Tuesday, July 23, 2013

Babanın Dili

BirGün Pazar
21 Temmuz 2013

Her yazarın otorite ile derdi vardır. Yazar dediğin, kendini merkezden uzaklaştıran, sesini başkalarınınkinden ayıran ve kimseye yaslanmadan konuşmaya cesaret eden biridir çünkü. En azından öyle olmalıdır. 


Ama edebi otoriteler ile başa çıkmayı başarmış yazarlar bile kimi zaman siyasi iktidarın karşısında seslerini kaybedebilirler. Onunla yüz yüze geldiklerinde sesleri ya hiç çıkmaz olur ya da renk değiştirir. Belki de orada ebeveynlik ve vesayet işleri daha çetrefil olduğu için böyledir bu.

Perihan Mağden de edebi babaları ile helâlleşmiş romancılardan biridir. Güzel laf etmek için yazanlardan değildir. Her zaman bir meselesi olmuş ve bunu da tamamen kendine has bir sesle söylemeyi başarmıştır. Evet, sesi bazen yüksek perdeden çıkar. Hem de Türk edebiyatında pek duymadığımız kadar. Ama onun bu ülkedeki edebi gelenekle hesaplaşma biçimi böyledir: Hikayeleri sıradışı, karakterleri marazi, dili çetrefillidir. Herkes bilir ki, Mağden keskin virajlardan hoşlanır. Onları hızlıca döner, okuyucuyu toz duman içinde bırakır. Bana kalırsa, Haberci Çocuk Cinayetleri’nden bu yana yazdığı her roman ilgi ve heyecan yaratmıştır.

Köşe yazarı olarak da okuyucusu üzerinde kuvvetli hisler uyandırdığını unutmamak gerekir. Seveni gibi sevmeyeni de yoğun duygularla bağlıdır ona. Kimse kayıtsız kalamadığına göre, ülkenin kültürel ikliminin oluşmasına katkıda bulunmuş ya da en azından bir kesimin ruh haline tercüman olmuş yazarlardan biridir diyebiliriz onun için.

Perihan Mağden geçtiğimiz hafta Taraf gazetesine verdiği söyleşide Gezi’ye dair konuşmuş. Gezi olaylarını şehirli bir hareket olarak gördüğünü ve desteklediğini söylese de, satır aralarında olan bitenden tümüyle memnun olmadığını anlıyoruz. Gezi’nin içindeki “çok çok temiz ve güzel damarı” övüyor da övüyor ama bir yandan da “Kemalizm’den, militarizmden, darbecilerden, ulusalcılardan o kadar nefret eden biri” olduğu için bu harekete canı gönülden destek veremeyeceğini de söylüyor. 

Perihan Mağden’in fikirlerini “yüksek sesle” ve dolandırmadan ifade etmesi yeni bir şey değil. Takdir edilmesi gereken bir özellik ayrıca. Herkes bu kadar açık yürekli olamaz. Fakat bu sefer ciddi bir kazaya uğramış bence. Hükümetin bu süreçteki en belirgin itibarsızlaştırma hamlesini, yani “İyi Gezi/Kötü Gezi” ayrımını benimseyip kullanması çok garip. Otoriteyle derdi olduğunu her fırsatta söylemekten hoşlanan bir yazar, resmi ağızlarda gevelene gevelene ufalanmış bu bayat görüşü neden tekrar eder? Belli ki Gezi’ye katılan insanların dönüşmeye, yakın durmaya ve birbirini anlamaya duyduğu ihtiyacı hissedememiş. Söyleşinin bir yerinde, Gezi’ye gelmeyi hiç düşünmediğini söylüyor. Keşke gelseymiş. Çünkü birçokları gibi o da ezberini bozamamış. Mesela “İyi Gezi” diye tarif ettiği şeyi, evlerinde bilgisayar oyunları oynayan şehirli çocuklardan ibaret sanıyor ki, sadece bu bile başlı başına bir felaket sayılabilir. 

Bununla kalsa idare edebilirdik belki. Ama “war craft” oynayan çocuklarla bitmiyor iş. Bir de “kedi yavrusu” Kürtler var. Mağden, Gezi olayları ertesinde bozulacağından endişe ettiği barış sürecini anlatırken şunları söylüyor: “Anneciğim! oldum, Eyvah barış süreci tehlikede! Kedi tehlike anında ilk iş yavrularını düşünür ve yavrularının üstüne oturur ya, benim de hissiyatım o oldu. Çünkü benim için bu ülkeye Türklerle Kürtlerin barışının gelmesinden daha önemli bir şey yok.

Söyleşinin bu noktasına kadar fikir ayrılıklarını olgunlukla karşılayabiliriz. Fakat bunu okuyunca ne düşüneceğimizi bilemiyoruz artık: Barışın herkes için gelmedikçe kimse için gelemeyeceğini anlamamış olmasına mı üzülelim? Yıllardır özgürlük mücadelesi veren bir halkın kaderini sadece AKP hükümetinin bekasına bağlı zannetmesini mi yadırgayalım? Kürtleri acizleştirdiği ölçüde kendisine iktidar atfeden Türk entelektüelinin kibrine mi şaşıralım? 

Türkiye’de okumuş yazmış kimselerin kendilerine büyük payeler biçmesi görülmemiş şey değildir elbette. Eğer doğrudan müdahil olmazlarsa, Kürt hareketinin dağılıp söneceğini, Ermenilerin buharlaşıp yok olacağını düşünenlerin sayısının hiç de az olduğunu sanmıyorum. Onları evcilleştirip “korunabilir değerler” hale getirdikleri müddetçe sevebilenlere de aynı derecede sık rastlanır. Yine de, itiraf edeyim, “kedi yavrusu” benzetmesini anlamakta zorlanıyorum. 

Aklın sınırları içinde anlamlandıramayacağımız laflar vardır. Bu da onlardan biri galiba. Bence bırakalım. Daha da konuşmayalım. 

Sonrasını anlatmaya zaten gerek yok. Söyleşiyi okuduysanız biliyorsunuz: Sonsuz müteşekkirlikler, eşekten düşen karpuzlar ve mütemadiyen kırılan kalpler. Muktedirin gücünü “iyi yönde” kullanabileceği ihtimaline inanmak isteyen birinin safdilliği mi desek? Ya da tamamen “babalaşmış” bir dünyada bir türlü kendine yer bulamayan bir kız çocuğunun sonu gelmeyen yakınmaları? 

Halbuki aynı Perihan Mağden, nevi şahsına münhasır üslubuyla kendini edebiyatın muktedirlerinden ayırmış, Türkiye’deki edebi geleneğe meydan okuyan romanlar yazmıştır. Onun da gidip iktidarın simgesel diline dolandığını görmek hiç hoş değil. Hele sevenleri için. 

Bir de Freud falan diyorlar ama, işte bunlar hep Lacan. Kişi ne kadar uğraşsa da, babanın dilini o kadar kolay terk edemiyor anlaşılan.

No comments:

Post a Comment