Thursday, September 26, 2013

Yağmurlarla Topraklar

BirGün Pazar
22 Eylül 2013


Her yaz İzmir Mordoğan’a babamı görmeye gidiyorum. Bu sene yolda bir arkadaşıma uğramak için mola verdim. Urla’da geçirdiğim güzel hafta sonunun ertesinde sarılıp vedalaşırken, arkadaşım elime bir kitap tutuşturdu: Yağmurlarla Topraklar.

Kitabı yeniden elime alana kadar aradan birkaç gün geçti. Yaz bitti. Eylül ayı geldi. Necati Cumalı’nın Tütün Zamanı Üçlemesi’nin ikinci kitabı olan bu romanı okumaya başladığımda, artık havada sonbaharın izleri hissediliyordu. Bahçedeki salıncağa kuruldum. Serince esen rüzgarla ürperdiğim için ayaklarımı altıma alıp ilk sayfayı çevirdim. İlk bölümün üzerindeki tarihi görünce kendi kendime gülümsedim. Kitap 1951 senesinin 5 Eylül’ünde adli yılın açılması ile başlıyordu. Bizim evde de takvim aynı günü gösteriyordu: 5 Eylül.

Romanla birlikte bir iki gün önce geçtiğim yollara, sokaklara, Urla’nın meşhur meydanına geri döndüm. Küçük bir kasabanın ileri gelenlerine, belediye başkanına, doktoruna, savcısına ve hikayenin kahramanı olan Avukat Nihat’a yakından baktım. Hepsi bana çok tanıdık geldi. Havadaki sonbahar kokusu bile aynıydı sanki.

“Yaz böyle biter işte! Bir gün durduğunuz yerden gözleriniz kamaşmadan bakarsınız göğe. Çitlembikler, iri ağaçlar yazın bol ışığını emer, toprağa çekerler. Akasyalar salkımlarını dökmeye başlarlar. Bir sabah denize diye evden çıkar ama gitmezsiniz. Ertesi gün denize gitmeye üşenir, bir iki gün daha geçmeden denizi büsbütün unutursunuz. Daha sıcakların ardı kesilmeden kapalı bir gömlek giyer, kravat takarsınız. Avukatsanız ceketiniz cübbeniz sırtınızda adliyenin bir köşesinde bulursunuz kendinizi...”

Tütün işçileri, zeytin bahçeleri, dalları komşu tarlalara uzanan ağaçlar, bu ağaçlar yüzünden açılan davalar ve yağmurlar yağmurlar yağmurlar... Bunların hepsi aynıydı. Ama asıl ilginç olan, romanın arka planını oluşturan siyasi gelişmelerdi. Şu anda memlekette olanlarla, 1951 yılında Demokrat Parti iktidarı altında Ege’nin küçük bir kasabasında yaşananlar arasında bu kadar büyük benzerlik görmeyi beklemiyordum.

Roman açıldıktan kısa bir süre sonra tanıştığımız ve Avukat Nihat’ın daha başından beri vurgun olduğu (ama utangaç olduğu için hemen açılamadığı) Perihan Öğretmen’in bir yerde içini çekerek söylediği gibi, 50’li yılların başında bütün ülkeye bir sakillik hakim olmuştur. Birbirlerinden tamamen habersiz olmalarına rağmen nasıl oluyor da bu kadar benzer çirkinlikleri yaratabiliyorlar diye sorar bir yerde. Nihat’ın buna verecek yanıtı yoktur.

Ama Perihan gibi Nihat da bu küçük kasabada hayatlarının gitgide zorlaşacağının farkındadır. İkisi de Urla’da büyük göz altında yaşadıklarını bilirler ve ona göre davranırlar. Tutuculuk ve sakınma hızla artmaktadır.
Demokrat Parti’nin kendisi gibi düşünmeyenlere tahammülü yoktur. Hükümete karşı olduğu düşünülen gençler hakkında yürütülen soruşturma ve takibatın haddi hesabı kalmamıştır. Bu tedirginlik yavaş yavaş hikayenin her tarafına yayılır.

Yine de romanın en çarpıcı sahnelerinden biri bir kovuşturma hikayesi değil, Demokrat Partili yeni belediye başkanının Urla’yı dönüştürmeye karar verdiği bölümdür. Hiçbir şeyden haberi olmayan ve aşkı başına vurduğu için evden uçar adımlarla çıkan Nihat, meydana yaklaşınca önce balta sesleri duyar, sonra köşeyi dönünce gördüğü şey yüzünden ağlayacak gibi olur:

“O sokağın içinde kasabanın en büyük çınarlarından biri vardı. Kökleri sokağın altından dereye iner, dalları sokağın iki yanında sıralanan esnaf dükkanlarını altına alır, gölgelerdi. O koca köprüyü gövdesi üzerinde tuttuğunu, çınarın köprünün ayaklarından biri olduğunu sanırdınız. Çınarın altı üstü kaynıyordu. Ellerinde baltalar, keskiler, nacaklar, yedi sekiz kişi ağacın dalları arasına dağılmıştı. Halatlar urganlarla, ayrıca yedi sekiz kişi de aşağıdan yukarıdakilerin baltayla nacakla inceltip üst yanından bağladıkları dalları asıla asıla yere indirmeye çalışıyorlardı. Uykudaki Güliver’i bağlamaya çalışan cücelere benziyorlardı tümü. Yaptıkları çirkin işe sevinçle dalmış görünüyorlardı.”

Belediye Başkanı’nın parayla tuttuğu adamlardır bunlar. Ne yaptığını bilmeyen bu cahil insanların çınarı kesmek için gösterdikleri hevesi uzun uzun anlatır, Cumalı. Nihat’ın bu konudaki şaşkınlığının ve hayal kırıklığının okuyucuya geçmesini sağlar. Romanın başından beri lafı edilen, Urlalıların yaz boyunca gölgesinde oturduğu, koca kovuğunda bir kunduracının yaşadığı bu efsanevi ağacın kesilişini hikayenin kahramanıyla beraber acıyla seyrederiz.

Aslında Nihat gibi biz de bir çözüm bulunacağını umar, belki de ağacın kesilmeyeceğini duymak isteriz. Ama Belediye Başkanı, bütün önemli kararların ertesinde olduğu gibi kasabayı terk etmiş ve İzmir’e gitmiştir. Sonuçta kasabanın geleceği böyle girişimlere bağlıdır, o da kendisine düşeni yapmış ve kararını vermiştir: Meydanın yüzü değişecek, kalkınma gerçekleşecektir. Yenilikçilik ve demokratlık böyle bir şeydir.

Yağmurlarla Topraklar, 1951’in Eylül ayından 1952’nin Ağustos’una kadar neredeyse bir senelik bir zamana yayılır. Belli ki Necati Cumalı, hikayesini mevsimlerin döngüsü üzerine yerleştirerek anlatmak istemiştir. Roman boyunca ışık değişir, gökyüzü renkten renge girer, toprak yağmurlarla ıslanır. İnsanlar savaştan döner, işsiz kalır, aşık olur. Yazar, doğa ile ilişkisini hiç kesmeden nakleder bütün bu olayları. Buna şaşırmayız: Kaliforniya’nın Steinbeck’i neyse, Ege’nın Cumalı’sı da odur çünkü. Onun yarattığı roman kişilerinin bir kolu bir ağacın beline sarılmış, bir eli orağa yapışmıştır. Toprağa yakın insanlardır hepsi.

Hikayenin bir yazdan bir yaza uzanmasının bir başka nedeni de, Cumalı’nın ülkenin bir sene içinde maruz kaldığı siyasi dönüşümü anlatmak istemesidir. Bu kadar kısa bir süre içinde bile, Urlalıların Demokrat Parti idaresi altında yaşadıkları değişimi görebiliriz. Bu küçük ve sevimli bir kasabanın nasıl el değiştirip yozlaştığına şahit oluruz.

O zaman, yağmurlarla topraklar işin yalnızca bir kısmıdır. Esas mesele muhterislerle fırsatçılardır.

Ne diyelim? Necati Cumalı bu konuda da Steinbeck’le kardeş sayılır.



No comments:

Post a Comment