Sunday, October 02, 2011

İstanbul


BirGün
2 Ekim 2011

İstanbul’a gelince bir senedir özlemini çektiğim rahatlığa kavuşacağımı sanmıştım. Memleketten uzaktayken beni ele geçiren tedirginlik hali sona erecekti. Bunun üzerine ben de eve dönmüş olmanın gevşekliği ile kendimi bırakacak, yakama yapışan yabancılık hissinden kurtulacak ve dünyaya karışacaktım. Bir zamandır bu an gelsin diye bekleyip duruyorum. Nafile.

Onun yerine sık sık şu hikayeyi düşünür oldum: Raoul ve Marguerite maskeli baloda buluşmak üzere sözleşirler. Sonunda gizli bir köşede ikisi de heyecanla maskelerini sıyırdıklarında, birer şaşkınlık çığlığı atarlar: Raoul partnerinin Marguerite olmadığını farkettiği için, Marguerite ise karşısındakinin Raoul olmadığını anladığından.

Fransız mizah yazarı Alphonse Allais’nin maskeli balo paradoksu, birbirinin karşısına yerleştirilmiş iki görüntünün yaratacağı sonsuz döngü üzerine kurulmuştur. Bir şeyin görüntü olduğunu bilebilmemiz için karşısında gerçeğin duruyor olması gerekir. Yoksa referans noktamızı kaybederiz.

Ben de bu hikayedeki gibi referans noktamı kaybetmişim galiba. Bu şehirde hatırladığım teklifsizliği yaşayamıyorum. Ne ben aynı insan olarak geri dönmüşüm, ne de İstanbul yerinde durmuş sanki. Eski sevgilisi ile karşılaşıp onda aradığını bulamayan ve kendisi de karşıdakinin eski sevgilisi haline geldiği için iki kat yabancılaşmış birine benziyorum.

Tanıdık bir şeyler arayarak yollarda yürüyorum. Duraklar kaldırılmış, geçitler açılmış, yeni gökdelenler inşa ediliyor. Kaldırım taşları? Değişmiş tabii. Bunu bekliyordum. Bu şehirde her altı ayda bir kaldırım taşı yenilemek adettendir. Dükkanlar ya taşınmış ya da kapanmış. Şurada küçük bir kahve vardı? Kahvaltı falan da veriyordu? Artık yok. İstiklal’de Emek Sineması vardı? O da artık yok. Demirören adlı alışveriş merkezi var ama. O beni tanımaz, ben onu hiç tanımam. Önünden hızlıca yürüyüp geçiyorum.

Beşiktaş büyük bir şantiye gibi. Geçen gün Alkım Kitabevi’nin tepesinden baktım, tanıyamadım. Koca koca iş makinaları habire kazıp duruyor. Oraya da bir alışveriş merkezi mi yapıyorlar acaba? Ya Taksim’de Park Otel’in olduğu yere? Tamam, oradaki kazulet gibi binayı seviyor değildim. Ama şimdiki durum da pek parlak görünmüyor. Bu kadar hararetli çalışmanın altından süslü sütunlarıyla Yunan tapınağı tadında bir başka alışveriş merkezi çıkarsa hiç şaşırmam.

Bir şehir bir senede bu kadar değişir mi? Belki. Fakat ben de huysuzlaştım belli ki. Sevgilisinin Raoul olmadığını farkeden ama kendisi de artık Marguerite olmayan o kadın gibiyim.

İstanbul da beni tanımakta zorlanıyordur, eminim. Nerede İstiklal Caddesi kalabalığından kıvrak vücut çalımlarıyla bir Salsacı edasıyla sıyrılan o kadın? Nerede şimdiki beceriksiz sersem? Ağır bir operasyon geçirmiş biri gibi yavaş hareket ettiğimi farkedince kendim de şaşırıyorum. Üstelik tereddütlerle doluyum.

Bu şehirde yaşayan herkes gayet iyi bilir ki, tereddütten fenası yoktur. Hemen karar verip harekete geçmezseniz hayatta kalamazsınız. Bense Akbil’imi hangi ekrana okutacağımdan bile emin değilim. Neresi rast gelirse oraya doğru tutuyorum. Bazen işe yaradığı oluyor. Otobüse binmek, karşıdan karşıya geçmek, vapurda istediğim koltuğa doğru ilerlemek, bunların hepsi birer macera artık. Sırada beklemek ise bayağı bir mesele. Hani hiç bir şeyi umursamıyormuş gibi görünür ama bedeninizi küçük adımlarla sürekli ileri doğru itersiniz ya? Hepsini unutmuşum.

Oysa hep sanırdım ki, burada hepimiz bu becerilerle doğmuşuzdur. Daha dünyaya gelmeden böyle bir eğitime tabi tutulduğumuzu ve kimi kitaplardan sınava çekildiğimizi hayal ederdim: Karşıdan Karşıya Nasıl Geçerim: Umutsuzluğu Yenmenin 5 Yolu, Zarifçe Kaynak Yapma Rehberi, Doğru Koltuğun Yanında Dikilme Sanatı: Psikolojik bir İnceleme, Yeni Başlayanlar için Otobüs Sörfü - Belediye Yayınları Beden Eğitimi Serisi.

Artık bunların çoğuna yabancıyım. Vücudum hamlaşmış, reflekslerim yavaşlamış, hedefe kitlenmekte zorlanıyorum. Belli ki her şeyi en baştan öğrenmem gerekiyor.

Hepsi eve dönebilmek için. Hepsi İstanbul beni tanısın, yeniden hatırlasın diye.

3 comments:

  1. bir de otobüsün geleceğini minibüsten anlamak var. aslında otobüsü minibüse tercih eden ama otobüs gelmeyeceğinde minibüse binmek zorunda kalanlar için. minibüs hızlıca geliyor, arada da kısa kornalar çalıyorsa arkasında otobüs var demek oluyor. minibüsçüler otobüs gelmeden duraktaki sabırsız yolcuları toplayıp bir sonraki durağa gidip aynı işlemi yapmak amacı güdüyorlar.

    ReplyDelete
  2. Yazınızın şu kısmını okuyunca 'Zarifçe Kaynak Yapma Rehberi, Doğru Koltuğun Yanında Dikilme Sanatı: Psikolojik bir İnceleme' işyerinin bu sessiz ve sıkıntılı ortamında dahi kahkahamı tutamadım!:) Bir ben böyle davranıyorum sanırdım. Vapura binmeye çalışırken mesela çok rahat görünüp aslında çaktırmadan hızlı adımlarla ilerlemek ya da metrobüste iş çıkışı saatlerinde yer bulmak neredeyse imkansızken, birbirinden farklı taktikler geliştirmek... Avusturya'dan döndüğüm ilk günlerde İstanbul'da yaşadığım şoku hatırlıyorum da... Taksim'deki kalabalık üstüme üstüme gelmişti, nerede sıraya girilir, nasıl gidilir sanki her şeyi unutuvermiştim. Paylaşıyorum hislerinizi:)

    ReplyDelete
  3. Betül, minibüs meselesini yazmadığıma pişman oldum şimdi. Cok harika bir detay bu. Karşı'da yaşarken kısa bir sürede ben de öğrenip faydalanmaya başlamıştım. Hatırlattığınız için teşekkürler.

    Vasıflı arkadaşım, zarifçe kaynak yapma sanatı artık eskilerde kalmış bir incelik. Şimdi herkes birbirinin üzerine insafsızca abanıyor. Teamül bu. Başka türlü otobüslere binmek mümkün olmuyor anlaşılan.

    ReplyDelete