30 Mart 2014
-->
Geçen kış
yıllardan sonra ilk kez Efes’e gittim. Sakin puslu bir havaydı. Ortalıkta pek
fazla insan yoktu. Sadece bir iki Japon turist grubu. Onlar da çok sessiz ve
kibardılar. Bütün şehir bizimmiş gibi gezdik tozduk. Uzun uzun yürüdük, ağaçların
altında oturup dinlendik, umumi tuvalete dair şakalar yaptık, kütüphanenin
duvarlarına bakıp hayal kurduk.
Harabeler hep aynıydı
tabii. Ama benim bu seferki tecrübem farklıydı galiba. Çocukluğumda defalarca
gördüğüm bu mekana ilk kez kendimi bu kadar yakın hissettim. Hatta bir ara
şehir canlıymış gibi geldi bana. Sanki bir köşeden togası ve sandaletleriyle
soylu bir efendi çıkacak ve elimizi sıkıp bizi kent meydanına götürecekti.
Neyse ki böyle
bir şey olmadı. Eski Yunancam berbattır çünkü.
Fakat başka bir
şey oldu. Harabelerden çıktıktan sonra, çay içecek bir yer ararken, turistlere
hediyelik eşya satan bir dükkanda şöyle bir tabela gördüm: “Hakiki Sahte
Saatler.”
Tabelanın önünde
uzun uzun durdum. Böyle bir ifadeye tav olmamak mümkün değildi. Hem komik, hem
akıllı, hem de doğruydu. Evet, adam sahte saat satıyordu. Ama bunu bizden
saklamıyor, göstere göstere yapıyordu. Dükkanın önünde neşeyle kıkırdayan iki Japon
turist vardı. Onlar da bu mesajı almış olacaklar ki, tabelaya işaret edip
gülüşerek içeri girdiler.
Efes’te gördüğüm
bu tabela sık sık aklıma geliyor şimdi. Çünkü hiçbir şeyin masumiyetini
koruyamadığı bu dünyada, en azından kendi sahteliğinin farkında olan bir yerden
konuşuyordu. Artık lekesiz ve pürüzsüz bir hakikatin talep edilemeyeceğini
teslim ediyor ve hiç olmazsa bu tespit için takdir bekliyordu. Dürüst ve cesur
bir tutumdu bu. Bir saat alarak onu ödüllendirmeyi düşünür müydük acaba?
O gün harabeleri
dolaşırken görebildiğim kadarıyla, Japon turistler de tam olarak bunu
yapıyorlardı. Okyanus ötesindeki evlerine üzerinde Efes görüntüleri olan duvar
saatleri ile döneceklerdi. Ya da belki kendilerine “hakiki sahte” bir Rolex alacaklar
ve memleketlerine gittiklerinde arkadaşlarına bu tabelayı gülerek
anlatacaklardı. Onlar bu ilanın gerçek muhataplarıydı. Saati değil, tabelanın sattığı
eğlenceli fikri satın alıyorlardı aslında.
Bense bunu yapmak
için fazla Türk’tüm. En fazla gülüp geçecek ve “Bravo valla adama!” diyecektim.
Öyle de yaptım zaten. Fakat şimdi fark
ediyorum ki, saati değilse de lafı almışım yanıma. Bir sene kadar sonra
hatırlamak ve yeniden kafamda evirip çevirmek üzere.
Aslında elbette, bu
lafı önemsemeyebiliriz. Onu sadece cin fikirli bir girişimcinin muzipçe
planlayıp sahnelediği bir oyun olarak görebiliriz. Satışları arttırmak için
düzenlenmiş küçük bir numara, turistleri çekmek için düşünülmüş bir başka
tuzak. Bunların hepsini söyleyebiliriz. Ve haklı da oluruz.
Fakat hakikatle kurduğumuz
ilişkinin bir daha tamir olmamak üzere bozulduğu şu günlerde, bu lafın her
zamankinden daha da anlamlı olduğunu düşünmeye başladım. Hiçbir şeyin
sandığımız gibi olmadığı, bildiğimizi düşündüğümüz hikayelerin bile elimizde
patladığı, tanıdığımızı umduğumuz insanların akıl almaz şeyler söylediği çılgın
bir dönemden geçiyoruz.
Bundan önce
aklımız başımızdaydı demek istemiyorum, yanlış anlaşılmasın. Hayatımız zaten matah
değildi. Şehirlerde kısılmış olanlarımız, bir vakittir aynı sentetik hayatı
sürdürüyoruz. Tavanı gökyüzü hissi verecek şekilde aydınlatılmış alışveriş
merkezlerine gidiyor, ahşap görünümlü plastik sandalyelerde oturuyor ve çaya
benzeyen kehribar rengi sıvılar içiyoruz. Arada biri kalkıp “Bu da çay mı
yahu!” diyor. Ama sonra nasıl olsa unutuluyor. Yapay çimlerin üzerine yerleştirilmiş
naylon çiçeklerle bezeli lokantalarda, tavuk olmayan tavuklar yiyoruz. Çocuklarımızı
dört duvar arasında ekran karşısında büyütüyoruz. Başkalarının hayatlarını
seyrettikçe onların da yaşamış kadar olacaklarını umuyoruz.
Bence bunların
hepsi delice şeyler. Ama bize normal geliyor. Böyle yuvarlanıp gidiyoruz.
Fakat şimdi işler
iyice zıvanadan çıktı. Sahtelik bile bambaşka bir boyut kazandı. Bazen birinin insan
boyundaki karton modeli gerçeğinden daha çok prim yapabiliyor mesela. Hatta
alkış bile alabiliyor. Demek derinlik sanıldığı kadar makbul bir özellik değil.
Gerçekten ölmek
de öyle. Hiç tercih edilir bir durum değil. Bir televizyon dizisinde öldürülen
evlat için günlerce yas tutanlar, gerçekten hayatını kaybeden bir başka çocuk
için kıllarını kıpırdatmayabiliyor. Eğer yüzyıllarca önce şüpheli bir şekilde
öldüyseniz, biri kalkıp sizin için suç duyurusunda bulunabiliyor. Ama gerçekten
bir cinayete kurban gittiyseniz, sizi sevenlerin adaletin tecelli etmesini
talep etmesi bir tür safdillik olarak algılanabiliyor.
Her şeyin
görüntülerden ibaret olduğu, hiçbir şeyin gerçek olduğundan emin olamadığımız,
çoğumuzun gündelik hayatını sosyal medya üzerinden gerçekleştirdiği bir hayat
sürüyoruz. Sosyal medyada ortaya çıkan bir sahte isim bir iki hafta içinde
memleketin en tanınan kişilerinden biri haline gelebiliyor, yüz binlerce
takipçi edinebiliyor, sözü dinlenip ciddiye alınabiliyor. Hatta o kadar popüler oluyor ki, onun bile taklitleri çıkıyor. Böylece görüntüler sonsuz sayıda
çoğalıyor ve izlenemez hale geliyor.
Öyle bir zaman ki,
neye elimizi atsak dağılıp gidiyor, ne tarafa yaslansak arkası boş çıkıyor,
kopyaların böğründen başka kopyalar fışkırıyor. Bir dala tutunup nefes almak
istiyoruz. Bunu beğendim gitmesin kalsın diyesimiz geliyor. Ama nafile. Her
şeyin cilası var. Söktüğünüz zaman altından hiç görmek istemediğiniz şeyler
çıkıyor.
“Hakiki sahte
saatler” meselesine gelince, bir daha Efes’e gidersek mutlaka bir tane
alacağım. Neye güveneceğimizi bilemediğimiz bu günlerde bana bir sürü şeyden daha
gerçek görünüyor.