Sunday, December 20, 2009

Geç Kağıdı

BirGün/ 15:40 20 Aralık 2009

Lisedeyken hayatımızda ‘geç kağıdı’ diye bir şey vardı. Biz ona ‘geç otur kağıdı’ da derdik. Çünkü derse geç kaldığınız zaman öğretmen denen bariyerden kazasız belasız geçip sıraya oturmanın tek yolu buydu. Onu almadan sınıfa giremez, hayata karışamazdınız. Bu kağıdı almak da çok eziyetli bir işti gerçi. Müdür muavinine gidilir, sonra bin bir eza ile neden geç kalındığı anlatılır. Mazeretiniz uygun bulunursa, geç kağıdı verilir. Yoksa ‘yok’ yazılırsınız, devamsızlık sayılır falan filan. Bazan veliniz aranır, durumunuz izah edilir. Hatta bunu alışkanlık haline getirirseniz, okula alınmaz gerisin geriye eve postalanırsınız. Geç kalacaksanız birkaç kez düşünmeniz gerekir yani.
Yine de ‘geç kağıdı’nın hayatı kolaylaştıran bir tarafı vardı. Onu alınca, zamanı durdurmuş gibi olurdunuz. Hani tam ceza alacakken kurtulmanın, beladan mucizevi bir şekilde sıyrılıvermenin rahatlığı vardır ya, öyle bir hafiflik de gelirdi insanın üzerine. Sanki her şey düzelmiş, işler yoluna girmiş, yepyeni bir şans elde etmiş gibi hissederdiniz.
Bazen keşke hayatın kendisinde de ‘geç kağıdı’ olsa diye düşünüyorum. Onu verip kürsünün solundan kıvrılıp geçsek ve sıramıza otursak.
Geç kalmaktan hep korkmuşumdur. Ama hep derler ya, ‘korktuğun şey başına gelendir.’ Benim için de böyledir bu. Her şeye gecikmişimdir hayatta. İnsanlara, durumlara, olaylara, her şeye. Behçet Necatigil’in ‘Sevgilerde’ adlı o unutulmaz şiirinde söylediği gibi, hep “geniş zamanlar” umarken, “yılların telaşlarda bu kadar çabuk geçeceği”ni bilememişimdir.
Düşünüyorum da, başkalarının hayatında bir an evvel halledilip geride bırakılması gereken birer aşama olarak görülen değişiklikler, benim hayatımda ya ‘daha zamanım var’ hissiyle ertelenip durmuş ya da didiklene didiklene birer meseleye dönüşüp yılan hikayesi gibi uzamıştır. Bir modernlik hastalığı olan ve bizim nesilde gayet ağır seyreden ‘Hamlet sendromu’ndan mustarip olduğum için, “kararlılığın doğal rengi, düşüncenin soluk gölgesiyle bozulmuş,” ben bin düşünüp bir karar vermeye çalışırken trenler kaçmış, zaman geçip gitmiştir.
Oysa elimde bir ‘geç kağıdı’ olsaydı mesela, böyle mi olurdu? Neler yapmazdım ki! Doğru lafları zamanında eder, kayıp gidecekken tutamadığım arkadaşlarımı bu sefer yakalar, çeşitli sebeplerle dileyemediğim özürleri bu kez unutmazdım.
Düşünüyorum da, memleket olarak da durumumuz pek farklı değil aslında. Bize onu veren müdür muavinine dair iyi hisler beslemesek de, hatta asıl geç kalan biz değil de kağıdı verenin kendisi olsa da, Kürt Açılımı bir tür ‘geç kağıdı’ydı. Sanki yeniden demokrasi dersine katılma şansına sahip olmuşuz, bu sefer bahçede beklemek zorunda değilmişiz gibi gelmişti bana. Çoktan çözülmüş olması gereken bu soruna, bir kez daha el atıldığının göstergesiydi bu. Umudumuz ortak bir dil bulunması, akan kanın durması ve silahlar yerine siyasetçilerin karşı karşıya gelmesiydi.
Oysa geçen hafta yaşanan gelişmelerle yine sınıfın dışında kaldık gibi görünüyor. DTP’nin kapatılması ve iletişim kanallarının tamamen devre dışı bırakılması, muhtemelen uzunca bir süre daha bu derse dahil olamayacağımıza işaret ediyor.
Kapatılan DTP’nin başkanı Ahmet Türk son konuşmasında, şimdiye kadar şiddete hiç prim vermediklerini, aksine her seferinde silahların susması yönünde telkinlerde bulunduklarını söyledi ve demokratik düzlemde siyasi bir çözüm peşinde koşan DTP’nin yokluğunun kimseye bir faydası olmayacağını hissettirdi.
Kürt meselesi otuz senedir hepimizin canını yakıyor. Çözümü siyasette arayan bir partinin kapatılmasıyla bir ‘geç kağıdı’ daha yandı. Bir dahaki ne zaman gelir kim bilir.

No comments:

Post a Comment