Tuesday, December 08, 2009
‘GÖLGESİZLER’ VE MARQUEZ’İN BÜYÜKANNESİ
BirGün/ 14:38 15 Mart 2009
Gabriel Garcia Marquez, bir röportajında, sonradan “büyülü gerçekçilik” diye adlandırılan tarzını Kafka’ya borçlu olduğunu söyler. ‘Dönüşüm’ü okuduğunda ondokuz yaşındadır ve o zamana kadar hiç böyle bir şeyle karşılaşmamıştır. Romanın etkisinden uzun süre kurtulamaz. “Böyle yazmaya izin verildiğini bilseydim, ben de yazardım” der kendi kendine. Çünkü o zamana kadar roman denen şeyin geleneksel bir olay örgüsünü takip eden düz bir anlatı olması gerektiğini düşünmüştür. Oysa, Kafka’nın ‘ses’inde büyükannesinin masal anlatırkenki sesine benzer bir şeyler vardır. Marquez’in “tecrübeli bir pokercinin yüzüne sahipti” diye tarif ettiği büyükannesi gibi Kafka da, hikayeyi mütemadiyen yoldan çıkarmakla kalmayıp, sanki bu çok doğal bir şeymiş gibi ifadesini hiç değiştirmez ve istifini bozmadan anlatmaya devam eder. Marquez’e göre hikâye, ne kadar çılgınca olursa olsun, tam da bu nedenle içimize işler.
Hasan Ali Toptaş’ın ‘Gölgesizler’ adlı romanını okuduğumda çok heyecanlandığımı hatırlıyorum. Marquez’in Kafka ile ilk karşılaşmasında hissetiğine benzer bir heyecana kapılmıştım. Ama Marquez’den farklı olarak, ben sadece, “Keşki ben de böyle yazabilseydim” diyebildim.
‘Gölgesizler,’ bildiğim hiç bir taşra romanına benzemiyordu. Bilinen klişelerin hiç birine düşmeden taşralı bir hikaye anlatabiliyor olması bir yana, akıldan çıkmayan karakterleri, karmaşık kurgusu ve şiirli diliyle beni yakalayıvermişti. Ama bunlardan da önemlisi kitabın varoluşa dair bir meselesi vardı ve bunu hiç sesi titremeden anlatmayı başarıyordu. Toptaş’ın yazdığı her cümle parlıyor, hiç bir şey cansız, sahte ya da soluk durmuyordu. Başkalarının eline yapışıp kalıverecek imgeler, onun elinde canlanıyor unutulmaz detaylara dönüşüyordu. Yazar, ufacık zaafları yüzünden nice yiğitlerin kellesinden olduğu bir turnuvaya katılmış ve burnu bile kanamadan çıkmış gibi görünüyordu. Üstelik bütün bunlar sanki çok doğalmış gibi yapıyordu. Hani bu kadar iyi yazmak çok kolay bir şeymiş de, o da yazıvermiş gibi anlatıyordu her şeyi. Yani, Marquez’in büyükannesinden pek bir farkı yoktu.
‘Gölgesizler’e geri dönmemin sebebi malum. Romanın öyküsünü temel alan Ümit Ünal filmi geçtiğimiz günlerde vizyona girdi. Edebiyat uyarlaması her zaman zor bir alandır, buna dair bilinen şeyleri tekrarlamaya gerek yok. ‘Gölgesizler’in filme alınması özellikle güç bir öykü olduğunu düşünüyorum. Yönetmen de bunun tamamen farkında olsa gerek ki, kendi filminin kitaptan çıkabilecek bir çok filmden yalnızca biri olduğunu söylüyor. Bütün bunlar göz önüne alındığında, filmin gayet izlenebilir bir yorum olduğunu söyleyebiliriz.
Bundan filmin sıkıcı olduğu sonucu çıkmasın: bütün hikayeyi başından sonuna kadar hiç azalmayan bir ilgiyle izledim. Ama ne yalan söyleyeyim, filmden aldığım keyif kitaptan aldığım hazzın yanında çok cılız kaldı. Karakterleri kafamda canlandırdığım gibi bulmadığım için değil (hemen hepsi doğru seçimlerdi, hatta Hakan Karahan’ı izleyince daha önce hayal ettiğim bekçiyi kibarca bir kenara bırakmak zorunda kaldım).
Benimki elbette kitabı okumuş ve sevmiş birinin huysuzluğu, ama karakterlerden çok filmin anlatımıyla ilgili. Film, romanın kurgusal inceliklerinden nasibini almadığı için anlatının katmanlı dokusunun hakkını veremediği gibi, yazarın dili ile karakterlerin dilleri arasındaki mesafeyi yansıtamadığı için de metnin yukarıda tarif ettiğim ‘Kafkavari’ etkisini azaltıyor. Toptaş’ın romanı, olağandışı olana olağanmış muamelesi yaparken (yazar, kimi zaman feleğin çemberinden geçmiş bir taşra doktorunun bezginliğiyle, kimi zaman da görmüş geçirmiş bir astsubayın soğukkanlılığı ile anlatıyor hikayesini), filmde daha çok teatral bir anlatım seçilmiş. Yönetmen grotesk olanın altını çizmeyi tercih etmiş anlaşılan. Benim gözümde, bu önemli bir tercih ve hikayeyi sıradan bir öykü haline getiriyor.
Bir başka tercih de, romanın üzerinde durduğu belirsizliklerle ilgili. Film, hayalle gerçeğin iç içe geçtiği bir dünyayı kabul eder gibi görünse de, aslında tek bir gerçekliği temel almak ve sebep-sonuç ilişkileriyle yürüyen akılcı bir dünyaya inanmak istiyor. Bir yandan, biri kentte (varsayılan gerçeklikte) biri köyde (hikayenin içinde) iki berber dükkânının geçişliliğini gayet güzel aktarırken, bir yandan da hikayeyi bir neticeye bağlama arzusuna direnemiyor ve her şeyi açıklığa kavuşturacak bir suçlu seçiyor. Filmin finalindeki olayları izah etme çabası, ‘gölgesizler’i etten kemikten karakterler, yani sizin benim gibi ‘gölgeliler,’ haline getiriyor. Bu da, ‘Gölgesizler’e gölge düşürüyor.
Toptaş’ın romanı, kendi karakterlerinden biri olan berberin de dediği gibi, "hem burada, hem de çok uzaklarda" olmak isteyen bir roman. Ümit Ünal’ın filmi ise romandaki belirsizliklerle baş edemediği ve kendini dramatik kurgu açısından bir seçim yapmak zorunda hissettiği için uzaklara kadar varamayan ve burada dizimizin dibinde duran bir film.
Filmin bütününe bakıldığında romanın zeminini oluşturan o puslu atmosferin izine rastlayamıyoruz.
Bunun, sinema diline aktarılması güç bir yazınsal özellik olduğunu söyleyenler olacaktır ve muhtemelen haklıdırlar. Yine de bu gerçekleşmediği sürece hikayenin doğru aktarılmış sayılamayacağını düşünüyorum.
No comments:
Post a Comment