BirGün
08 Temmuz 2012
Kaçmak tamamen imkansız olduğu için katılmak zorunda kaldığım bir
toplantıda aristokrat bir aileden gelen yaşlıca ama pek alımlı bir
hanımın yanına düşmüştüm. Siyah gece elbisesinin üzerine doladığı ipek
şalına sarılmış etrafı seyrediyor, arada bir hoşuna gitmeyen bir şeyler
gördüğünde küçük bir kız gibi omuz silkiyordu.
Bir ara bakışlarının tabağıma takıldığını hissettim. “Bunu mu yiyorsun?” dedi bana.
Kadından etrafa yoğun bir otorite yayılıyordu. Ben de gayri ihtiyari
tabağıma baktım. Oldum olası sebzeciyimdir. Tabağımda yarısı yenmiş bir
enginar ve biraz da garnitür vardı. Bezelyelerle göz göze gelince,
bakışlarımı kaçırdım. Onları hayal kırıklığına uğratmış gibi
hissediyordum. Kadına bir cevap vermeliydim.
“Sebze severim ben” dedim suçlu suçlu gülümseyerek. Bir okul çocuğu bile
bundan daha iyisini düşünebilirdi. Ama o anda aklıma gelen tek şey
buydu. Ayrıca kadın sivri topuklarını masanın altında sabırsızlıkla
tıkırdatmaya başlamış ve sessizlik biraz sinir bozucu bir hal almıştı.
Leopar desenli şalın üzerindeki siyah saçlı kafa hafifçe kıpırdandı,
sürmeli gözler şüpheyle kısıldı ve kırmızı rujlu ağız benimle konuştu:
“Zayıflamak içinse boşuna uğraşma! Sebze yiyerek olmaz.” “Yooo,
seviyorum gerçekten” gibilerden bir şeyler diyecek oldum ama pek işe
yaramadı. Bu zayıf itirazı elinin küçük bir hareketiyle savuşturdu.
Ardından uzun bir açıklamaya girişti. Büyük bir iştahla anlattığına
göre, doğadaki bütün güzel ve atletik hayvanlar et tüketmekteydiler.
Kaplanlar, panterler, leoparlar… Bunların hepsi etobur hayvanlardı. Ya
otla beslenenler? Develer, inekler, koyunlar (bu noktada bana göz ucuyla
şöyle bir baktı) hiçbiri şekli şemali yerinde hayvanlar sayılmazdı.
Bir yandan dinliyor, bir yandan da düşünmeye devam ediyordum. Hayat
garipti. Bir kaç dakika önce keyifli keyifli enginarımı yiyordum. Ama
şimdi dünya birden National Geographic olmuştu. Tekinsiz bir cangılın
ortasında kalakalmış gibiydim. Hanımefendi konuşmasını “Ete Övgü” diye
özetleyebileceğimiz bir epilogla sona erdirdi.
Söyleyecek pek bir şey bulamıyordum. Belki “Meeee” diyebilirdim. Ama bu
da pek akıllıca görünmedi bana. Bu kadın kesinlikle yırtıcı hayvanlar
kategorisindeydi. Biraz aç kalsa, beni afiyetle yerdi. Hiç şüphem yoktu
bundan. Zaten kuzu kapama tarifi de vermişti. Kendimi büyük bir fırında
sarmısaklar, kekikler ve biberiyeler arasında ağzımda bir ayva parçası
ile yavaş yavaş pişmeye bırakılmış olarak düşündüm. Sinirlerim bozuldu.
Tabağımda bekleyen bezelyeleri ağzıma atıp hırsla çiğnemeye başladım.
Çiğnerken birden fark ettim ki, yanında oturmak şerefine nail olduğum bu
hanım İngiliz mizah yazarı Saki’nin öykülerinden fırlamış gibiydi.
Hatta Saki’nin teyzelerinden biriyle akşam yemeği yiyor olabilirdim.
Bunu hayal edince gülmeye başladım. Hatta bu eğlenceli fikirden cesaret
bulup biraz sonra ana yemek servis edildiğinde “afiyet olsun” bile
diyebildim ona. Şimdi bu densizliği düşündükçe tüylerim ürperiyor, orası
ayrı.
Asıl adı Hector Hugh Munro olan Saki, on dokuzuncu yüzyılın sonunda
Burma’da muhtemelen heyecanlı ve ilginç bir hayata doğmuş, fakat bir
takım talihsizlikler nedeniyle ailesini kaybedince İngiltere’deki yaşlı
büyükannesi ve evlenmemiş teyzelerinin yanında büyümek zorunda
kalmıştır.
Fatih Özgüven’in İnsanlar, Hayvanlar ve Yırtıcı Hayvanlar adlı derleme
için çevirdiği öykülerde, Saki’nin huysuz teyzeleri arasında geçen
sıkıcı çocukluğunun izleri bariz bir şekilde görülür. Vasiliğini yapan
bu yaşlı ve son derece tehlikeli kadınlardan bir türlü kurtulamadığı
için, onlardan daha yırtıcı hayvanlar hayal edip intikam hayalleri
kurmuş bir çocuğun hikayeleridir bunlar. Ve hepsi birbirinden iyidir.
Üst sınıfın kasıntılı halleri ile inceden inceye dalga geçmeyi bir spor
haline getiren Saki, asıl derdi mizah olduğu için olsa gerek, orantıları
bozuk grotesk karakterler yaratır. Öyle garip kişilerdir ki bunlar,
onlarla gerçek hayatta karşılaşabileceğimiz aklımızın köşesinden bile
geçmez.
Oysa, ne kadar fantezi ile beslense de, edebiyat kuvvetini hayatla kurduğu bağdan alır.
Saki için de böyledir bu. Onun için adabı muaşeret bilen dahi kedilerle,
hain ve şakacı su samurlarıyla ya da bir akşam yemeğinde yanınıza
düşebilecek iştahlı leopar-kadınlarla her an karşılaşabilirsiniz.
Hazırlıklı olun.
Konunun Saki'ye bağlanması iyi oldu, ama kadın hiç de üstüne vazife olmayan konuda fikirler yağdırması ile nefretimi kazandı. Çok sinirlendim kadına.
ReplyDeleteSaki'yi Dost Yayınları'nın BOrges kitaplığı sayesinde tanımıştım seneler önce. Demek yeni bir seçki yayınlandı. Sevindim. Bunu edinmek lazım bence.
Seçki eski bir derleme. Hatta Beasts and Super-Beasts'in bire bir çevirisi olduğunu düşünüyorum.
ReplyDeleteBir dönem Kabalcı'nın ucuz kitaplar bölümünde iki meteliğe satılıyordu. Böylece üç kuruşa dünyanın en eğlenceli kitaplarından birine sahip olmak mümkün olabiliyordu. Ama şimdi yeni baskısı nerede bulunur, hangi yayınevinden çıkmıştır, bilmiyorum doğrusu.
Kaleminize sağlık, gerçekten de Saki'yi anımsatacak bir an yaşamışsınız. Bende Notos Kitap'tan çıkan 2008 baskısı var, hala bulunabilir diye düşünüyorum.
ReplyDeleteOkurken sesli güldüğüm kitaplardan. Zaten ne varsa öykülerde var:)
Valla buna benzer gülünç bir tartışma ben de yaşadım. İlk defa karşılaştığım bu örneğe şaşırıp kalmıştım önce. "Bak" demişti, "aslanlar, kaplanlar, leoparlar, ne kadar da diri ve sağlam gözüküyorlar... et yemeliyiz" Ne diyebilirdim ki. Onun şaşıracağı bir şeyi de ben söylemiştim ama ardından. O anda düşmüştü aklıma. "Peki, atlar?" dedim. "Atlarda mı et yiyor?"
ReplyDeleteAtlar kısmını ben de düşündüm. Ama bir etoburla sofraya oturmak gafletinde bulunduysanız, onu fazla sinirlendirmek istemiyorsunuz. Bu nedenle, en azindan yemek süresince bu dahiyane fikrimi kendime saklamayı tercih ettim.
ReplyDeleteYazıları takip ettiğiniz için teşekkürler.