Sunday, March 13, 2011
Duygusal Serseri
BirGün
13 Mart 2011
Roman tarihi değişik şekillerde okunabilir. Önce serseriler vardı, diyerek başlayabiliriz mesela. Önce serseriler vardı ve her şey yerli yerindeydi. Çünkü serseriler sadece serseriydi. İyiler ve kötüler belliydi. Hayat kolaydı. Başağrısı yoktu. Olsa bile ilacı vardı. Kalp ağrısının da. Aspirin alıyordunuz, ya da düştüğünüz ıssız adada bir iki turluyordunuz, bir şeyciğiniz kalmıyordu. Her şeyin biraz oyun olduğu, hiç bir şeyin sahiden acıtmadığı zamanlardı.
Pikaresk de denen ve adını İspanyolca ‘serseri’ anlamına gelen ‘picaro’ sözcüğünden alan roman türü, üç aşağı beş yukarı böyle bir dünyayı anlatır. Bu romanların kahramanları, genelde kanun kaçakları ya da bir nedenle toplumdışı kalmış insanlardır. Maceradan maceraya koşarken bir çok badirelerden geçseler de bunlardan duygusal yaralar almadan sıyrılıp çıkarlar. Roman kişisi olarak pek bir derinlikleri yoktur. Sevimli ve eğlenceli olanları vardır. Daha pratik ve hesapçı olanları vardır. Ama hepsi neticede yalınkat karakterlerdir. Çünkü esas olan onların kim olduğu değil, maceranın kendisidir.
Roman bir edebi biçim olarak yerleştikçe, bu karakterler de boyutlanır ve değişir. İşte işleri içinden çıkılmaz hale getiren de budur. Oysa bu vakte kadar, roman kişileri de biz okuyucular da neyin ne olduğunu bilerek gelmişizdir. Karakterin duygularına dair pek bir derdimiz olmamıştır. Neyle karşı karşıya olduğumuzu biliriz: Athos, Porthos ya da Aramis varoluşa dair endişeleriyle kafamızı ütülemeyecek, Moll Flanders birden duygusallaşıp sahtekarlıktan vazgeçmeyecek, Tom Jones ise yol boyunca karşılaştığı kadınlarla cilveleşirken sevgilisini aklına getirmeyecektir.
Ama buradan sonra yavaş yavaş başka bir roman biçimine geçilir. Karakterler gitgide duygusal bir boyut edinirler. Maceralar birer içsel yolculuğa dönüşür, olaylardan çok kişiler önem kazanır ve karakterlerin gelişimi öykünün merkezi haline gelir.
Böylece başka bir çok yenilikle birlikte, edebiyat tarihinin en büyük klişelerinden biri olan ‘duygusal serseri’ efsanesi de doğmuş olur. ‘Picaro’ sahneyi terketmemiştir. Fakat şimdi bilinen bütün özelliklerinin yanı sıra bir de içsel derinlik edinmiştir. Serseri olmasına serseridir yine, ama artık gizli bir duygusallığın ihtimalini ufak ufak sezdirir olmuştur.
Duygusal serseri, kadınların düşünmekten hoşlandıkları şekliyle, çokomel gibi bir şeydir: dışı sert kabuk kaplı, içinde pırıl pırıl bir yürek saklı! Kimi zaman soğuk ve aldırışsız, kimi zaman oyuncu ve numaracıdır. Yani hem Alain Delon hem de Jean-Paul Belmondo’dur. Üstüne bir de gizli bir romantiktir.
Bu imge o kadar çekicidir ki, kadınlarda bir tür akıl tutulması yaratır.
Duygusal serseri tiplemesinin gücü tamamen hayal ürünü olmasından gelir. Sonsuz bir mutlulukta ahenkle salınan Hollywood aileleri gibi, bu tipleme de şiirsel bir olanaksızlığın ifadesidir: arzu nesnesinin üzerimizdeki gücünü kaybetmeden bize teslim olduğu bir durumu anlatır. Efendinin dize gelip köleliği kabul ettiği anın resmidir bu. Hem de efendiliğine halel gelmeden.
Hemen her kadın, bu fanteziye teslim olur, ele avuca gelmez belâlı bir adamı kendine bağlayıp ehlileştirme fikriyle bir zaman oyalanır. Herkes er geç dersini alır elbette. Ancak en fenası, romanların filmlerin ve şarkıların hiç usanmadan yeniden ürettiği bu bildik hikayeden yola çıkarak yanındaki adama bir derinlik atfetmek isteyenlerdir. O adam çoğu kez bir gözleme kadar düzdür halbuki. Ama bu, sonucu pek değiştirmez.
Kocalarının saldırganlığını ‘seviyor da ondan’ diyerek geçiştirenler gibi, çocuklarına ‘baban sana vurdu, ama sonra odaya gidip ağladı’ diye yalan söyleyenler de maalesef bu gruba girer. Babaları onları uykudayken sevmiştir. Sevgilileri aslında canlarını yakmak istememiştir. Özür de dilemiştir zaten. Oğulları hassas ince ruhlu bir çocuktur, o kıza tecavüz etmiş olamaz. Belli ki bir yanlış anlama vardır ortada.
Oysa gerçek bu kadar karmaşık değildir. Gerçek, kıskanç adamların zorba olduğu, uykuda seven babaların uyanıkken dövdüğü, egoları anneleri tarafından besiye çekilmiş genç erkeklerin suç işleyebildiğidir.
Duygusallaştırdığımız adam, aslında serserinin tekidir. Ama buna inanmak istemeyiz.
Çünkü efsane gerçeğin kendisinden çok daha etkilidir.
"...bir kadının yazabilmek için kaç erkeğin iradesini hiçe sayması gerektiğinin hikayesi gibi gelir bana hep. Eğer bir kadınsanız ve yazmak istiyorsanız, babanızdan başlayarak hayatınıza giren erkeklerle birer birer hesaplaşmanız gerekecektir."
ReplyDeleteçünkü efsane gerçeğin yükünü hafifletmek içindir.
ya da cesur olmak lazım.
Evet tabii. Rochester da duygusal bir serseridir mesela. Efsanenin en ballı tarafından hem de. Kadınların bu mitin oluşmasındaki katkılarını küçümsememek lazım. Haklısınız.
ReplyDeleteBaki selam.