Tuesday, December 08, 2009
ERKEKLİK HALLERİ
BirGün/ 16:19 28 Haziran 2009
İlkokuldayken en büyük kâbusum ufak tefek hırçın bir oğlandı. Her fırsatta saçımı çeker, teneffüslerde kalem kutuma hamam böcekleri bırakır, akşam okuldan eve doğru yürürken çelme takıp beni düşürmeye çalışırdı. Arada bir oğlanlarla kızlar arasında kavgalar olurdu. O zaman en önde durur ve özellikle beni hedef alarak kafama mevsimine göre erik ya da kestane yağdırırdı.
Boş zamanlarında benimle uğraşmayı bir eğlence haline getirmişti. Aynı mahallede oturuyorduk, aynı okula gidiyorduk ve aynı sınıftaydık. Hiç kurtulma şansım yoktu. Adımı bile söylemiyordu. En çok gücüme giden de buydu. Diğer çocuklar kadar atak değildim. Aslında düpedüz hanım evladıydım. Bunu en önce o fark etmişti: Bana ‘Korkak tavuk!’ diyordu.
Bir gün üzerime yapışmış bu yaftadan kurtulabilmek için gözümü karartıp bir hamle yapmaya karar verdim. Alt sokaktaki inşaatın birinci katından atlayacaktım. Bütün çocuklar bunu yapıyordu. Bir ben yapmamıştım. Ayrıca aşağıda düşüşün şiddetini hafifletecek bir kum yığını vardı. Hafifçe salınıp kendimi bu tepeciğin üzerine bırakmak yeterli olacaktı. Korkudan bacaklarım titreyerek inşaata çıktım. Herkes aşağıdaydı. O da oradaydı. Diğer oğlanları toplamış, onlarla beraber gıdaklıyor ve artık takma adım haline gelmiş tamlamayı bağırıp duruyordu. Bu ses kulaklarımda uğuldarken, gözümü kapatıp atladım. Nasıl düşeceğimi planlayamadığım için kumun üzerinden kaydım ve kafa üstü yere çakıldım. Yüzümün bir tarafını kaplayan ve haftalarca geçmeyen yaralarla ömrüm boyunca yakamı bırakmayacak yükseklik korkusunu da böylece edinmiş oldum.
Garip olan şuydu ki, o gece aynı çocuk arada bir tüneyip sokağı seyrettiğim pencerenin altında saatlerce boşuna beklemiş ve anneannem onu yollayana kadar da evine gitmemişti. Halbuki ben iyileştikten sonra okulda karşılaştığımızda, tek kelime bile etmedi. Eve dönerken geride kalıp başka çocuklarla yürüdü. Okulda yemeğimi alıp kaçan iri yarı bir oğlanla kavgaya tutuşup sıkı bir dayak yedi. Ve bir kaç ay sonra, biz taşınıp giderken bir elektrik direğinin arkasına saklanarak ağladı.
Erkeklere dair düşünmeye bu olaydan sonra başladım. Pek acayiptiler. Hoyrattılar. Kavgacıydılar. Birbirlerine caka satmak için yapmayacakları yoktu. Seni itip kakıyorlar, sonra da oturup ağlıyorlardı. Anlaşılır gibi değildi. Dertleri neydi bunların? Erkeklerle ilgili kariyerimin daha sonraki aşamalarında da üç aşağı beş yukarı bu noktada takılıp kaldım, daha derinlikli bir algıya ulaşamadım.
Geçen hafta Emrah Serbes’in yeni çıkan öykü kitabı ‘Erken Kaybedenler’i okuyunca, uzunca bir süre kafa yorup sonra içinden çıkamayarak rafa kaldırdığım bu soruya geri dönmek zorunda kaldım.
Emrah Serbes’i, ilk kitabı ‘Her Temas İz Bırakır’ çıktığından beri ilgi ve heyecanla izliyorum. İlk iki kitabıyla hem iyi bir romancı olduğunu kanıtlayan, hem de küskün polis komiseri Behzat Ç.’yi yaratarak Türk polisiyesindeki bir boşluğu başarılı bir şekilde dolduran yazar, erkeklerin iç dünyasını insanın içine dokunan bir duyarlılıkla anlatma becerisine sahip olduğunun işaretini romanlarında da vermişti.
Son kitabında, erkeklik hallerinin daha erken bir aşamasıyla ilgilenmeye karar vermiş gibi görüyor. Öykülerindeki oğlanların hepsi, Behzat Ç.’nin çocukluğu gibi sanki. Hepsinin hikayesinde bir kırgınlık, bir tutulma, bir başaramama hali var. Emrah Serbes bütün bu oğlanların, çocukluktan erkekliğe geçerkenki kırılma hallerini anlatıyor. Hemingway’in öykülerindeki genç erkekler gibi, Serbes’in karakterleri de çoğu kez erkeklik modelleriyle hesaplaşıyor ve bu hesaplaşmadan yenik çıkıyorlar.
Bu öykülerin hepsi bir bakıma benimki gibi birer ‘düşüş hikayesi,’ kumu tutturamayıp kafa üstü taşa çakılmanın hikayesi.
‘Erken Kaybedenler’i (özellikle de “Korhan Ağbi’nin Kardeşi” adlı o müthiş öyküyü) okurken, ilkokul yıllarımın korkulu rüyası haline gelen o oğlana dair bir şeyleri anlar gibi oldum. Farkettim ki, o gün yere çakılan sadece ben değildim. Ben yüzüstü yere indiğimde, o da benimle düşmüştü aslında. Kapıda beklemeler, başka oğlanlara dayılanmalar, direk arkalarına saklanıp ağlamalar hep bundandı.
Benim yüzümdeki yaralar çoktan geçti. Emrah Serbes’in öykülerini okuduktan sonra oturup uzun uzun düşündüm: Onunkiler ne oldu acaba?
No comments:
Post a Comment