Tuesday, July 29, 2014

Latin Amerika Notları III - Me duele, Palestina!

BirGün Pazar
27 Temmuz 2014

-->
Gazze’nin kim bilir kaçıncı kez ateş altında kalması karşısında en yüksek ses, yine bölgedeki komşularından değil, dünyanın ta öbür ucundan geldi.

Bir çoğu sosyalist hükümetler tarafından idare edilen Latin Amerika ülkeleri, İsrail yönetiminin saldırgan politikalarını kınayan sert açıklamalar yaptılar. Arjantin hükümetinin yaptığı resmi açıklamada İsrail’in uluslararası camianın çağrısına kulak vermeyerek şiddeti tırmandırdığı söylenirken, Brezilya’nınkinde silahsız sivillerin ve çocukların öldürülmesinin kabul edilemez olduğu belirtiliyordu. 2009 senesinde yine Gazze’ye yaptığı bir saldırı yüzünden İsrail ile diplomatik ilişkilerini sınırlayan Bolivya’nın açıklamasında “insanlık suçu” ve “soykırım” ifadeleri geçiyordu. Venezuela’yı zaten biliyorsunuz, köprüleri olduğu gibi attı. Bu kıtadaki ülkeler arasında en fazla Filistinli nüfusuna sahip olduğu söylenen Şili ise, İsrail ile ticari ilişkilerine son verdiğini ve büyükelçisini Tel Aviv’den geri çekmeyi düşündüğünü açıkladı.

Uruguay’dan da geçen hafta benzeri bir resmi açıklama geldi. İsrail’in Gazze Şeridi’ne saldırısını lanetleyen Uruguay yönetimi, kullanılan askeri gücün İsrail’e yönelik tehditle karşılaştırıldığında “orantısız” olduğunu ve bu saldırıların “onlarca sivil vatandaşın” ölümü ve yaralanması ile sonuçlandığını söylüyordu. Diğerlerinin çoğu gibi, bu resmi açıklama da bir an evvel bir ateşkese gidilmesini ve meselenin barışçıl bir şekilde çözümlenmesini talep eden bir çağrı ile bitiyordu.

Uruguay’da sadece hükümet düzeyinde değil sokakta da Gazze ile ilgili bir hareketlilik var. Bu meselenin günlük hayatın içinde yeri olduğunu anlamak zor değil. Kiminle konuşsak, bize ilk önce Türkiye’nin Gazze meselesine verdiği tepkiyi soruyor. Bayrakları yarıya indirdik, diyoruz biz de. Ne diyelim? Türkiye’de eylem yaptığını zannedenler, tuvalete Coca-Cola döker, Akdeniz Heykeli’ni parçalar ve Musevi vatandaşları taciz ederken, bölgeden bu kadar uzakta böyle bir duyarlılıkla karşılaşmak şaşırtıcı aslında. Orta Doğu sorununu salim kafayla konuşabilmek için, illa ki dünyanın öbür ucuna mı gitmek gerekiyor diye düşünmeden edemiyor insan.

Filistin meselesi burada da hassas bir konu gerçi. Uruguay’ın geniş bir Yahudi nüfusu var. Bu konuyu konuşurken her zaman dikkatli davranıyorlar. İsrail hükümetini eleştirirken, bunun bütün Musevilere ve hatta İsrail halkına dair bir konu olarak algılanmaması için azami özen gösteriyorlar. Eleştirileri her zaman İsrail’in politikalarına yönelik. Aslına bakarsanız, beni en çok etkileyen şey, siyasi açıdan bu kadar karmaşık bir meseleyi, onu genellikle bir çıkmaza doğru sürükleyen dini ve ırksal referanslarından soyutlayarak, insani bir sorun olarak dile getirmeyi başarabiliyor olmaları oldu. Konuşabildiğim Uruguaylıların söylediklerinden edindiğim izlenim şu ana kadar böyle.

Ama ne olursa olsun, burada Gazze ile dayanışmanın varlığı hemen fark ediliyor. Montevideo’da sokaklarda boyunlarına kefiye takmış dolaşan gençler görüyorum. Üniversitenin Sosyal Bilimler binasında Filistin ile ilgili pankartlar var. Gazze’ye saldırılar başladığından bu yana, burada irili ufaklı bir çok gösteri yürüyüşü düzenlendi. Bunlardan biri, birkaç gün önce Uruguay’ın en büyük üniversitesi olan Universidad de la Republica’dan yürüyüşe geçip İsrail Elçiliği’ne giden ve “Bu bir savaş değil soykırımdır” sloganı ile Gazze’de silahsız sivil halkın katledilmesini kınayan kalabalık bir gruptu.

Rebelarte! (Diren!) hareketinin düzenlediği bu eylemde, çoğu öğrencilerden oluşan göstericiler, Filistin halkına destek veren pankartlar taşıdılar. Fotoğraflardan görebildiğim kadarıyla, dünya kamuoyunu İsrail’i boykot etmeye çağıran ve sivillerin öldürülmesini kınayan dövizler çoğunluktaydı. Ama Filistin ile dayanışma içinde olduklarını gösterenler daha fazla aklımda kaldı. Bunların arasında, “Hepimiz Filistinliyiz!” “Seni duyuyorum, Gazze!” gibi dövizlerin yanı sıra, soykırımdan sağ kurtulanlar arasında olan İsrailli bilim adamı ve insan hakları savunucusu Israel Şahak’ın sözlerinin yazılı olduğu pankart da vardı: “Naziler bana Yahudi olmaktan korkmayı öğretmişti, İsrail ise bundan utanmayı öğretiyor.”

Gösteriden sonra buralı bir arkadaşımla konuşma fırsatım oldu. “Dünyanın öbür ucundasınız. Bu duygudaşlık nereden geliyor?” diye sordum ona. “Yoksuluz ve zayıfız. Yoksulun ve zayıfın halinden anlarız,” diye cevap verdi. “Bir de genç bir kıtayız biz” diye ekledi “Genç olduğumuz için umutluyuz. Dünyanın değişebileceğine, yanlışların bir gün düzeleceğine inanıyoruz.” Bir başka arkadaşım da Gazze’nin bir insanlık meselesi olarak Uruguay’da geçmişi olduğunu anlattı. “Uruguay her zaman Filistin’nin sesini duymuştur,” dedi, “Ama bu mesafeden ne kadar etkimiz oluyor, orası şüpheli!”



Bizden daha çok etkileri oluyordur herhalde. Uruguay’dan dünyanın geri kalanına bakınca insan elinde olmadan böyle düşünüyor. Burası elbette cennet değil. Kendi dertleri, büyük meseleleri var. Uyuşturucudan tutun da yolsuzluğa kadar bin çeşit sorunla uğraşıyorlar. Yoksulluk bunların en önemlisi ve can yakıcı olanı. Ama adaletsizlik burada hala bir yankı buluyor. Çünkü bir mücadele geleneğinden geliyorlar. Hiçbir şey kolay kazanılmamış belli ki. Bunun böyle olduğu da asla unutulmuyor.

İşte onun için, dünyanın bir ucundaki bu küçücük ülkede, insanlar Gazze için sokağa dökülebiliyor. Şallara sarınmış bir kadın, soğuk bir kış gecesinde üzerinde “Aldırışsız değilim. Acını hissediyorum, Filistin!” yazan pankartla sokağa çıkıp saatlerce yürüyebiliyor.


“Buralardan bir faydamız oluyor mudur acaba?” diye soran arkadaşıma anlatmayı unuttum. Ama size söyleyeyim bari: Mesafenin fiziksel olanından değil duygusal olanından korkmak lazım. Onlar aldırışsız değiliz diyorlar. Peki ya biz? Ölüme ve acıya karşı kayıtsızlığımızın çaresi var mı?

Haftaya daha güzel şeylerden konuşacağımızı umalım. Hepinize iyi pazarlar dilerim.

Friday, July 25, 2014

Latin Amerika Notları II - Dünyanın en uzak ucu...

BirGün Pazar
20 Temmuz 2014


Babamın taksitle aldığı 20. Yüzyıl Ansiklopedisi’nin “Kim Kimdir?” cildini çocukken hep başucumda tutardım. Diğerleri de iyiydi ama ben bu cildi iyice eskitmiştim. Seyyah ve kaşiflerin hikayelerini okumaya bayılıyordum çünkü. Marco Polo, Vasco de Gama, Macellan ve Kaptan James Cook’un maceralarını ezberlemiştim. Jules Verne romanları ve televizyondaki Kaptan Cousteau belgeseli ile iyice gazı aldığım bu dönemde, bütün derdim seyahate çıkmaktı. Denizden ya da karadan, hiç fark etmezdi. Maceralar beni bekliyordu. Dünyanın en uzak ucuna kadar gitmeliydim. Dünyanın sonunu da, çocuk aklımla, Güney Amerika olarak bellemiştim. Orada tam olarak ne bulmayı bekliyordum bilmiyorum. Ama düşüncesi bile beni heyecanlandırmaya yetiyordu.

Uruguay’a vardığımızdan beri, gerçekten dünyanın sonuna gelmiş gibi hissediyorum kendimi. Yaklaşık 1,5 milyon insanın yaşadığı Montevideo çok şaşırtıcı bir kent. Özellikle yaşam biçimi açısından kesinlikle görmeye değer. Burada hemen her gün hiç alışkın olmadığım manzaralarla karşılaşmanın şaşkınlığı içindeyim.


Şehre indiğimiz ilk gün, merkezde dolaşırken bir gösteri yürüyüşüne rast geldik. Bir grup işçi çalışma koşullarının iyileştirilmesi talebi ile yürüyorlardı. Ortalıkta tek bir polis bile yoktu. Göstericiler, sloganlar ve buraya özgü bir davul olan “candombe” eşliğinde ana caddede “kuşlama” yaparak yürüyüp gittiler. Aynı gün polis de gördüm. Ama bambaşka bir yerde. Hamile bir polis, kocasının elinden tutmuş vitrindeki bebek kıyafetlerine bakıyordu. Görevi yeni bitmişti herhalde. Üniforması hala üzerindeydi çünkü. Ayıp olmasın diye fotoğrafını çekmedim, ama bu görüntüyü zihnime kaydettim. “Fargo” filminin yanına koydum onu. Dünyanın sonuna kadar gittiğinizde, sevdiğiniz hikayeler de gerçek oluyordur belki diye düşündüm sonra.

Burası Buenos Aires kadar Avrupalı bir yer değil. İnsanları da Arjantinliler kadar kasıntı değil. Hatta bu iki ülke arasında zaman zaman muhalefetli bir ilişki var. Arjantin-Almanya final maçını seyrederken bunu yoğun bir şekilde hissettik. “Onlar bizim kardeşimiz tabii,” dediler. “Elbette destekliyoruz,” dediler. Ama anlaşılan Arjantin, Uruguaylıların gözünde bir kardeşten çok sorunlu bir büyük ağabey. Seviyorlar ama belli bir mesafeden. Bunda da haklılar aslında. Çünkü Arjantin’in gösterişli yaşam biçiminin aksine, Uruguay’a hakim olanın sıcakkanlı bir tevazu olduğu söylenebilir. Nereye gitseniz insanlar sizi dostlukla karşılıyor ve ellerinde ne varsa paylaşmaya hazır görünüyorlar.

Mate hariç tabii. Bu bölgenin yerel içeceği olan ve tropik bir bitkinin yapraklarından imal edilen mate, ev sahibimiz Senor Alvaro’nun dediğine bakılırsa,  “tamamen kişisel” bir şey. Belki sevgilinizle falan paylaşabilirsiniz ama sonuçta herkesin matesi kendine. Kollarının altına sıkıştırdıkları termoslar ve ellerindeki mate taslarıyla dolaşan işçiler ve öğrenciler Montevideo’nun gündelik manzaralarından birini oluşturuyor. Mate üzerine su eklenerek türetilen bir içecek olduğu için bu termosları taşımak şart. Deriden yapılmış özel mate çantaları da gördüm. Ama çoğu kişi bununla uğraşmıyor bile. En yakın dostuymuş gibi termosuna sarılıp yürüyor. Termos taşıma teknikleri üzerine bir kitap bile yazılabilir burada. Hatta belki çoktan yazılmıştır bile.

Bu güzel şehrin meydanlarında, geniş bulvarlarında ve aydınlık sokaklarında dolaşırken, yeni bir yerde bulunmanın heyecanı kadar, hiç yabancılık çekmiyor olmanın şaşkınlığını da taşıyorum. Burada her şey, hem uzak hem de biraz tanıdık. Mesela kokular. Şehrin merkezi şerbet ve kavrulmuş fıstık kokuyor. Çünkü her köşe başında önce şekerli bir sıvıda kaynattıkları fıstıkları kavuran sokak satıcıları var. Bir de gül suyu olsa, mevlüt ne zaman başlıyor diye sorabilirsiniz. Kitapçılarda da, çocukluğumdaki kokulu silgilerin kokusu geldi burnuma. Bir de lastik oyuncaklar vardı eskiden. Onların hafif pudralı tatlımsı bir kokusu olurdu hani. İşte onlar gibi kokuyor bütün kırtasiyeciler ve fotokopiciler.

Sadece kokular değil, başka ayrıntılar da bana Türkiye’nin 70’li yıllarını hatırlatıyor burada. Bakımsız ama güzel binalar (eski mahalleler henüz ele geçirilmemiş), sokak lambalarının soluk ışıkları (elektrik çok pahalı), sokaklarda futbolcu kartları satan yaşlı amcalar (Suarez’in fotoğrafı en kıymetlisi) ve eski kahvehaneler. O kahvelerden birine gidip oturdum geçen gün. Biraz kitap okudum, biraz yazıp çizdim. Yan masada adamın biri bana ters ters baktı ama hiç oralı olmadım. Pencere önünde aydınlık masa bulmuşum, hiç keyfimi bozar mıyım? Hatta ayrılırken çat pat İspanyolcamla garsona iltifatlar ettim falan filan. Garson da kibarca oranın aslında meşhur bir yer olduğunu söyledi. Eve dönünce interneti açıp baktım neymiş bu kahve diye. Biraz araştırınca ne göreyim! Meğer onca saat Eduardo Galeano’nun masasında oturmuşum. “Hoşçakal Cafe Brasilero,” dedim kendi kendime, “herhalde bir daha görüşemeyeceğiz.”


Galeano’nun masasını kaptım. Ben de bu şans varken, Mujica’nın ekmeğini de gider ben alırım. Olmayacak şey değil gerçi. Uruguay’ın devlet başkanı Jose Mujica, ya da buradakilerin söylediği şekliyle “Pepe,” kolayca insan arasına karışan biri. Sağda solda, süpermarket sırasında, pazar alışverişinde falan görmek mümkün. Acaba biz de pazarda karşılaşır mıyız diye şakalaşırken, onu değil ama başka birini bulduk. Dün balık tezgahının önünde ne alacağımıza karar vermeye çalışırken, Türkçe konuştuğumuzu duyan yaşlıca bir kadın atlayıp boynumuza sarıldı. Meğer ilk kocası Türk asıllıymış. Bize uzun uzun nasıl yaprak sarması yaptığını anlattı. İstanbul’u ve özellikle de sahlep içmeyi çok özlediğini söyledi. Sonunda oturup bir güzel ağladı. Senora Marta ile sarılıp öpüşerek ayrıldık. Eski bir akrabamızla vedalaşır gibi. Bize el sallarken gözlerinde hala yaşlar vardı.

Montevideo hakikaten çok güzel bir şehir. Bazı sabahlar, İzmir’in Kordon’unu andıran sahil şeridinde uzun uzun yürüyorum. Burnuma yosun kokuları geliyor. Palmiyeleri ve banklarda güneşlenen insanları seyrediyorum. Ben de bir banka oturup dinleniyorum. Önümden bisikletliler, koşucular, yürüyüşe çıkmış aileler geçiyor. Yolu denizden ayıran alçak duvarın üzerinde küçük bir kız yürüyor. Dengesini sağlayabilmek için kollarını yana açmış. Saçları rüzgardan dağılmış. Yüzünde hem heyecan hem endişe var. Bir de sonunda başarmış olmanın mutluluğu.

O küçük kıza bakıp gülümsüyorum. O da dünyanın en uzak ucuna gitmeyi hayal ediyor mudur acaba? Tıpkı benim çocukken yaptığım gibi.

Tuesday, July 15, 2014

LATİN AMERİKA NOTLARI I - ¡Vamos Argentina!

BirGün Pazar
13 Temmuz 2014


Arjantinli yazar Jorge Luis Borges, “Borges ve ben” adlı kısacık anlatısını bir ikilik üzerine kurar. Öykünün anlatıcısı, daha en başından olayların merkezinde duranın başka biri olduğunu söyler bize. Kendisi sadece izleyen, algılayan ve yaşayan kişidir. Öteki Borges ise, bizim anlatıcının yaşadığı her şeyi edebiyat haline getiren, ondan faydalanan ve bununla meşhur olan şahıstır.

Ben kum saatlerini, haritaları, on sekizinci yüzyıl baskılarını, kahvenin tadını ve Stevenson’ın düzyazılarını seviyorum. Öteki bu beğenileri benimle paylaşıyor, ama onları bir oyuncuya özgü davranışlara dönüştürerek sahtekârlıkla yapıyor bunu. İlişkilerimizin düşmanca olduğunu söylemek biraz fazla olacak: durum öyle ki ben yaşıyorum, yaşamı kabullenip sürdürüyorum, işte Borges böyle yaratıyor yazınını ve bu yazın benim varoluşumu doğruluyor.”

Böylece bir kez daha sanat ve hayat arasındaki karmaşık ilişkiye işaret eder, Borges. Bu hikayeden anladığımız kadarıyla, sanat hayatın “kötü ikizi”dir. Onu bir gölge gibi takip eder ve ondan beslenir. Ama beslenmenin de çeşitleri vardır tabii. Borges’e göre, bu vampirik bir ilişkidir. Sanat hayatın ışığını emer ve onu kendi malzemesine dönüştürür. Bu öyküde anlatıcının kendi sahiciliğini korumak için gösterdiği çaba acıklıdır. Tecrübe ettiği her şeyin bir bir elinden alındığını söyler bize. Çünkü anlatı haline geldiği andan itibaren tecrübenin gerçekliğinden bahsetmek olanaksızdır artık. Her şey gibi o da, “kötü ikiz”in – yani yazar Borges’in – malzemesi haline gelmiş ve “abartılıp çarpıtılarak” sahiciliğini yitirmiştir.

Ani bir rüzgar ile kendimizi Latin Amerika’da bulduğumuzdan beri, Borges’i ve bu hikayeyi düşünüyorum. Bunun bir nedeni, hikayenin anlatıcısı gibi, olayların başka bir kişinin başından geçtiği hissine kapılmış olmam ise, diğeri de bütün bunları sonunda yazmak zorunda kalacağımı bilmekten gelen rahatsızlık herhalde.

Mesele şu ki, çocukluktan beri görmek istediğim bu kıtaya sonunda ayak bastığıma inanmakta zorlanıyorum. Bazı hayallerin gerçekleşmesi hiç gerçekleşmemiş olmasından daha sarsıcı olabiliyor. Ben de buna hazır değildim galiba. Onun için, kendi tecrübeme kıskanç bir şekilde yapışacağımı ve onu anlatmakta her zamanki kadar istekli olmayacağımı hissediyorum. Anlattıkça bozulacak çünkü. Benim olmaktan çıkacak.

Fakat yazma arzusuna direnmek çok zor, çünkü bu olağanüstü şehirde dolaşıyorum ve birçok şey görüyorum. Yüksek tavanlı kasvetli binaları, o binaların akıl almaz bir taş işçiliği ile süslenmiş girişlerini, demir kapıların zarif detaylarını zihnime kaydediyorum. Her şeyden önemlisi insanları izliyorum. Yazmazsam belki hepsini unutabilirim. Sonuçta Borges’in dediği gibi, ben de kendime ihanet ediyorum işte: Uslanmak bilmez abartma ve yalan söyleme huyunun çok iyi ayrımında olsam da yavaş yavaş her şeyi açıklıyorum ötekine.”


İstanbul’un keşmekeşini andırıyor olmasına, Buenos Aires çok daha yavaş bir şehir aslında. Belki de bu benim gevşekliğimdir bilmiyorum. Alışkanlığı kırmanın kendine özgü bir yavaşlığı var. Sokaklarda amaçsız bir şekilde dolaşmanın da öyle. Burada bunu yapmak için şansımız oldu. Buenos Aires’de hayat, Arjantin maçlarının olduğu saatler dışında, hep tatil havasında geçiyor gibi geldi bana. Evet, sokaklarda ellerinde evrak çantaları ile dolaşan insanlar var. Ama onlar bile gerektiği kadar hızlı bir şekilde yürümüyorlar. Soğuk ve yağmurlu havaya rağmen herkesin üzerinde bir rehavet görüyorum. Yemekler uzun uzun ve sohbet eşliğinde yeniyor. Gençler sokak kahvelerinde aylaklık ediyor. Yaşlı teyzeler köpekleriyle bistrolarda oturuyor. Dükkanlar geç saatlere kadar kapanmıyor.

Bütün bunlara bakınca, burada ciddi bir ekonomik kriz yaşanmış olduğuna inanmak çok güç. Hala sonuçlarını hissettikleri siyasi ve ekonomik sorunlara rağmen, Arjantinlilerin keyfi yerinde görünüyor. Bunu belki de Dünya Kupası’na borçluyuz. Tek başına Messi bile bütün ülkeyi kurtarabilir sanki. Buenos Aires’te her yerde Messi’nin dev fotoğrafları var. Dükkanların vitrinleri bayraklarla kaplı. Çoğunda büyük harflerle “Vamos Argentina” (“Yürü be! Kim tutar seni, Arjantin!” diye de okunabilir herhalde) yazıyor.

Arjantin-Belçika maçını, zorla yer bulduğumuz bir kafede her sınıftan ve yaştan insanla izledik. Kadınlı erkekli neşeli bir kalabalıktı. Önümüzde oturan Arjantin bayrağına sarınmış amca, her gol pozisyonunda derin bir “Ah!” çekip eliyle gözlerini kapatıyordu. Sonunda ekrana sırtını döndü. Muhtemelen kalp krizi geçireceğinden korktuğu için. Neyse ki, sonunda Arjantin kazandı. Amca da bayrağı ile kafenin içinde küçük turunu attı.

O gece ıvır zıvır bir şeyler almak için uğradığımız büfedeki adam, “Dünya Kupası için mi geldiniz?” diye sorduktan sonra azıcık böbürlenerek “Zaten Arjantin hep kazanır,” dedi. Biz de “Si, si,” falan dedik. Pek İspanyolca bilmiyoruz.

Arjantin hakikaten kazanıyor. Brezilya içinse aynı şeyi söylemek mümkün değil. Kupanın bu kadar yakınına gelmişti halbuki. Takımının Almanya karşısında yaşadığı hezimetten sonra, Rio’da yaşayan arkadaşımız Marco’ya çok üzüldüğümüzü söyleyen bir mesaj attım. “Hangisi daha kötü olurdu bilmiyorum,” dedi “kazanması mı, yoksa kaybetmesi mi?” Brezilya’da bunca yoksulluk varken, kupayı düzenlemek için harcanan paranın büyüklüğünden söz etti sonra. “Yine de böyle bir fiyaskoyu hak etmedik,” diye ekledi. “Brezilya çok büyük takım. Yakında size bunu unutturur,” dedim ben de.  “Neyi unutturur?” diye bir cevap geldi. Böyle de komik bir arkadaşımızdır.

Edebiyatla başlayıp futbolla bitirdim. Kusura bakmayın. Bu coğrafyada başka türlüsü mümkün değil galiba. Hele de Dünya Kupası oynanıyorken.

Önümüzdeki birkaç hafta Uruguay’dan yazacağım. Haberlerimi bekleyin.



İçinden tren geçen romanlar...

BirGün Pazar
29 Haziran 2014





Geçen gece Nuri Bilge Ceylan’ın “Kış Uykusu” adlı ödüllü filmini görmeye gittik.
Kalabalık bir grupla film izlemenin ne kadar zevkli olabileceğini unutmuşum. Bolca lafladık, ince eledik sık dokuduk falan filan.

Bir kısım arkadaşla filmden önce Türk sinemasında Rus etkisi konulu muhabbetler etmiştik. “Kış Uykusu”nu izlerken de elimizde olmadan filmdeki Ruslukların çetelesini tutmaya başladığımızı fark ettik. Hatta hikayenin ikinci yarısında, ilham alınanın hangi Rus olduğu konusunda değişik görüşler ortaya atıldı. Yönetmen her ne kadar referanslarını açık açık söylemiş olsa da, tartışmalar filmden sonra da devam etti.

Filmin iyi bölümlerinden biri olan istasyon sahnesinde, hikayenin baş kişisi Aydın Bey’in yanında kahyası olduğu halde istasyona gelmesi ve kar altında raylar boyunca yürümesi bu tartışmayı iyice alevlendirdi. “Çehov etkisi varsa, bu trene asla binemez,” dedim ben. “Dostoyevski ise biner, ama ancak sürgüne gider,” dedi biri.  “Tolstoy da olabilir bak!” dedi öteki, “O zaman sonu raylarda biter, söyleyeyim.”

Böylece bir tren yolunda insanın başına gelebilecek neredeyse bütün felaketleri sıralamış olduk. Rus ya da değil. İşin içinde tren olunca bunlardan biri ya da diğeri olmalıydı.

Bunun üzerine aklıma içinden tren geçen başka romanlar geldi. Sevdiklerim, sevmediklerim, bu niyetle düşünmesem belki de bir daha hiç hatırlamayacaklarım.

Önce çocukluk kitaplarımdan biri olan “Demiryolu Çocukları”nı düşündüm. Orada trenler çocukların hayatının merkezinde duruyordu. Mutlu ve refah içindeki yaşantılarını geride bırakıp anneleriyle birlikte küçük bir köye taşınmak zorunda kalan üç kardeşin hikayesiydi bu. Roberta, Peter ve Phyllis (çocukken bunu ‘pihilis’ diye okuyordum) uzaklara giden babalarını özlüyor ve kentteki hayatlarına geri dönmek istiyorlardı. Onun için her gün istasyonu gören tepeye çıkıp Londra’ya doğru giden trenleri izliyorlardı. Kitap tanıtımları bu romana dair hep neşeli şeyler yazar. Ama acıklı bir hikayedir bence. Araya bir erkek kardeş katıldığını ve akşam yemeklerinin İngiliz usulü zavallılığını saymazsanız, Çehov’un “Üç Kızkardeş”inin çocuk versiyonu gibi bir şeydir. Geri dönmek isteyip de dönemeyenlerin hikayesi yani.  

Sonraki trenli hikaye, “aslan okuyucu” olduğum ergenlik yıllarından kalma: “Şark Ekspresinde Cinayet.” Okuduğum iyi Agatha Christie’lerden biri. Neden iyi? Çünkü Hercule Poirot ve “küçük gri hücreleri” var. Çünkü tek mekanda geçiyor ve acayip klostrofobik. Üstelik bir de yetmiş iki milletten türlü çeşitli karakteri var. O kadar heyecanlı ki, ben de trende olmak istiyorum. Bunun için bir cinayeti çözmem gerekecekse, ona da hazırım. Daha sonra öğrendiğim şey ise, bu romanın gerçek bir olaydan esinlenerek İstanbul’da yazıldığı oldu. Romanda sözü geçen çocuk kaçırma olayı, 1932’de Charles Lindbergh’in oğlunun kaçılırılıp öldürülmesi olayından alındığı gibi, Agatha Christie’nin kendisi de 1929 senesinde Şark Ekspresi ile seyahat ederken bir kar fırtınası nedeniyle Çerkezköy’de altı gün mahsur kalmış.

Şark Ekspresi’nden söz etmişken, Graham Greene’in “İstanbul Treni”nde bahsetmemek olmaz. Siyasi ve ahlaki meseleleri felsefi bir derinlikle ortaya koyan romanları ile ünlü olan Greene, kendisini tanınır kılan bu romanı için “eğlenmek için yazdım” demiş. Ama yine de karanlık karakterler ve siyasi tartışmalardan uzak durmamış. Yine Şark Ekspresi’nde geçen bu roman, hepsi yeni bir başlangıç yapmaya çalışan bir avuç karakteri aracılığıyla Ostend’den İstanbul’a kadar süren bir yolculukta dönemin siyasi ikliminin de resmini çizer. 1930’ların başında bir yandan sosyalizmin Balkanlar’da yükselişini anlatırken, öte yandan da İkinci Dünya Savaşı öncesi Avrupa’da kendini göstermeye başlayan Yahudi düşmanlığının işaretlerini verir. Agatha Christie’nin romanından çok daha derinlikli bir şekilde olsa da, suç ve tehlike bu romanın da merkezinde duruyor. Graham Greene’e göre anlaşılan bir tren yolculuğunda başınıza gelecek en fena şey hırsızlar ve katillerdir.

Aynı soruyu Patricia Highsmith’in üzerinde denemek isterseniz, cevap değişebilir. Highsmith size bunun “istenmeyen yakınlıklar” olduğunu söyleyecektir. Daha evvel de yazmıştım, en sevdiğim Highsmith romanlarından biri olan “Trendeki Yabancılar,” tam da bu mesele hakkındadır. Bir trende başınıza gelebilecek en büyük felaket, bir daha asla kurtulamayacağınız bir yakınlık tesis etmektir. Yanınızdaki kişi konuşur durur. Siz de yavaş yavaş istemediğiniz kadar çok şeyi anlatmaya başladığınızı hissedersiniz. Bu hoş değildir. Ama duramazsınız bir türlü. Karşıdaki sorular sormaktadır. Cevap vermemek kabalık olur. O ilk soruya cevap vermemiş olsaydınız belki. Ama şimdi artık çok geçtir. Ayrıca yolunuz da uzundur. Zaten bu kişiyi bir daha nerede göreceksinizdir! Böyle devam eder gider. Sonunda kendinizi sonu gelmez bir belanın içinde buluverirsiniz.

Trenli bir durumda bundan da büyük bir felaket var mıdır diye sorarsanız, o da yol arkadaşınızın size henüz basılmamış romanını okumaya başlamasıdır derim. Eğer yol arkadaşınız Murat Uyurkulak değilse tabii. Uyurkulak’ın ilk romanı TOL, tam da böyle bir hikayeyi anlatır. Romanın başında hayatla bağları iyice zayıflamış genç bir adam olan Yusuf, iyice içip küfelik olduğu bir gecenin sabahında bir tren vagonunda ayılır. Bir süre sonra yalnız olmadığını fark eder. Yol arkadaşı kendisi gibi bir kaçak olan Şair’dir. İstanbul’dan Diyarbakır’a uzanan bu yolculukta Yusuf, yol arkadaşının kendisine uzattığı hikayeleri okuyacak ve onlarda hem ülkenin hem de kendisinin tarihine dair gerçekleri bulacaktır. Şair’in hikayeleriyle birlikte roman da yavaş yavaş gözümüzün önünde şekillenir ve son halini alır. Güzel kitaptır. Hala okumadıysanız, hazır trenli mevzulara girmişken hemen alın derim.

Trenler, istasyonlar, romanlar falan derken bir torba dolusu laf ettim. Kusura bakmayın. Son bir şey ekleyip kapatacağım.

Haydarpaşa Garı’nın boşaltılmasından sonra, geçenlerde Kadıköy yakasındaki tarihi istasyonların da “dönüştürüleceği” haberi geldi. 1871 yılında yapımı tamamlanan 91 kilometrelik Haydarpaşa-Pendik banliyö tren hattı zaten bir senedir çalışmıyor. Marmaray çalışmaları kapsamında yenilenecek tren hattının bünyesinde olan tarihi istasyonlar da yıkılma tehlikesiyle karşı karşıyaymış.  

Diyeceğim şu ki, trenler edebiyatın da sinemanın da ayrılmaz bir parçasıdır. İstasyonu olmayan milletin romanı da filmi de eksik kalır.

Hepinize iyi pazarlar.

Thursday, July 10, 2014

Ananas

BirGün Pazar
8 Haziran 2014




Tecrübe garip şey. Benimki size görünmez. Sizinki de bana. Onun için ortak bir geçmişten gelsek de, kendi tecrübemizin içinde yapayalnız oturuyor olabiliriz.

Hatıralar ise galiba en fenası. Onları her seferinde yeniden yazma, süsleyip püsleme ihtimali var çünkü. Oysa hatırladığımız her ne ise, bazen sadece bir kurgudan ibaret. Başkalarınınki ile aynı olmayabilir. Hatta gerçekten bizim bile olmayabilir.

Çocukluğumun en çok iz bırakan anılarından biri, Orta 1’de sıra arkadaşımın yanından kaldırılıp sınıfın arkasında bir yere sürgüne yollanmamdı. Bu benim ilk reddediliş hikayemdi. Daha sonra başka hatıralarla karıştı, harmanlandı, tanınmaz hale geldi. Ama bana hissettirdiklerini hiç unutmadım. Her reddedilişimde saklandığı yerden çıkıp geldi ve battık bir tırnak gibi kendini hatırlattı.

O sene yeni sınıfımla tanışmıştım. Sıra arkadaşım canlı ve sevimli bir kızdı. Sınıftaki diğer kızlarla da arası iyiydi. Birlikte teneffüse çıkıyor, konuşup gülüşerek bahçede bir ileri bir geri yürüyorlardı. Bazılarında genç kızlara özgü tatlı bir ağırbaşlılık vardı. Benim üzerimdense çocukluğun buğusu henüz kalkmamıştı. Hala Milliyet Çocuk dergisini okuyor, hayvan ansiklopedisi için sakızdan çıkan resimleri biriktiriyor ve bir gün mutlaka uzaya gideceğim hayaliyle oyalanıyordum.

Okuldayken zamanımın büyük bir kısmını, Bermuda Şeytan Üçgeni adlı grubumuzla geçiriyordum. Adından da anlaşılacağı gibi bu grup, (biz ona afili olsun diye “çete” diyorduk), birtakım gizemli olayların sırrını çözmekle uğraşıyordu. Aslında bütün yaptığımız, bir araya gelip hararetli hararetli konuşmak ve portakallara şişler batırarak dünya üzerindeki “simetrik çekim noktaları”nı tespit etmeye çalışmaktı. Bunun kimin fikri olduğu aklımda değil. Ama gruptaki tek kız olarak şişleri getirmek bana düşmüştü, onu hatırlıyorum. Annemin örgü sepetinden çalmıştım. Bunun için de sıkı bir azar işitmiştim. Fakat değmişti doğrusu. Çetedeki itibarım aniden artmıştı.

Sonra bir gün annemi okula çağırdılar. “Hah,” dedim kendi kendime, “Yine şişler yüzünden fırça yiyeceğim!” Annem döndüğünde suratı asıktı. Ama korktuğum gibi bağırmadı bana. Sadece şöyle dedi: “Sınıf öğretmeninle konuştum. Artık aynı sırada oturmayacaksın.” “Neden?” dedim. Önce mırın kırın etti. Sonra anlattı. Sıra arkadaşımın annesi okula gelmiş ve artık kızının yanında oturmamı istemediğini söylemişti. “Neden?” diye üsteledim. “Çünkü hep erkeklerle arkadaşlık ediyormuşsun,” dedi annem. “Bermuda Şeytan Üçgeni mi?” dedim. “Ne üçgeniyse artık!” diye söylendi ve sırtını dönüp gitti. Tam olarak anlamamıştım. Ama daha fazla sormadım. Annemin üzerine gidebileceğim durumları bilirdim. Bu, onlardan biri değildi.

Ertesi gün okula gittiğimde, öğretmen beni yerimden kaldırıp arkaya gönderdi. Aslında her şey biraz garipti. Kötü bir şey yapmamıştım. Yine de açıkça cezalandırılıyordum. Arkadaşlarımın şaşkın bakışları altında eşyalarımı toplayıp kalktım. Yerime başka bir öğrenci oturdu. Demek insanın yeri bir başkası tarafından hemen doldurulabiliyordu. Ben de gidip arka sırada bana gösterilen yere geçtim. Yeni sıra arkadaşım bana yer açmak için kibarca kenara çekildi. Güler yüzlü tatlı bir kızdı. Onunla senelerce birlikte oturduk. Ama onu düşündüğümde hep bu anı hatırlarım. Eteğini toplayıp sıranın üzerinde hafifçe kayışını.

Her şey gibi, o sene de geçip gitti. Bermuda Şeytan Üçgeni grubu dağıldı. Kızlar büyüyüp genç kız oldu. Oğlanlar biraz ayak sürüdü ama sonunda onlar da büyüdü. Ben “çetecilik” faaliyetlerine son verdim. Bir gün bir şiir yazdım. Okul dergisinde basıldı. Ondan sonra oybirliğiyle romantik biri olduğuma karar verildi. Herkes gibi şarkı defteri tutmaya başladım. Hayvan ansiklopedisini ve Milliyet Çocuk dergilerini kardeşime hediye ettim. Uzaya gitmek istediğimi ise tamamen unuttum. Böylece çocukluğum sona erdi.

Geçenlerde lise arkadaşlarımla yeniden buluştum. Mezuniyetten tam otuz sene sonra. Güzel de oldu. Çocukluğumdan kalan insanları bir arada görmenin iyileştirici bir tarafı vardı. Eski sıra arkadaşım da onların arasındaydı. Kalabalıkta birkaç kez göz ucuyla selamlaştık. Onu her gördüğümde, geçmişten kalan bir tedirginlikle irkildim. Sizi istemeyen birine bakmak kolay değildir çünkü. Bu olay çok geride kalmış bile olsa. O artık öyle hissetmiyor bile olsa.

Ayrılmadan önce, bir ara telaşla el salladı. “Gitmeden sana söylemem gereken bir şey var,” diye seslendi uzaktan. Bunu duyunca heyecanlandım. Herhalde sonunda bu garip hikayeyi konuşacağız diye düşündüm.

Kalabalığın içinde yol açarak birbirimize ulaştık. Arkadaşım hoş ve alımlı bir kadın olmuştu. Hal hatır sorma faslından sonra, sıra asıl meseleye geldi. Koluma hafifçe dokunarak şöyle dedi: “Ne zaman ananas yesem, seni hatırlıyorum.” “Nasıl yani?” dedim. Bunun üzerine şu hikayeyi anlattı. Orta 1’de olduğumuz o sene, bir sabah okula gelmişim ve daha evvel hiç yemediğim bir meyveyi tattığımdan söz etmişim. Anlaşılan babam bir iş seyahati dönüşü Almanya’dan ananas getirmiş. Ben de ballandıra ballandıra anlatmışım. Yok efendim, çok harika bir tadı varmış da, başka hiçbir meyveye benzemiyormuş da falan filan. Bunun üzerine, arkadaşım annesine gidip rica etmiş. Biz de alsak, demiş. Ama bulamamışlar. O dönemde ananas öyle her yerde satılan bir şey değildi. Bizim eve de normal koşullarda sadece elma armut falan girerdi. Bütün orta halli aileler gibi biz de muzu bile ancak yılbaşında görürdük.

Bu hikayeyi dinlerken renkten renge girdim. Kimin aklına gelirdi ki? Birinin üzerinde ananas travması yaratabileceğim yani? Hele anneannemin talim ve terbiyesinden geçmişken! Evde ne yediğimizi başkalarına anlattığımı bilse, beni küçük parçalara ayırıp bahçedeki kumrulara yem yapardı muhtemelen. Utandım. Çok utandım. Ne diyeceğimi bilemediğim için saçma sapan bir şeyler geveledim. Sonra da yarım yamalak vedalaşıp ayrıldık.

İlk şoku atlattıktan sonra oturup düşündüm. Tecrübelerimizin bu kadar farklı olabileceği hiç aklıma gelmemişti. Üzülenin sadece ben olduğumu sanıyordum. Anladım ki hayat herkesi bir şekilde yaralıyor. Hele çocukken. Daha kanatlarımız çıkmamış, derimiz kalınlaşmamışken.

“İçinizde anlatılmamış bir hikayeyi taşımak kadar büyük bir eziyet yoktur,” diyor Maya Angelou. Arkadaşım ananas hikayesini anlatıp kurtuldu. Şimdi daha iyi hissediyordur herhalde. Neden sonra fark ettim ki, ben kendiminkini anlatmamışım. Benim ananasım hala duruyor. Halbuki bunca sene taşıdım onu. Küçük bir el bombası gibi. 

Belki de artık vazgeçmenin zamanı gelmiştir. Onun için, yavaşça yere bırakıp uzaklaşıyorum şimdi. Hemen burada. İzniniz olursa eğer...