Monday, August 04, 2014

Latin Amerika Notları IV - Büyü nereden geliyor?

BirGün Pazar
3 Ağustos 2014


Montevideo’da en büyük eğlencem otobüse binip bir yerden bir yere gitmek. Böyle deyince sanmayın ki, her şey harika işliyor. Hayır. Otobüsler köhne ve yavaş. Çoğu kez deli gibi gidiyorlar. Ama kalabalığa rağmen insanlar kibar, trafik İstanbul’a kıyasla çok daha rahat ve en önemlisi şehrin en uzak köşelerine bu şekilde ulaşmak mümkün. Üstelik okul saatleri içinde öğrencilere bedava.

Burada ulaşım ağırlıklı olarak otobüslerle yapılıyor. Eskiden troleybüs de varmış. Ama elektrik pahalanınca onları kaldırmışlar. Şimdi işi bizim halk otobüslerine benzeyen birkaç şirket yürütüyor. 1980’lerde İstanbul’daki otobüs yolculuklarını düşünün. Düşündünüz mü? Hani yuvarlak hatlı, koltukları harap, biletçileri iyice suratsız otobüsler. O görüntüyü tutun şimdi. Sonra üzerine vapurlardaki seyyar satıcıları ekleyin. Tamam işte. Buradaki otobüsleri elde etmiş oldunuz.

Seyyar satıcılar başlı başına hikaye aslında. Burhan Pazarlama’nın otobüs versiyonundan tutun da, azizlerin renkli resimlerini satanlardan, çiklet ve şeker tutanlara kadar her cinsi var. Ama benim en çok hoşuma giden müzisyenler oldu. Montevideo için uzunca sayılabilecek bir mesafe (en fazla 30 dakika) kat edecekseniz, kendinizi müzisyenlerin inip bindiği bir hatta buluyorsunuz. Gitarları ve bazen de bu kıtaya özgü telli bir çalgı olan “charango”ları ile otobüse atlıyorlar. Şarkılar genellikle bir durak sürüyor. Eğer durağı kaçırırlarsa ne gam! Biraz daha söyleyip öyle iniyorlar. Hepsi şoförleri tanıyor. Hatta selamlaşıp hal hatır soruyorlar.

Sokak müzisyenlerine dair fark ettiğim şeylerden biri şu: Asla rekabete girmiyorlar. Gösteri için her zaman sıralarını bekliyorlar ve birbirlerine karşı çok anlayışlı davranıyorlar. Hatta bazılarının, kendi gösterileri bittikten sonra gelen yeni müzisyenlere topladıkları paradan birkaç kuruş verdiklerini gördüm. Sembolik bir şeydi tabii. Ama biz gidiyoruz, sizin şansınız bol olsun gibi bir anlama geliyordu belli ki. Dayanışma güzel şey.

Ulaşım sistemine geri dönmek gerekirse, Montevideo’da bir yerden başka yere gitmek öyle korkunç bir macera sayılmaz. Hele İstanbul trafiğine alışık biri için keyifli bir seyahat bile sayılabilir. Yine de buradaki ilk günlerimizde, metro var mı diye bir bakındık. Buenos Aires’te karanlık ve eski püskü metro istasyonlarında beklemeye alışmıştık. Burada da otobüs yerine metroya binebileceğimizi düşündük.

Böylece metroyu aramaya başladık. İlk gün başarısızlıkla sonuçlandı. Ben bir yerde bir harita gördüğümden neredeyse emindim. Hatta Buenos Aires metrosunu çağrıştıran Subte tabelasını da hayal meyal hatırlıyordum. İkinci gün yine bulamayınca iyice meraklandım. Sonunda eve döndüğümüzde, internete girip bu meseleyi araştırmaya karar verdim ve böylece kendimi akıl almaz bir hikayenin içinde buldum.

Bulduğum sayfalardan birinde şöyle yazıyordu: “Montevideo bugün dünyanın büyük başkentleriyle, Londra, Milano ya da Rio de Janeiro ile, boy ölçüşebilecek bir metropoldür. İşte sonunda, Montevideo da kendi metro sistemine kavuşmuştur.” Altında da bir imza vardı: Estero Bellaco, Mühendis ve Montevideo Metro Şirketinin (CMM) Başkanı.

Montevideo metrosunun açılış töreninde sarf edildiği söylenen bu sözlerin altında ise tafsilatlı bir metro haritası yer alıyordu. Uruguay’ın başkentinin önemli noktalarını, yeraltından giden bir raylı sistem ile birbirine bağlayan bu haritada tam 13 değişik hat vardı. Kırmızı Hat kenti enlemesine kesiyor, Yeşil Hat ise sahil kısmını boydan boya kat ediyordu. Bunun dışında kentin nispeten eteklerinde kalan yoksul bölgeler için de birer metro hattı düşünülmüştü. Bu haritayı daha önce bir yerde gördüğümü hatırladım, ama nerede olduğunu çıkaramadım. Bunun dışında, bulduğum web sayfasında başka kent merkezindeki olmak üzere değişik metro duraklarının fotoğrafları ve hatta metronun yer üstünde ve altında görüntüleri vardı.

Bütün bunlar harikaydı elbette. Metro sistemi gerçek olsaydı tabii.

Biraz daha okuduktan sonra bunun bir sergiden alınma görüntüler olduğunu fark ettim. Montevideo’da metro falan yoktu. Muhtemelen daha uzun bir süre de olmayacaktı. Çünkü bazı hükümetler zeminin çok yumuşak olduğunu, bazı başka hükümetler de çok sert olduğu için kazılamayacağını iddia etmişlerdi. Sonuçta, hiçbir idare çok masraflı olacağı belli olan bu projenin altına girmek istememişti. Montevideo’nun metro düşü de böylece rafa kalkmıştı. Fakat kendini dünyanın büyük başkentleri ile aynı ayarda görmek isteyen Montevideo anlaşılan bu kadar kolay pes edecek değildi.

Uruguaylı bir reklamcı olan Marco Caltieri de bu hayali paylaşıyor olsa gerek ki, Montevideo Metrosu’nun daha önce bahsettiğim haritasını hazırlamış, açılış töreni konuşmasını yazmış ve hatta kimi teknikler kullanarak şehrin metro ile nasıl görüneceğini fotoğraflarla da göstermiş. Bütün bunlar kentin merkezindeki bir yeraltı salonunda büyük bir sergide halka gösterilmiş. “Montevideo’nun zaten yeterince sorunu var. Onun için hep birlikte sanki bu metro varmış gibi yapsak harika olmaz mı?” diye sormuş Caltieri. Valla Uruguaylıları bilmem ama kıtanın geri kalanını ikna ettiği kesin. Yazılana göre Şilili bir üretici firma Caltieri’ye ulaşıp metro için asansör satmak istemiş.

Bunları okuduktan sonra haritayı bir kez gözden geçirdim. Çok güzel çok kullanışlı bir haritaydı. O kadar ince detaylarla işlenmişti ki, gerçek olmayabileceği aklınızın ucundan bile geçmiyordu. Ama biraz dikkatlice baktığınız zaman, kentin doğu yakasına doğru giden tren hattının (U 32) son durağının adının Atlántida (yani Atlantis) olduğunu görebiliyordunuz.

Sonra bir de “büyülü gerçekçilik” nedir diyorlar? İşte budur.

Şimdi metrosu olmayan ama varmış gibi yapan bir kentte vakit geçiriyorum. Gerçek şu ki, metrosu olan ama hayal gücünü kaybetmiş bir şehirde yaşamaktan çok daha iyi geliyor bana. Bazen sadece insanlarla birlikte olmak istediğim için otobüse biniyorum. Seyyar satıcılar, müzisyenler ve ellerinde kitaplarıyla sahanlıkta durup gevezelik eden öğrencilerle şehrin merkezine doğru gidiyorum. Keyfim yerindeyse içimden de bir şarkı tutturuyorum. Güzel oluyor.