaye genişleyip açıldıkça, onun, Şekip’in tabiriyle, “boşboğaz bir lagar”dan çok daha fazlası olduğunu görüyoruz. Faik, Yahudilerin Ankara’dan giderken yok pahasına sattıkları evleri tespit edip birer birer satın alacak ve zenginliğine zenginlik katacak. Böylece şüpheye meydan bırakmayacak şekilde anlıyoruz ki, şehrin bundan sonraki sahipleri onun gibilerdir. Ankara bundan sonra şair Orhan’dan, melankolik doktordan, komünist Zeki’den değil, fırsatçı Faik’ten sorulacaktır.

Emanet Şehir, kırklı yılları anlatıyor olmasına rağmen, günümüzdeki toplumsal gelişmeleri de hatırlattığı için iyice merak uyandıracak bir roman. Siyasi dönüşümün kendini iyice hissettirdiği, paranın yeniden el değiştirdiği ve tedirginliğin had safhada olduğu bir dönemde, bu romanın siyasi göndermelerini bulmaya çalışmak bile yeterince heyecanlı olacaktır.

Ama benim romanı sevmemin nedeni, çok çeşitli ve tanıdık detaylarla dolu olması. Emanet Şehir tam bir dönem romanı. Ankara’nın sokakları, güvercinleri, Teneke Mahallesi, sokaklarda top oynayan yalınayak başı kabak çocuklar. Hepsi incelikle düşünülüp hikayeye yerleştirilmiş. Savaş sonrası Ankara’nın ruh haline damgasını vuran irili ufaklı bütün ayrıntılar bir bir önümüze serilmiş. Dikkatli bir okuyucu, Gar’daki TCDD, hastanedeki Veremle Savaş afişlerini; Birinci sigarasını; Misket şarabını; o zamanlar “şinanay” denen idare lambasını ve – Emel’in korkunç “füze sütyeni” ve lastikli patiskadan donu da dahil olmak üzere – döneme özgü kılık kıyafetteki inceliği kaçırmayacaktır.

Hele bir iki sahne var ki, onları özellikle sevdim. Biri romanın ilk karesi: Şekip’in Gökçe Pastanesi’nde oturup “kıraat ettiği,” yani gazetesini okuyup kahvesini içtiği sahne. Duvar boyunca dizilmiş masaları, eğri büğrü soba borusu, sağda solda resimleri ilanları, bir tarafta pastaların sergilendiği tezgahı (içinde mozaik ve rulo pastadan başka bir şey bulunduğunu sanmıyorum) ve tam orta yere asılmış dev duvar saati ile hepinize tanıdık gelecek bir mekan bu. Hatta o kadar tanıdık gelecek ki, içine girip oturmak isteyeceksiniz. Zaten Şekip de öyle yapıyor. Belli ki o mekanın müdavimlerinden biri. Onu roman boyunca birkaç kez o pastanede otururken görüyoruz.

Bir diğeri ise, Pekmezci’nin maharetle çizdiği karakol/gizli servis sahnesi. Romanın bir yerinde “komünistlere katılmak” suçu ile itham edilen Şekip birtakım resmi kılıklı adamlar tarafından götürülür ve ifadesi alınır. Odaya girer girmez bir tabak, tabakta da bir dilim kavun görürüz. Soruşturmayı yürüten komiser, konuşma boyunca bu kavunu yavaş yavaş yiyecektir. Soruşturmanın nasıl neticelendiği önemsizdir. Komünist Tevkifatı’nın öncüllerinden biridir bu. Nasıl neticeleneceği bellidir zaten. Önemli olan yazarın bu sahne için böyle bir detay seçmiş olmasıdır. Kavun, öyle insan içinde dilimlenip yenecek meyve değildir. Akar kokar, insanın eline ağzına yapışır. Ama belli ki komiser buna aldırmaz. Karşısındaki adama bir nebze bile kıymet vermediği her halinden bellidir. Devletin adamıdır o. Kavununu da yiyecektir. Tehdidini de edecektir. Konuşmanın bütün gerilimini bir dilim kavuna yükleyen Cantek’i ve bu gerilimi çizgilerine yansıtmayı başaran Pekmezci’yi bu başarılı sahne için tebrik etmek gerek.


Bu sahneden de anlayacağınız gibi, Emanet Şehir dört dörtlük bir “kara roman” aslında. Memurlar, amirler, polisler, muhbirler... Kumarhaneler, batakhaneler, pavyonlar, hamamlar, horoz dövüşleri... “Kara Edebiyat” konusunda bilgisinden şüphe edemeyeceğimiz Levent Cantek, Emanet Şehir’de bu türün başarılı örneklerinden birini veriyor. Yeraltı dünyasının karanlık adamları, güven telkin etmeyen kadın karakterler ve özellikle de romanın yenilgiye mahkum baş kişisi Şekip vasıtasıyla, bu türün kimi özelliklerini devralıp kendine has bir üslupla kullanıyor. Pekmezci de kara filmlerin olmazsa olmazı gölgeli odalara, karanlık sokaklara ve yakın plan detaylara odaklanan çizgisi ile bu atmosferin güçlenmesine yardımcı oluyor.

Son olarak, bütün edebiyat-severlere kahramanımızın bir “rate” yazar olduğunu hatırlatmak isterim. Dönemin edebiyat dünyasını, Ankara’da yaşayan bir avuç aydının hayatını, girip çıktıkları çevreleri, buluştukları mekanları görmek isteyenler için de ilginç bir roman olacaktır Emanet Şehir.

Nurullah Ataç’ın sayfaların arasından aksi aksi bize baktığı, Orhan Veli’nin karakterlerden birine ilham verdiği, Nazım Hikmet’in şiirlerinin teksir kağıdına basılıp üniversitede gizlice dağıtıldığı, (F)eride Celal Hanımefendi’nin tefrika edilmek üzere “lütfedip bir his romanı takdim ettiği” bu romanı, sadece edebiyat referansları için bile okumak isteyebilirsiniz.