3 Ağustos 2014
Montevideo’da en
büyük eğlencem otobüse binip bir yerden bir yere gitmek. Böyle deyince sanmayın
ki, her şey harika işliyor. Hayır. Otobüsler köhne ve yavaş. Çoğu kez deli gibi
gidiyorlar. Ama kalabalığa rağmen insanlar kibar, trafik İstanbul’a kıyasla çok
daha rahat ve en önemlisi şehrin en uzak köşelerine bu şekilde ulaşmak mümkün. Üstelik
okul saatleri içinde öğrencilere bedava.
Burada ulaşım ağırlıklı
olarak otobüslerle yapılıyor. Eskiden troleybüs de varmış. Ama elektrik
pahalanınca onları kaldırmışlar. Şimdi işi bizim halk otobüslerine benzeyen
birkaç şirket yürütüyor. 1980’lerde İstanbul’daki otobüs yolculuklarını
düşünün. Düşündünüz mü? Hani yuvarlak hatlı, koltukları harap, biletçileri
iyice suratsız otobüsler. O görüntüyü tutun şimdi. Sonra üzerine vapurlardaki
seyyar satıcıları ekleyin. Tamam işte. Buradaki otobüsleri elde etmiş oldunuz.
Seyyar satıcılar
başlı başına hikaye aslında. Burhan Pazarlama’nın otobüs versiyonundan tutun
da, azizlerin renkli resimlerini satanlardan, çiklet ve şeker tutanlara kadar
her cinsi var. Ama benim en çok hoşuma giden müzisyenler oldu. Montevideo için
uzunca sayılabilecek bir mesafe (en fazla 30 dakika) kat edecekseniz, kendinizi
müzisyenlerin inip bindiği bir hatta buluyorsunuz. Gitarları ve bazen de bu
kıtaya özgü telli bir çalgı olan “charango”ları ile otobüse atlıyorlar.
Şarkılar genellikle bir durak sürüyor. Eğer durağı kaçırırlarsa ne gam! Biraz
daha söyleyip öyle iniyorlar. Hepsi şoförleri tanıyor. Hatta selamlaşıp hal
hatır soruyorlar.
Sokak
müzisyenlerine dair fark ettiğim şeylerden biri şu: Asla rekabete girmiyorlar.
Gösteri için her zaman sıralarını bekliyorlar ve birbirlerine karşı çok
anlayışlı davranıyorlar. Hatta bazılarının, kendi gösterileri bittikten sonra gelen
yeni müzisyenlere topladıkları paradan birkaç kuruş verdiklerini gördüm.
Sembolik bir şeydi tabii. Ama biz gidiyoruz, sizin şansınız bol olsun gibi bir
anlama geliyordu belli ki. Dayanışma güzel şey.
Ulaşım sistemine
geri dönmek gerekirse, Montevideo’da bir yerden başka yere gitmek öyle korkunç
bir macera sayılmaz. Hele İstanbul trafiğine alışık biri için keyifli bir
seyahat bile sayılabilir. Yine de buradaki ilk günlerimizde, metro var mı diye
bir bakındık. Buenos Aires’te karanlık ve eski püskü metro istasyonlarında
beklemeye alışmıştık. Burada da otobüs yerine metroya binebileceğimizi
düşündük.
Böylece metroyu
aramaya başladık. İlk gün başarısızlıkla sonuçlandı. Ben bir yerde bir harita
gördüğümden neredeyse emindim. Hatta Buenos Aires metrosunu çağrıştıran Subte tabelasını da hayal meyal
hatırlıyordum. İkinci gün yine bulamayınca iyice meraklandım. Sonunda eve
döndüğümüzde, internete girip bu meseleyi araştırmaya karar verdim ve böylece
kendimi akıl almaz bir hikayenin içinde buldum.
Bulduğum
sayfalardan birinde şöyle yazıyordu: “Montevideo bugün dünyanın büyük
başkentleriyle, Londra, Milano ya da Rio de Janeiro ile, boy ölçüşebilecek bir metropoldür.
İşte sonunda, Montevideo da kendi metro sistemine kavuşmuştur.” Altında da bir
imza vardı: Estero Bellaco, Mühendis ve Montevideo Metro Şirketinin (CMM)
Başkanı.
Montevideo
metrosunun açılış töreninde sarf edildiği söylenen bu sözlerin altında ise
tafsilatlı bir metro haritası yer alıyordu. Uruguay’ın başkentinin önemli noktalarını,
yeraltından giden bir raylı sistem ile birbirine bağlayan bu haritada tam 13 değişik
hat vardı. Kırmızı Hat kenti enlemesine kesiyor, Yeşil Hat ise sahil kısmını
boydan boya kat ediyordu. Bunun dışında kentin nispeten eteklerinde kalan
yoksul bölgeler için de birer metro hattı düşünülmüştü. Bu haritayı daha önce
bir yerde gördüğümü hatırladım, ama nerede olduğunu çıkaramadım. Bunun dışında,
bulduğum web sayfasında başka kent merkezindeki olmak üzere değişik metro
duraklarının fotoğrafları ve hatta metronun yer üstünde ve altında görüntüleri
vardı.
Bütün bunlar
harikaydı elbette. Metro sistemi gerçek olsaydı tabii.
Biraz daha
okuduktan sonra bunun bir sergiden alınma görüntüler olduğunu fark ettim.
Montevideo’da metro falan yoktu. Muhtemelen daha uzun bir süre de olmayacaktı.
Çünkü bazı hükümetler zeminin çok yumuşak olduğunu, bazı başka hükümetler de
çok sert olduğu için kazılamayacağını iddia etmişlerdi. Sonuçta, hiçbir idare
çok masraflı olacağı belli olan bu projenin altına girmek istememişti. Montevideo’nun
metro düşü de böylece rafa kalkmıştı. Fakat kendini dünyanın büyük başkentleri
ile aynı ayarda görmek isteyen Montevideo anlaşılan bu kadar kolay pes edecek
değildi.
Uruguaylı bir
reklamcı olan Marco Caltieri de bu hayali paylaşıyor olsa gerek ki, Montevideo
Metrosu’nun daha önce bahsettiğim haritasını hazırlamış, açılış töreni
konuşmasını yazmış ve hatta kimi teknikler kullanarak şehrin metro ile nasıl
görüneceğini fotoğraflarla da göstermiş. Bütün bunlar kentin merkezindeki bir
yeraltı salonunda büyük bir sergide halka gösterilmiş. “Montevideo’nun zaten
yeterince sorunu var. Onun için hep birlikte sanki bu metro varmış gibi yapsak
harika olmaz mı?” diye sormuş Caltieri. Valla Uruguaylıları bilmem ama kıtanın
geri kalanını ikna ettiği kesin. Yazılana göre Şilili bir üretici firma
Caltieri’ye ulaşıp metro için asansör satmak istemiş.
Bunları okuduktan
sonra haritayı bir kez gözden geçirdim. Çok güzel çok kullanışlı bir haritaydı.
O kadar ince detaylarla işlenmişti ki, gerçek olmayabileceği aklınızın ucundan
bile geçmiyordu. Ama biraz dikkatlice baktığınız zaman, kentin doğu yakasına
doğru giden tren hattının (U 32) son durağının adının Atlántida (yani Atlantis) olduğunu görebiliyordunuz.
Sonra bir de
“büyülü gerçekçilik” nedir diyorlar? İşte budur.
Şimdi metrosu
olmayan ama varmış gibi yapan bir kentte vakit geçiriyorum. Gerçek şu ki,
metrosu olan ama hayal gücünü kaybetmiş bir şehirde yaşamaktan çok daha iyi
geliyor bana. Bazen sadece insanlarla birlikte olmak istediğim için otobüse
biniyorum. Seyyar satıcılar, müzisyenler ve ellerinde kitaplarıyla sahanlıkta
durup gevezelik eden öğrencilerle şehrin merkezine doğru gidiyorum. Keyfim
yerindeyse içimden de bir şarkı tutturuyorum. Güzel oluyor.