29 Aralık 2013
-->
Çocuklardan
çekinirim. Daha önce de söylemiştim. Aksi gibi onlar da nerede olsam gelip
bulurlar beni. Onca insanın arasından beni seçerler. Muhtemelen onlardan
sakındığımı sezdikleri için.
Geçen gün, Taksim’de
bir kafede oturmuş sınav kağıtlarını okumaya uğraşıyordum. Mekan tıklım tıklım
doluydu. Gürültülüydü de üstelik. Ben de iyice huysuzdum. Sene sonu okulla
ilgili işler çok sıkışır. Bu sefer de öyle olmuştu. Öğrenciler kağıtları geç
teslim etmişler, not verme işleri sarkmış, benim de canım iyice sıkılmıştı.
Ayrıca kağıtları okumaya başlayınca görmüştüm ki, hepsi umduğum kadar iyi
değildi. Yine de askerce bir görev duygusu ile dev kağıt yığınına el attım ve
yavaş yavaş okumaya giriştim.
Başında her şey
yolundaydı. Pencere kenarındaki yerime yerleşip kahvemi söyledikten sonra gürültüyü
bile duymaz olmuştum. Ama bir ara kafamı kaldırdığımda en çok korktuğum
şeylerden birinin gerçekleşmekte olduğunu fark ettim. Bir çocuk gözünü dikmiş
bana bakıyordu. Sonra Boğaz vapuru gibi ileri geri gidip gelmeye başladı. Arada
bir sağlı sollu masalara yanaşıyor, insanlar da ona kurabiye falan veriyordu. Beni
görmesin diye kağıtların arasına iyice gömüldüm. Belli mi olurdu? Köşede iki öğrenci
oturuyordu. Güler yüzlü ve cana yakın görünüyorlardı. Belki onlara giderdi.
Bunları
düşünürken bir daha kağıtlara dalmışım. Az sonra sancak istikametinde çınlayan neşeli
bir sesle kendime geldim: “Ne yazıyorsun?” Kafamı kaldırıp baktım. Annesinin
özene bezene toplayıp tokalarla tutturduğu saçları açılmış, yüzüne gözüne dökülmüştü.
Elinde sıkıp hamur haline getirdiği bir elmalı kurabiye tutuyordu. Üzerindeki pembe
tişörtte bir bebek resmi vardı, altında da “Ben abla olacağım” yazıyordu.
“Mektup
yazıyorum,” dedim. “Kime?” diye sordu hemen. “Yılbaşı hediyesi isteyen
çocuklara,” diye cevap verdim. Elimdeki kağıttan okur gibi yaptım: “Bu sene
size Minişler Karavanı’nı yollayamayız, çünkü hiç uslu durmadınız. Lütfen kusura
bakmayın!” Hayretle yüzüme baktı. Sonra hiç tereddüt etmeden karşımdaki koltuğa
tırmandı. Bir güzel yerleşip bacaklarını aşağıya sallandırdı. Ayaklarının yere
değmesi için daha temiz bir yedi sekiz sene vardı.
İlgilenmezsem
gideceğini düşünerek kağıtlara geri döndüm. Bir yandan da göz ucuyla ne yaptığını
izliyordum. Bir süre pencerenin kenarında sessizce duran örümceği inceledi. Parmağıyla
onu hareket etmeye zorladı. Ama örümceğin kıpırdamaya niyeti yoktu. Galiba o da
benim gibi ölü numarasına yatmıştı. Ardından pudra şekerine bulanmış elleriyle
ceketimi çekiştirdi. Cevap niyetine hafifçe inledim. Tepki verdiğimi görünce, “Noel
Baba’nın sakalı var,” dedi. Meseleyi çözdüğü için rahatlamış görünüyordu.
Anlaşılan bu iş
sandığım kadar basit değildi. Gözlüğümü çıkarıp masaya koydum. Kollarımı
kavuşturdum. “Hediye işlerine artık biz bakıyoruz,” dedim sesime ciddi bir hava
vermeye çalışarak “mesela bu sene bazı çocuklara hediye veremiyoruz, onun
yerine kardeş geliyor.” Sonra özel güçlerimi fark etmesi için zaman verdim ona.
Gözlerini açıp
bana bir daha baktı. Şaşkınlığı o kadar sevimliydi ki, neredeyse yelkenleri
suya indirecektim. “Örümceklerin sekiz bacağı olur,” dedi birden, “öğretmenim
söyledi.” Bu bilgiyle gurur duyduğu belliydi. Ama o kadar kolay pes edecek biri
değildim. “Kardeşlerin on parmağı olur,” dedim karşılık olarak, “ayrıca ben de
öğretmenim.” Şah ve mat. Sevimlilik falan bir yere kadardı.
Uzun uzun
düşündü. Bu darbenin ağırlığını sindirmek ister gibiydi. “Benim kardeşim
olacak,” dedi sonunda. “Biliyorum,” dedim. Gülümsedim. Önce ne yapacağını
bilemedi. Sonra o da gülümsedi.
“Meliiiis!” diye
seslendi annesi arkalardan bir yerden, “Teyzeyi rahatsız etme!” Fakat Melis’in
gitmeye niyeti yoktu. Zaten kardeşi olacaktı. Derdi başından aşkındı. Ama benim
de okunması gereken kağıtlarım vardı. Onu annesine götürmek için harekete
geçtim. “Ne kadar uzun boylusun!” dedi ayağa kalkınca. “Ne sandıydın?” diye
böbürlendim.
Annesine teslim
edip geri dönerken, “İyi seneler, Melis!” dedim ona, “Umarım bu sene güzel
hediyeler alırsın.” “Ayak parmakları da var,” dedi. “Kimin?” diye sordum.
“Kardeşimin,” dedi.
Gitmeden önce, annesi
ona üzerinde geyik işlemeleri olan bir bere giydirdi. Boynuna da bir atkı
doladı. Sıkıca giyinip kapıya doğru ilerlediler. Ayrılmadan önce bana uzaktan şöyle
bir baktı. “El salla teyzeye!” dedi annesi. Ama Melis el sallamadı. Ben de
sallamadım. Sanıyorum ikimiz de bunu bir tür hafiflik olarak gördük.
Masama dönüp
kağıtları okudum. İyi notlar vermeye çalıştım. Ne de olsa yeni yıl geliyordu.
İnsan her zaman istediği hediyeleri alamayabilirdi belki. Yine de ufak tefek şeyler
fena olmayabilirdi. İyi notlar, küçük kardeşler ve ayak parmakları gibi...
ne güzel yazmışsınız yine. çocuk olsam ben de sizin çekim alanınıza kapılıp yanınıza gelirdim kesin.
ReplyDelete