Tuesday, December 08, 2009
BEŞİNCİ ADAM
BirGün/ 13:37 06 Eylül 2009
Kanadalı yazar Robertson Davies, ‘Beşinci Adam’ (Fifth Business) adlı romanına bu terimi açıklayan bir alıntı ile başlar: “Opera ve kimi eski usul tiyatro oyunlarında, temel roller bellidir; başrolü oynayan kadın ve erkek oyuncuya ek olarak bir de kadının dert ortağı ve kötü adam tipleri vardır. Fakat kimi zaman bu dördünün dışında, beşinci bir kişi bulunur. Bu karakterin rolü belki diğerleri kadar önplanda değildir, ama taşıdığı bilgi nedeniyle düğümün çözülmesini sağlayan ve oyunu nihayetine erdiren de odur. Bu rollere genellikle ‘beşinci adam’ adı verilir.”
İlk bakışta önemsiz bir karakter gibi görünmesine rağmen, ‘beşinci adam’ algımızda bir kırılma yarattığı için oyunun gidişatında kilit rol oynar. Onun sayesinde her şeyi bambaşka bir ışık altında görürüz. Bir kader elçisi gibidir. Ya gizli bir bilgiye sahiptir, ya da sadece varlığıyla sürprizli bir gelişmeye yol açacaktır. Kimi zaman dışarıdan gelen ve olayların yönünü tamamen değiştiren bir yabancıdır. Kimi zaman, hep orada duran ama daha önce varlığının farkına varmadığımız biridir. Bir gün bir yerde ortaya çıkar ve hayatın akışını değiştirecek bir şey yapar. Sonra da geldiği gibi yok olur.
Benim hayatımda da elbet kahramanlar, anti-kahramanlar, kader arkadaşları, dert ortakları ve kötü adamlar var. Fakat ben, özel tarihimde kapladığı kısacık süreye rağmen yaşantımın akışını değiştiren birinden, yani hayatımın ‘Beşinci Adamı’ndan, söz etmek istiyorum.
Benim beşinci adamım silik biriydi. Ya da öyle değildi de öyle görünmeyi yeğliyordu diyelim. Hani şu hep bir köşede sessizce durup izleyenlerden. Çok düşünceli bir adamdı aslında. Yeni tanıştığımız dönemde bir kere kantinde karşılaşmıştık. Hafızam her zamanki gibi beni yine yarı yolda bırakmış ve ismini hatırlayamamıştım. Ben bunu düşünüp renkten renge girerken, o annesinin kendisine seslenişiyle ilgili komik bir olayı anlatma bahanesiyle bana ismini hatırlatmış ve zarif bir şekilde beni bu tatsız durumdan kurtarmıştı.
Sonra sıkça görüşmeye başladık. O hekimdi ama bir yandan da felsefe okuyordu. Bir kıza aşıktı, biliyordum. Ama bu konuda pek konuşmuyordu. Aslında herhangi bir konuda pek konuşmuyordu. Akşamüstleri gelip benim divana kurulur, çay içerken sessiz sessiz otururdu. Bazen usulcacık bir sesle Kierkegaard’dan bahsederdi. Ona göre en büyük düşünür oydu.
Hisar’da yarı beline kadar yerin altında kalmış küçük bir dairede yaşıyordum. Ev, yarısı mutfak olan tek bir odadan oluşuyordu. İçeride sürekli kaynayan çayın buharı odayı doldurup camları buğu yapmadığı zamanlarda pencereden insanların bacaklarını seyreder eğlenirdik. Kimi zaman bacaklara not verir, kimi zaman da bacağı böyle olan adamın üstü nasıldır diye bahse girerdik. Sonucu görmek için hemen yan pencereden bakmak yetiyordu: Yokuştan inenleri arkalarından seyredebiliyorduk. Bu bahisleri genellikle o kazanırdı.
O sene, bütün bir kış boyunca bana gelip gitti. Varlığımı rahatlatıcı bulduğunu düşünüyordum. Benim de bir itirazım yoktu. Çok zeki, çok incelikleri olan bir adamdı. Benim görmediğim şeyleri farkedebiliyordu. Onunla konuşmaktan büyük keyif alıyordum. Ama aslında kendimle uğraştığım bir seneydi. Kafam karmakarışıktı. Ne yapmak istediğimi bilmiyordum. Yanlış insanlara aşık oluyor, yanlış hedeflere koşuyor, bir türlü peşimi bırakmayan bir huzursuzluk içinde yaşıyordum. Hep anlamadığım bir şeyler vardı. Hep bir şeyleri çözmem gerekiyordu. Telaşlı, sabırsız ve hırçındım. Şimdi geriye baktığımda farkediyorum ki, sadece kendimden bahsediyor ve sadece kendimle ilgileniyordum.
O ise hep dinliyordu. Her zaman sakin ve huzurlu görünüyordu. Çaylar, kahveler ve içkiler içtik, bir sürü akşamüstü ile geceyi aynı şekilde geçirdik. O divanda sessiz ve ağır. Ben odanın içinde oradan oraya yürüyüp konuşarak, anlatarak, söylenerek ve hatta kimi zaman ağlayarak.
Bir öğleden sonra, pencerede bir tıkırtı duydum. Kafamı kaldırıp baktım, oydu. Bacaklarından tanıdım, ince uzun örümcek adam bacaklarından. Eğilip gülümsedi. “Bugün biraz dolaşacağım, yarın uğrarım,” dedi. Bahar gelmişti. Dışarıda güzel bir hava vardı. Yandaki pencereye koşup arkasından baktım. Vücudunun geri kalanı ince bacaklarına hiç benzemiyordu. O kadar uzun boylu biri için, çok dengeli bir şekilde yürüyordu. O dimdik yokuşu garip bir güvenle, hiç sallanmadan iniyordu.
Bu onu son görüşüm oldu.
Ölümünün ardından hep aynı şeyi düşündüm: Ona dair bildiğim ne vardı? Bu dünyada benden başka birilerinin de olduğunun ayırdında mıydım? Kimdi onlar? Ne düşünür, ne hissederlerdi?
Beşinci Adam, geldiği gibi birdenbire hayatımdan çıkıp gitti. Ama ondan sonra bir daha hiç bir şey eskisi gibi olmadı.
No comments:
Post a Comment