7 Ekim 2012
Tiyatroda
dramatik kurgunun esası olan basit bir ilke vardır: eğer oyunun ilk perdesinde
bir silah gösterirseniz, o silahı bir sonraki perdede ateşlemeniz beklenir.
Bunun iki pratik
faydası vardır. Birincisi, oyunun ilerleyen aşamalarından birinde silahı
patlattığınızda, seyirciyi buna çoktan hazırlamış olursunuz. Seyirci ne de olsa
silahı daha evvel görmüş, böyle bir şeyin olabileceğini hissetmiştir. İkincisi
ise, yazarın mahareti ile ilgilidir. İyi bir yazar, daha sonra kullanmayacağı
bir detayı oyunun içine yerleştirmez, anlamı gereksiz yere çoğaltıp
kalabalıklaştırmaz. Bunun yerine, oyunun atmosferini kuvvetlendirecek ya da
nihayetine işaret edecek ayrıntıları tercih eder.
Bu prensip ilk
kez Rus oyun yazarı Anton Çehov tarafından dile getirildiği için, “Çehov’un
Silahı” adıyla anılır.
Bu hafta Suriye
ile yaşanan gerginliğin ertesinde, geçtiğimiz perşembe günü, TSK'nın yabancı
ülkelere gönderilmesi ve görevlendirilmesine dair hükümete bir yıl süreyle
yetki verilmesini öngören tezkere, TBMM Genel Kurulu'nda kabul edildi.
Bunun üzerine
Çehov’un silahını bir kez daha hatırladım.
Çünkü bu
tezkerenin meclisten geçmesiyle beraber, Türkiye’nin Suriye ile bir savaşa girme
olasılığı da ilk kez bu kadar açıkça dile getirildi. Başbakanlığın sunduğu bu
tezkerede, Suriye'de devam eden gerginliğin Türkiye’nin ulusal güvenliğini
olumsuz yönde etkilediği ifade ediliyor ve topraklarımıza yönelik saldırgan
eylemlerin artmasına karşı tepkisiz kalınamayacağından söz ediliyordu.
AKP Genel Başkan
Yardımcısı Hüseyin Çelik ve diğer partililer her ne kadar bunun bir savaş
tezkeresi olmadığını söyleseler de, bu cuma Başbakan’ın “Savaştan uzak değiliz”
açıklamasıyla böyle bir felaketin olasılığı ile gerçekten baş başa kaldığımızı
fark ettik.
Şu ana kadar
yapılan açıklamalardan öyle anlaşılıyor ki, Başbakan ve AKP’liler, bu oyunun
ilk perdesinde silah göstermek konusunda kararlılar. Ortadoğu’da işlerin bu
kadar sarpa sardığı, ortalığın iyice ısındığı bir zamanda tansiyonu daha da
yükseltecek bu hareket ne derece mantıklıdır bilmiyoruz.
Gerçi mantık, AKP
hükümetinin kuvvetli tarafı olmadı hiçbir zaman. Şu ana kadar, yanlış
analojiden tutun da (“içkiyi içen, gazı kullanan ödesin”), hatalı nedenselliğe
(“Behzat Ç. evlilik dışı ilişkiye özendiriyor”), ya da döngüsel açıklamalara
(AKP iyidir çünkü halkın partisidir ve halk iyidir çünkü AKP’yi destekliyor)
kadar her çeşit mantık hatası yapıldı.
Bunca yanlış
çıkarımdan sonra, bizi bir de totoloji bekliyormuş meğer. Başbakan, savaş
olasılığını değerlendirmesini isteyen gazetecilere, ülke içinde ve dışında
barış talebini dile getirenleri de dikkate alarak şu cevabı vermiş: “Birileri
bize, ‘Yurtta sulh cihanda sulh,’ diyor. ‘Yurtta sulh cihanda sulh’ sulhun
egemen olduğu yerde olur. Bizim can damarımıza bastıkları yerde sulhu
konuşamayız."
Yani sulhun
olduğu yerde sulh olur, olmadığı yerde savaş olur diyor. Güzel. Ama söz, hiç
gereği yokken yinelenip, herhangi bir ek bilgi içermeyen şekilde tekrar
kullanılmasaydı keşke. Yani barış barıştır, savaş da savaş demenin kime nasıl
bir faydası olabilir? Bunu anlamak mümkün değil. Başbakan genellikle yaptığı
gibi, hiç tartışmaya açık olmayan ama hiç de yeni bir şey söylemeyen bir
söylemle çıkıyor karşımıza.
Üstelik herkes
bilir ki, barış zamanı barışı savunmaktan daha kolay bir şey yoktur. Mesele,
savaşın bir olasılık haline geldiği bir durumda hala barışçıl çözümler aramak
ve sorunları bu yolla çözmeye çalışmaktadır.
Görünen o ki
hükümet, belki de hiç ateşlemeyeceği bir silahı oyunun daha ilk perdesinden
sahnenin en görünür yerine koyarak, kısa yoldan itibar kazanmak peşinde.
Ama ya silah
patlamazsa ne olacak? O itibarı yitirmeyecek mi?
Daha da kötüsü,
sırf sahneye yerleştirdi ve artık geri alması mümkün değil diye silahı
ateşlemek zorunda kalırsa? Ya o zaman ne olacak?
No comments:
Post a Comment