Sunday, October 31, 2010
Mark Twain'in Son Numarası
BirGün
31 Ekim 2010
Berkeley Üniversitesi şu aralar bir edebiyat olayı nedeniyle heyecanlı günler yaşıyor. Senenin başında üniversitenin Mark Twain Projesi ekibi, yazarın şu ana kadar bekletilen otobiyografisini kütüphaneden çıkarıp yayına hazırlayacağını duyurmuştu. 5000 sayfalık bir metni bir süredir elden geçiren bu ekibin çalışması sayesinde, kitabın ilk bölümü üniversitenin yayınevinden 15 Kasım’da çıkacak.
Öyle görünüyor ki, keskin zekası ve muzipliğiyle ünlü Amerikalı yazar, ölümünden tam yüz yıl sonra edebiyat sahnesinde bir kez daha boy gösterip okuyucularıyla selamlaşacak. Hayranları ellerini kavuşturmuş heyecanla bekliyorlar. Konuyla ilgili kimileri de ellerini oğuşturuyor tabii. Bu kitap iyi satacak gibi görünüyor. Haberlere göre, daha şimdiden internetin en büyük kitap satış sitesi olan Amazon’un listesinde birinci sıraya oturmuş. Yazarın uzmanları bunun senenin edebiyat olayı olduğunu söylüyorlar.
Mark Twain’in son numarasının biraz gecikmeli de olsa mükemmel işlediğini kabul etmek zorundayız.
Gecikmeye gelince, bu da numaranın bir parçası aslında: Yazar ömrünün son altı senesinde stenograflara dikte ettirerek yazdığı yaşam öyküsünün ölümünden bir asır sonra yayınlanmasını istemiş. Varisleri elyazmalarını Berkeley’e bağışlayınca, üniversite de 1910 senesinde ölen yazarın vasiyetini yerine getirmiş. Rivayet şu ki, Mark Twain ne kadar sivridilli ve lafı gediğine oturtan biri olsa da, söylediklerinin başkalarını incittiğini görmeye dayanamayacak kadar yufka yürekliymiş. Biyografisinin ölümünün üzerinden seneler geçtikten sonra yayınlanmasını istemesi de bundanmış.
Kitabı yayına hazırlayanlar, otobiyografinin önümüzdeki ay basılacak ilk cildinin özellikle yazarın Hristiyanlığa dair düşüncelerini yansıttığını söylüyorlar. Bu da metnin bu kadar gecikmeli bir şekilde basılmasını açıklayan nedenlerden biri olabilir. Mark Twain’in din konusundaki tutumunun gayet muhalefetli olduğu bir sır sayılmaz. Bu meseleye dair fikirlerinin öyle kolay yenilir yutulur şeyler olmadığını, göreceği tepkilerden çekindiği için yine ölümünden sonra basılan ‘Yeryüzünden Mektuplar’ adlı kitabından biliyoruz.*
“İncil’de canımı sıkan şey anlamadığım kısımlar değil, anladığım kısımlar,” diyen Mark Twain’in tam olarak neyi kastettiğini, ‘Yeryüzünden Mektuplar’ı okuduğumuz zaman daha iyi anlarız. Twain, Hristiyanlığın öğretilerine pek ikna olmuş gibi görünmez. Kitaba adını veren hikaye, işlediği kabahat sonucunda cennetten kovulup dünyaya atılan insanoğlunun macerasını izleyen Şeytan’ın başmelekler Gabriel ve Michael’e bu konudaki gözlemlerini aktardığı onbir mektuptan oluşur. Bu mektupların her birinde, Tanrı ile insanın ilişkisine mizah yüklü bir perspektiften bakar Mark Twain. Yalnızca insan değildir hedefi. Evet, insanoğlu açgözlü fırsatçı ve nankördür belki, ama Tanrı da pek mükemmel sayılmaz. Kendisi kullarını zalimce cezalandırırken, onlara biri tokat atarsa öbür yanaklarını dönmelerini söylemektedir. Benim kitabımda buna çifte standart derler, diye anlatır Şeytan.
‘Yeryüzünden Mektuplar’ın en güzel öykülerinden biri de, cennetten kovuluş hikayesinin Adem, Havva ve Şeytan tarafından tutulan günlüklerde ayrı ayrı anlatıldığı bölümdür. Bu üçünün arasında en eğlencelisi, etrafında olup bitene anlam vermekte zorlanan safça bir karakter olarak çizilen Adem’dir. Havva için şöyle yazar: “SALI — Şimdi de bir yılanla görüşmeye başladı. Diğer hayvanlar derin bir nefes aldılar. Artık onlarla bir takım deneyler yapıp canlarını sıkmıyor. Ben de memnunum doğrusu. Çünkü bu yılan konuşuyor. Böylece biraz dinlenebiliyorum.”
Yakında basılacak olan yaşam öyküsünün de ‘Yeryüzünden Mektuplar’dan pek bir farkı olduğunu sanmıyorum. Mark Twain eminim bu kitapta da, fırsatını bulduğu her yerde bağnazlıkla, mantıksızlıkla ve kendini gereğinden fazla ciddiye alan her ideolojiyle hiç acımadan dalga geçecektir.
Kendisinden bir çocukluk anısını anlatmasını isteyen gazeteciye şunları söyleyen birinden söz ediyoruz: “Ne anlatayım ki kendim hakkında? Var olduğumdan bile emin değilim. Benim bir ikiz kardeşim vardı. O kadar birbirimize benzerdik ki, boynumuza taktıkları birer kurdela ile birimizi diğerimizden güç bela ayırabilirlerdi. Bir sabah yıkanırken kurdelalarımızı çıkardık. Birimiz boğuldu. Hangimizin boğulduğu hiç bir zaman anlaşılamadı.”
Bu adamın yaşam öyküsü okunmaz mı?
* Meraklısı için: Bu kitabın bir kısmı Akşit Göktürk’ün güzel Türkçesiyle Yapı Kredi Yayınları’ndan “Adem’le Havva’nın Güncesi ve Seçme Öyküler” adı altında yayınlanmıştır.
Sunday, October 24, 2010
İtalyan Prova
BirGün
24 Ekim Pazar
Bir tiyatrocu arkadaşım beni provaya çağırmıştı. Bildiğim sevdiğim bir oyundu ama hiç sahnede görmemiştim. Önce oyunun tadını kaçırmamak için gitmek istemedim ama sonra merakıma yenildim ve izlemeye karar verdim. Ben girdiğimde salon karanlıktı. Sıralar arasında sessizce süzüldüm ve arka koltuklardan birine yerleşip heyecanla olacakları beklemeye başladım.
Biraz sonra oyun başladı. Ama bir gariplik vardı. Her şey inanılmaz bir hızla ilerliyor, bütün replikler makinalı tüfek gibi art arda diziliyor, oyuncular sahnede bir oraya bir buraya koşturup duruyordu. Yönetmen arada bir müdahale ediyor, oyun bir süre duruyor, sonra yine aynı akılalmaz hızla ilerliyordu. Hayretler içinde başından sonuna kadar seyrettim. Çıkışta biraz şaşkın biraz da hayalkırıklığı içinde ‘Bu da neydi allahaşkına?’ diye sordum. Arkadaşım gülümsedi. ‘İtalyan provaydı, canım’ dedi.
Tiyatroda ‘İtalyan geçiş’ de denen provayla böylece tanışmış oldum. Esas olarak oyun sergilenmeden kısa bir süre önce yapılan kostümlü provaya benziyordu. Bunda da oyun baştan sona akıyor, hatalar ve eksikler düzeltiliyor, hatta kostüm ya da dekora dair ufak tefek değişiklikler yapılıyordu. Bir tür genel provaydı aslında. Tek bir farkla: bütün replikler iki misli hızla söyleniyor ve normal koşullar altında diyelim ki dört saat sürecek bir prova iki saatte tamamlanıp bitiyordu. İtalyan geçiş denmesi de bundandı zaten. Mizah duygusu olan biri, bu provaya hızlı konuşulan bir dil olan İtalyanca’dan esinlenerek bu ismi uygun görmüştü anlaşılan. Bunun çok yerinde bir tespit olduğunu söyledim arkadaşıma. Çünkü o hızla söylendiğinde bütün replikler kulağa İtalyanca gibi geliyordu. Oyundan pek bir şey anlamamıştım.
Şimdi de bundan pek farklı bir durumda değilim aslında. Bu yeni hayatta her şey çarçabuk olup bitiyor. Ben yetişene kadar insanlar söyleyeceklerini söylüyor, perde kapanıyor, oyun sona eriyor.
Mesela restoranları ele alalım. Gidip oturuyorsunuz, tepenize bıcır bıcır konuşan ve söylediklerinin yarısı anlaşılmayan bir kızcağız dikiliyor. Diyelim ki salata ısmarlayacaksınız. Bir salata ne kadar karmaşık olabilir ki? Öyle değil işte. Kız nefes almadan saymaya başlıyor: etli mi, tavuklu mu, yoksa vejetaryen mi? Peki ya nasıl sos koymalı: hardalla bal mı, zeytinyağı ve sirke mi, mayonezli mi, sarmısak olsun mu olmasın mı, üzerine kruton koyalım mı? Bu noktada artık boş boş bakmaya başlıyorum. Bir yandan açlıktan zil çalan midemin sesini bastıracak bir şeyler araştırırken, öte yandan da ekmekleri kuruttukları için mi onlara ‘kuru-ton’ dediklerini düşünürken buluyorum kendimi.
Bu terane ısmarladığınız her şeyle tekrarlanıyor. Hamburgerinizin yanına salata mı patates mi? Et yemeğini ekşi kremayla mı yok efendim peynirle mi alırsınız? Hiç bir şey hazır ve sunulabilir halde değil. Her aşamada özgür iradenizi kullanarak seçmeniz ve bunu hızlı bir şekilde muhatabınıza bildirmeniz bekleniyor. Yemeğinizi ısmarlamayı başardıysanız, başka bir sıkıntı başlıyor. Tabağınızdaki yemek bitmeden (herhalde bu konuda çok katı bir kural var ki, şu ana kadar bunu ihlal edene rastlamadım) getirip hesabı burnunuza dayıyorlar. Biraz yavaş yerseniz, yine olmuyor. Bu sefer yanınıza gelip ‘Bitirdiniz mi?’ diye soruyorlar. “Evet, ama tabağımdaki yemek artıklarını seyretmekten hoşlanıyorum,” demek geliyor içimden.
Ama en çok zoruma giden ne biliyor musunuz? Sabahları kahve almak. Zaten bin çeşit kahve var. Bir de nasıl içtiğiniz söz konusu olunca, işler iyice karışıyor. Herkes için değil tabii. Önümdeki sarışın bir an bile tereddüt etmeden saydırıyor: “Kafeinsiz, yağlı süt (süt için yer bırakalım), (ah hayır, soya olmasın) karamel sosu ve krema ekleyin, büyük boy bardağa koyalım ve evet kağıt bardak çünkü yanımda götüreceğim.”
Ağzım açık bakakalıyorum. Ben marketten şampuan alırken bile üç saat düşünen biriyim. Kahve için sunulan seçenekleri bir araya getirince – hesapladım – tam 64 değişik kombinasyon çıkıyor ortaya. Bütün bu kararları toplam yirmi saniyede nasıl verebilirim?
Kabuslara özgü bir yavaşlıkta tezgâha yaklaşıyorum ve “Kahve, lütfen” diyorum kısık bir sesle. Herkes bana bakıyor. Arkamdan sabırsız sesler geliyor. Ne diyeceğimi bilemiyorum.
Burada bütün şehir İtalyan provada. Bense ezberimi yapmamışım. Suçluyum.
Sunday, October 17, 2010
Ötekinin Yüzü
BirGün
17 Ekim 2010
Litvanya asıllı Fransız düşünür Emmanuel Levinas, felsefeye etiğin önceliğini ilan ederek başladığı için benim gözümde önemli bir adamdır.
İlk bakışta biraz yadırgatıcı görünebilir ama Levinas bize ahlâkın varlıktan önce geldiğini söyler. Yani felsefenin en önemli meselesi olan ‘Neden varım?’ sorusunu bekletir ve onun yerine şununla başlar: ‘Burada olmaya hakkım var mı?’ İlginç bir sorudur bu. Hele felsefeye başlamak için. Çünkü Batı felsefesi tarihi, ‘Ego’nun kendine dair düşünmesinin tarihidir aslında. Levinas ise ‘Ego’dan değil de, onun karşısında duran şeyden, ‘ben’den değil de ‘başkası’ndan başlarsak hayat nasıl bir şey olurdu, düşünce nasıl şekillenirdi, işte bunu sorar.
Levinas’a saygı duyarım. Yalnızca bu hamleyi yaptığı için değil. Bize sosyologların ya da siyasetçilerin anladığından çok daha başka bir “öteki” kavramı sunduğu için de. Onun için ‘öteki’ bir grup insana verilen bir isim değildir. Levinas’ın ötekisi bir kişidir. Bir birey de değildir bu, çünkü siyasi değildir. Bir insandır. Ama benim gibi de değildir. Benden başka olandır. Bana benzemeyen ve bu başkalığıyla beni kendim dışında kalan her şeye dair düşünmeye çağırandır. Yani ‘Ego’yu sınırlarını aşmaya zorlayandır. Felsefe de buradan başlamaz mı zaten?
1961 yılında yayımladığı ve en önemli yapıtlarından biri olan ‘Bütünlük ile Sonsuzluk’ta, Levinas’ın etikten bahsederken gündelik ahlak anlayışından söz etmediğini anlarız. Onun için etik, ‘öteki’ ile girilen yüz yüze ilişkide saklıdır. Bize önce şunu hatırlatır: ‘öteki’ bir başka ‘ben’ değildir. Bunu ancak ‘öteki’ ile yüz yüze geldiğimde anlayabilirim. ‘Öteki’ yüzünü bana sunduğunda, benden farklılığını açık eder. Benden ilk talebi ona zarar vermememdir. Bütün çıplaklığı ile bana şunu buyurur: ‘Beni öldürme!’ Bu yüzün ifadesi aynı zamanda hem direncin ve hem de savunmasızlığın izlerini taşır. Onun içindir ki, Levinas ‘ötekinin yüzü’ derken “bir dul, bir yetim, bir yabancı”dan bahsettiğini hatırlatır bize.
O zaman ‘öteki’nin benden başkalığını belirleyen, yani onu ‘Öteki’ yapan yüzüdür aslında. Adalet de ancak bu yüzün varlığında mümkündür, çünkü onu görmediğim sürece insan olarak sorumluluklarımın da farkında olamam.
Peki, ya ‘öteki’nin sorumluluğu diyecek olursanız, Levinas’a göre, bu beni ilgilendirmez. Benim yüzümün çıplaklığı karşısında hissettiği şey onun meselesidir. Yani ona duyduğum sorumluluk, onun benden sorumlu olup olmamasından bağımsız olarak vardır ve önceliklidir. Levinas bu noktada Dostoyevski’yi alıntılar: “Hepimiz her şeyden sorumluyuz ve herkese karşı suçluyuz. Ama ben herkesten daha fazla böyleyim.”
Geçenlerde, Fransız Anayasa Mahkemesi’nin yüzü örten giysilerin kamuya açık yerlerde yasaklanmasını öngören yasayı onayladığını okudum. Haberde küçültücü bir çok detay vardı tabii. Mesela, yasayı hemen devreye sokmayacakları ve bunu sindiremeyenlere özel ‘vatandaşlık dersleri’ verecekleri yazıyordu. Bu sürede kadınların "yüzleri örtülü olmayan bir hayat olasılığını değerlendirmesi" düşünülüyormuş. Halkı ikna etmek için de ''kamuoyunu bilinçlendirme'' kampanyası düzenlenecekmiş.
Tasarının yasalaşma aşamasında sunulan gerekçeleri okuyunca hiç şaşırmadım. Fransa’daki yaşam biçimine ve cinsiyet eşitliği ilkesine uymadığı gerekçesine ek olarak güvenlik meselesi de konu ediliyordu. Yasaya karşı çıkan kampta ise, ırkçılık ve yabancı düşmanlığıyla mücadele eden dernekler var. Onlar da, bu ülkede yaşayan 2 bin civarında peçeli çarşaf giyen kadının haklarının iade edilmesi talebiyle gerekirse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne gideceklerini söylüyorlar.
Her iki taraf için de söylenecek çok şey var. Ama bunları siyasetbilimcilere bırakacağım. Ben Levinas’a geri dönmek istiyorum. Ona göre dünyadaki bütün zalimlikler ötekinin yüzünü görememekten kaynaklanır.
Graham Greene’in çok sevdiğim romanı ‘Güç ve Zafer’den Zizek’in sıkça alıntıladığı şu meşhur pasajı hatırlayalım: “Bir adamın ya da kadının yüzünü gözünüzün önüne getirdiğinizde, merhamet hissiniz hemen canlanır – bu özellik Tanrı’nın sureti olmasından gelir. Gözlerinin kenarlarındaki çizgileri gördüğünüzde, ağzının şekline dikkat ettiğinizde, saçların nasıl uzamış olduğunu farkettiğinizde, ondan nefret etmek artık mümkün değildir. Nefret hayalgücünün yetmediği yerde başlar.”
Bunları okuyunca bu ilişkiyi olanaksız kılanın kim olduğunu düşünmekten kendimi alamadım. Yüzlerini kapatıp ‘ötekilik’lerini gizleyen peçeli kadınlar mı, yoksa onları bir ‘kalabalık’ olarak algılayan ve kendilerine benzetmeye çalışan Fransızlar mı?
Peçeli kadın yüzünü vermiyor, onu gizlemekte direniyor. Peki ya o peçe açılsa, Fransa ‘öteki’nin yüzünü görmeye hazır mı?
Herkesin hayalgücü bol olsun.
Sunday, October 10, 2010
Unutmak
Hafızam hiç bir zaman çok parlak olmamıştır. Eskiden buna üzülürdüm. Sonra anladım ki, unutkanlık o kadar da kötü bir şey değil. Öyle ki, buna bir hediye gözüyle bile bakabiliriz aslında. Gündelik hayatı kimi zaman içinden çıkılmaz hale getirse bile, şanslı bir durum olarak görebiliriz.
Unutkanlığımın derecesini bilen ve bunu dehşetle karşılayan bir arkadaşım vardı. Bir keresinde saklayamadığı bir gururla şöyle demişti: “Ben hiç bir şeyi unutmam, ama hiç bir şeyi.” Ona bunun aslında sevinilecek bir şey olmadığını söyleyememiştim. Benim gözümde onunki kadar kuvvetli bir hafızası olan biri düpedüz lânetli sayılırdı.
“Geçmişin gücüne benim kadar duyarlı biri daha yoktur. Mutlu ya da acı her hatıra gelip kalbime bir bıçak gibi saplanır, hep aynı hisleri uyandırır. Böyle saçma biriyim ben işte: Hiç bir şeyi unutmam – ama hiç bir şeyi!”
Lermontov ‘Zamanımızın Bir Kahramanı’nda Peçorin’e bunları söyletirken, aynı lânetten söz eder. Şunu der gibidir: hatırlamak belâlı bir şeydir.
Yüzbaşı Peçorin de öyledir. Belâlı yani. Lermontov’un karakteri roman aleminin en zor kişilerinden biridir. Kuşkucu ve inançsızdır bir defa. Kadınları birbiri ardına baştan çıkarırken, kendisi asla teslim olmaz. Çünkü ne mutluluğa ne de geleceğe dair bir inancı vardır. Kendisinin ya da başkalarının duygularının gerçekliğine ikna olmaya en çok yaklaştığı anlarda bile, dünyaya bakışı değişmez: hayat sıkıcı, varoluş anlamsız, ölüm kaçınılmazdır. O zaman herhangi bir şeyin peşinden koşmanın ne anlamı vardır? Peçorin, başka şeyler gibi, bunu da unutmaz.
Sonu benzemesin, benim arkadaş da Peçorin’den izler taşıyordu. Kimseye güvenmezdi. Galiba kendisine bile. Çok zekiydi. İnsanları bazen onların kendilerini anladıklarından daha iyi kavrar, en karmaşık durumları bütün inceliklerine kadar görürdü. İkimizin de şahit olduğu bir sahneyi bir de onun ağzından dinlemeye bayılırdım. Farkına bile varmadığım bir sürü ayrıntıyı çıkarıp gösterirdi. Ve tabii hiç bir şeyi unutmazdı. Her olayı en küçük detayına kadar zihnine kaydeder, yeri gelip de hatırlanması gerektiğinde upuzun bir konuşmayı eksiksiz bir şekilde tekrar edebilirdi.
Uzun bir arkadaşlıktı bizimki. Fakat zamanla uzaklaştık, görüşmez olduk. Neden, diye düşündüm geçenlerde. Eskiden bu kadar keyif aldığım bir arkadaşlık, bana neden aynı tadı vermiyor artık? Oysa hiç bir şey değişmedi, dedim kendi kendime. Sonra farkettim ki, sorun da bu zaten. Değişen hiç bir şey yok. Hep aynı şeyleri konuşuyoruz. Aynı hikayeleri tekrar edip duruyoruz. Çünkü o hiç bir şeyi unutmuyor, geride bırakmıyor. Kalp kırıklıkları, sevecenlikler, hatalar ve güzellikler, hepsi onun zihninde yaşandıkları ilk andaki kadar canlı bir şekilde duruyor. Oysa bu şekilde mumlanıp saklandığı zaman, yaşantılar tecrübeye dönüşmüyor. Hayat ilerlemiyor. Aksine, bütün kapıların aynı odaya açıldığı bir döngü haline geliyor.
Ünlü roman kuramcısı Franco Moretti, her zamanki muzipliğiyle, Peçorin’in durumunu andıran bu tıkanmaya ‘kronolojik kısa devre’ adını verir. Üstesinden gelinemeyen tecrübenin zamanda bir tür katlanma yarattığını ima eder bununla. Bu karakterler için hayatın kendisi bir travma gibidir sanki. Öyle bir tekrarlama, ileri gidememe hali içindedirler.
Yine de asıl ilginç olan, Moretti’nin hafızayı değil de unutkanlığı öğrenmenin esası olarak görmesidir. İlk anda çelişik görünse de doğrudur bu. İleri gitmek, yani bir andan diğerine geçmek için, zamanı tarihsel bir süreç olarak algılamak gerekir. Unutmayan biri içinse zaman ‘tarih’ haline gelmez, bir noktada durur. Böyle birinin tecrübesi asla ‘geçmiş’in bir parçası olmaz, sonsuz bir ‘şimdi’de sıkışıp kalır.
Korkutucu olan da budur aslında. Çünkü tecrübenin kendisi ne kadar iyi olursa olsun, yeniden ve yeniden yaşandığı zaman bir felâket haline gelebilir.
Öyleyse, deneyimden bir şey öğrenmenin yolu onu önce tutup sonra bırakmaktır. Hem de çok bekletmeden. Eğer geçmişin izlerinin üzerinde dönüp durmak istemiyorsanız tabii.
Sunday, October 03, 2010
Bir 'edebi' karakter olarak Kezban K.
BirGün
3 Ekim 2010
‘Madam Bovary’i ilk kez okuduğumda romanın tümünü görememiştim. Karakteri de tam olarak anlayabildiğimi sanmıyorum. Emma Bovary sahte ve bayat görünmüştü gözüme. Bütün o çırpınışlarında, hezeyanlarında beni rahatsız eden bir şey vardı. Üstelik bütün derdi sınıf atlamak değil miydi bu kadının?
Hakikaten de Emma genellikle hayalperest, hafifmeşrep ve ihtiraslı bir kadın olarak okunur. Kitabı ilk kez okuyanlar, bedeli ne olursa olsun yükselmek isteyen taşralı bir kız görürler. Ne var ki, ‘Madam Bovary’ yalnızca bir sınıf hikayesi değildir. Kitabın üzerinde öyle yazıyor olsa da, sadece bir taşra hikayesi de değildir. Emma Bovary’nin hikayesi, bundan çok daha fazlasıdır.
Mesela benim için Emma’yı bir karakter olarak anlaşılır kılan şey edebiyatla olan ilişkisidir. Flaubert, her zamanki hinliğiyle, onu romanlarla beslenen bir roman kahramanı olarak tasarlamıştır. Emma hayatı edebiyat üzerinden anlar ve yaşar. ‘Edebilik’ ya da ‘kitabilik’ diye tanımlayabileceğimiz bu durum, onu Don Kişot’la, Dostoyevski’nin Yeraltı Adamı’yla, hatta ‘Tutunamayanlar’ın Selim’iyle bile kardeş kılar. Çünkü onlar gibi Emma da gerçeklikle bağını edebiyat üzerinden kurar. Bu bağ hepsinde elbette farklı bir noktadan kurulur. Ancak yine de şunu söyleyebiliriz: Don Kişot için şövalye hikayeleri neyse, Emma için de aşk romanları odur. İkisi de hayatlarını hikayeler üzerinden yaşarlar.
Onun için Emma da en az Don Kişot kadar gerçeklikten kopuktur. Biri yeldeğirmenlerine savaş açarken, öbürü elinden düşürmediği aşk romanlarının şekerli romantizmine bulanmış bir dünyada yaşar. Emma için hiç bir şey sıradan değildir. Olamaz da zaten. Onun dünyasındaki her şey büyülüdür. Her şey olağanüstü, mükemmel ve eşsizdir. Onun içindir ki, gayet renksiz ve sıradan bir adam olan kocası Charles’dan bir kahraman yaratmaya çalışır. Onun içindir ki, düpedüz zampara olan Rodolphe’u asil ruhlu bir erkek olarak görür. Onun içindir ki, yavan ve bencil bir genç adam olan Leon’u sadık bir aşık olarak düşünmek ister.
Hanefi Avcı’nın tutuklanmasından sonra, gönül yoldaşı – ya da kendi deyimiyle ‘fikirdaşı’ – olan Kezban Küçük’le NTV’de yapılan söyleşiyi izledim. Söyleşiyi yürüten Mirgün Cabas’ın, artık nezaketinden mi yoksa şaşkınlığından mı, bir türlü kesmeyi başaramadığı uzun bir konuşmaydı bu. ‘Bir edebiyat öğretmeni’ olan Kezban Küçük, büyük bir samimiyetle Hanefi Avcı’nın ne kadar ‘olağanüstü’ bir adam olduğunu, onu ne kadar büyük bir aşkla sevdiğini ve çok yakında nasıl mütevazı ama mutlu bir hayata başlayacaklarını anlattı bize. Bunda hayranlık duyulacak bir şey var tabii. İnsanın kendini bu kadar saf ve inançlı bir şekilde ortaya koymasından etkilenmemek mümkün değil.
Yine de Kezban Küçük’ü seyrederken, elimde olmadan Madam Bovary’i hatırladım.
Düşündüm de, anlattıkları ne kadar inanılması güç olsa da, Kezban Küçük’e sahte demeye kimsenin dili varmıyor. Çünkü hep beraber hissediyoruz ki, onun yaşadığı biçimiyle olanlar sahte falan değil. Basbayağı gerçek. Tıpkı hayatı kitaplara uydurmaya çalışan Emma’nın aşkları gibi. O da Emma gibi ‘gerçekçi’ olmayan beklentilerine rağmen son derece sahici. Söylediklerine kesinlikle inanıyor. Herkesin gerçekten ‘olağanüstü,’ ‘muhteşem’ ve ‘harika’ olduğunu düşünüyor. Onun dünyasında başka türlüsü mümkün değil çünkü. Üstelik bunları söylerken sağda solda yazıldığı gibi rahat falan değil. Gayet kırılgan görüyor. Hepimiz biliyoruz ki, bütün bunları anlattıktan sonra gerçekten de zarar görebilir. Hiç bir şey olmasa, medyanın elinde hırpalanabilir. Bu da hikayeyi iyice üzücü hale getiriyor.
“Emma hayalkırıklığına uğrar.” ‘Madam Bovary’ üzerine yazılmış bütün eleştirilerde bu cümleye raslarız. Emma’nın hayalleri yıkılır. Çünkü hayat aşk romanlarına benzemez. Gerçek hayat çirkin ve bayağıdır. Romanlardaki yüce duygular, soylu aşklar, kahramanlıklar yine romanlarda kalır.
NTV’ye verdiği beyanattan sonra, Kezban Küçük’e dair yazılıp çizilenleri okumak bile istemiyorum. Bunu içim kaldırmayacak. Hiç şüphem yok ki, onun aslında kendini hep yakın hissettiği ‘milliyetçi muhafazakar’ kanat başta olmak üzere, bir çokları onu kınayacak, edepli olmaya çağıracak, hatta düpedüz lanetleyecek.
Kezban Küçük de kendi dünyasını bir tarafa bırakıp dışarıdaki hayatın çirkinlikleriyle yüzleşmek zorunda kalacak.