BirGün
12 Şubat 2012
İncil’i bir roman olarak okumaya kalkarsak, hikayenin düğüm noktası herhalde İsa’nın çarmıha gerildikten sonra hayalkırıklığı içinde yüzünü Tanrı’ya çevirdiği ve “Baba, baba! Neden beni terkettin?” dediği yerdir.
Kutsal kitaplar konusunda uzman sayılmam. Ama bütün anlatılar içinde bana en çok dokunan sahnelerden biri budur. İsa’nın kutsallığından sıyrıldığı ve tamamen insanlaştığı durumu görmemizi sağladığı için olsa gerek. Herkes gibi o da inancının sarsıldığı zayıf bir ana gelmiş kendisi ile boğuşuyor gibidir.
İnanç biraz da böyle bir şeydir. Kırılabilen bir şeydir yani. Onu asla kaybetmeyecek olsak, hiçbir anlamı kalmaz. İnsan olmamız inanabiliyor olduğumuz kadar inancımızı yitirebiliyor olmamızla da ilgili bir şeydir. Gerçekten inançlı olanlar bunu hiç unutmazlar mesela. Her zaman bu ihtimalin gölgesinde yürür, onun bilgisiyle ilerlerler. Kolay bir iş değildir.
Ama daha zoru da vardır. Kimileri içinse hayat, zil çalıp bütün çocuklar dağıldıktan sonra tek başına ortada kalmak gibi bir şeydir. Sorsanız tam da bunu söyleyeceklerdir size. Diyeceklerdir ki, sizi okulda unutmuş bir babayı beklemekten farkı yoktur insan olmanın. En kötüsü de budur. Kimsenin gelmeyeceğini bilseniz de kapıdan bir türlü ayrılamazsınız.
Bu dünyadaki varlığımıza dair düşündüğümde, ben de bazen kendimi o çocuğun yorgun bekleyişinde bulurum.
İyiliğin sonunda galip geleceğine, yoksulların karnının doyacağına, biz sıcak evlerimizde otururken dışarıda kimsesizlerin soğuktan donmadığı bir dünyanın mümkün olduğuna dair inancım zayıflar, yok olmaya yüz tutar. Ama yine de beklemeyi bırakamam. Ne olursa olsun, o kapının önünden ayrılamam.
Küçük de olsa bir umut vardır çünkü. Belki biri çıkar gelir bir köşeden. Gözünde bir ışıkla. Belki bir gün birisi öyle bir şey yapacaktır ki, iyiliğe dair inancım tazelenecek, dünya gözüme yeniden mutlu olasılıklarla dolu bir yer gibi görünecektir. Belki bir çok insan bir araya gelip bir haksızlığa son vereceklerdir. Kim bilir, diğerleri de bundan ilham alıp başka cesurca işler yapacaktır belki.
İnanç böyle bir şeydir. Kolay kolay tükenmez. Yokluğunda bile gücünü hissettirir insana. En derinden inananların inançsızlar olması hiç de tesadüf değildir.
Bu nedenle inanç konusunda ahkam kesmek istemem. Bilirim ki varlığı da yokluğu da göründüğü kadar basit değildir.
Ama belli ki herkes benim gibi düşünmüyor. Kimin inançlı kimin inançsız olduğuna kolayca karar verildiği gibi, herkese inancıyla ne yapacağı da söyleniyor. Devletin kişisel olanın alanına girmesine alışığız. Dindar nesiller yetiştireceğini söylediği zaman da bunu pek yadırgamıyoruz.
Aslında bunun inançsızlardan çok inançlı olanları rahatsız etmesi beklenir. İnançsızlar bunu zaten eşyanın tabiyatı olarak görecektir. Taş serttir, su boğar, ateş yakar. Her türlü iktidar da kendi ideolojisini yaymak ister. Toplumsal dinamiklerin doğal neticelerinden biridir bu. Halbuki dindarlar için durum böyle değildir. Dindar nesiller yaratmaktan söz eden bir devlet, onların en mahrem alanlarına göz dikmiş, en değerli varlıkları hakkında karar verebilecek hale gelmiş demektir.
Dahası, kurumsal olanın kişisel olana müdahale ettiği en hassas yerlerden biridir bu.
Devlet bunu söylerken, inançlı inançsız hepimize ait olan varoluşsal alanı tehdit ettiği gibi, kendine de bir kutsallık atfetmektedir. Kutsal devlet baba, bir süre sonra inancın alanını tanımlayacak ve bize nasıl yaşamamız gerektiğini söyleyecektir.
İnanç toplumsal bir performans haline gelecek, hayat hiç olmadığı kadar dünyevileşecektir.
Halbuki inanç devletle ilgili bir şey değildir. Onun kurumları ve kişilerine de tabi olamaz. Çünkü inanç sessizdir. Kapının önünde bekleyen o çocuk gibi. Kendimizden emin olduğumuz için değil, ölümlü olduğumuz için inanırız. O eşikte sessizce durur ve bekleriz. Bizi anlayış ve şefkate karşılayacak bir sonsuzluğun umuduyla.
Yine buyuk zevkle okudum yazdiklarinizi, oyle guzel orneklerle oyle tatli tatli anlatiyorsunuz ki insanin saatlerce okuyasi geliyor :)
ReplyDeleteBeckett'in oyunları kadar absürd bir dünyada yaşamamızdandır belki "ya Godot gelirse" diye yerimizden ayrılamamız. Kim bilir belki bir gün...
ReplyDeleteHerhalde benim diyen ilahiyatçı bu kadar açık ve yalın anlatamazdı gerçeği.
ReplyDeleteÇok iyi dediğim her yazının bende yarattığı duygu gibi, acayip rahatlamış hissediyorum kendimi. Düşündüklerimi bir başkası kelimesi kelimesine söylediği ve bunu bu kadar güzel ifade ettiği için. Kaleminize sağlık hocam.
kafam karıştı. birinci kısımda kullandığınız 'inanç'la, ikinci kısımda dini bir olgu olarak kullandığınız 'inanç' arasında bağ kuramadım. Böyle bir farklılaştırma kurmakta haklı mıyım onu da bilmiyorum. İlaveten, inancın kişisel bir durum olduğu da net değil. Örneğin 'imanlı' biri pekala kendi devletinden müminler yaratmasını ister, isteyebilir; çelişki görmüyorum.
ReplyDeleteİnancı dini ya da dini olmayan diye birbirinden ayırmanın mümkün olduğunu düşünmüyorum. İnancı daha çok bir insanlık durumu olarak kavramaktan yanayım. Buradaki pozisyonumuz inanmakla ilgili. Varlığımız bununla tanımlı. Ölümsüz olsaydık halbuki, bilecektik her şeyi. İnanmaktan çıkacaktık. Yani varoluşa dair sorularımızla (ki dini inanç bunun içine giriyor) sevgilimizin bizi gerçekten sevip sevmedigine dair şüphemiz, bir anlamda aynı başlık altında incelenebilir. İkisi de inanca dayanır. Aynı sebeple, benim dünyadaki acıların bir gün sona ereceğine dair duydugum inanç da, "bilgi"nin kesinliginden uzak olacaktır.
ReplyDeletedindar insanlar inançlı mıdır? totoloji değil; dindarlığın inanca sahip olmaktan çok kurallara sahip olmakla ilgili olduğunu düşünüyorum.
ReplyDeletedindar olduğunu söyleyen, hayatını din kurallarına göre yaşamak isteyenlerin inançlarını somutlaştırdıklarını; kurallara uyabildikleri ölçüde kendi inançlarından emin olduklarını görüyorum.
din, en temelde islam, imanla amel arasındaki ilişkinin önemini vurgulasa da inanmak, inanılan varlığa isyan etmeyi, öyleyse onu sorgulamayı, demek ki önünde secde ettiği varlığa kafa tutma hakkını saklı tutar.
öbür tarafta dindar nesil yetiştirmek isteyenlerin, temel derdinin insanların tanrı'yla ilişkilerini sağlamlaştırmak olmadığı çok açık: onlar itaat kültürünü sağlam tutmak istiyor: iman ettiği tanrı'ya kafa tutabilen bir mümin, devletinin başkanını sorgulayabilecek mi? sorgulaması istenmiyor. dindar sorgulamaz, benimser görüşü yaygın. neden? din sorgulamadan kabul etmeyi mi emrediyor? okuduğum kadarıyla kuran'ın böyle bir telkini yok. hz. muhammed (sav) de böyle bir tavsiyede bulunmuyor. adaletsizliğe karşı sessiz kalmanın vebalinden bahsediyor. tavsiyeyi kenara bırakıyorum, kendisinin bazı görüşleri sorgulanmış, bazı konularda onun peygamberliğine iman edenler söylediklerini yapmamayı tercih etmişlerdir (uhud savaşı'nda peygamber bir komutan olduğu halde, okçular, onun emrini yerine getirmemiştir. sonuçta müslümanlar yenildiği halde, peygamber emre itaatsizliği yargılanması gereken bir suç olarak görmemiştir)
öbür tarafta hz. isa'ya atıfta bulunmuşsunuz. derin umutsuzluk bir vahiy gibi neredeyse her peygambere gönderilmiştir. hz. muhammed (sav) de ilk vahyin peşi sıra onun için uzun denebilecek fetret'te (vahyin kesildiği dönem) intihar etmeyi düşünmüştür (bu bilgi de her siyer kitabında yazmaz), allah'ın ondan umudunu kestiğini düşünmüştür, görevini yerine getirebilecek güce sahip olmadığı vehmine kapılmıştır: kuşkunun olmadığı, sorunun olmadığı bir yerde sahip olunduğu iddia edilen iman ancak ezberlenmiş bir duygu durumuna dönüşür; o insanın ruhuyla kabul ettiği bir hakikat olmaz.
devlet vatandaşın ruhuna mı uzanmak istiyor? onun varlığında bir yere sahip olmayı mı diliyor? yoksa vatandaşın kendi ruhunun farkına varıp bir gün devletin temelsizliğine isyan edeceğinden korktuğu için onu gizlice itaate mi yöneltmeyi amaçlıyor?
Anlaşamadığımız bir nokta olduğunu sanmıyorum.
ReplyDeleteBu soruları bana mı yöneltiyorsunuz? Yoksa yalnızca yorum mu yapıyorsunuz? Bunu anlayamadım.