BirGün Pazar
Her gece uzun uzun rüyalar görüyorum. Zihnim
fazla mesai yapıyor şu aralar. Gündüz sağdan soldan topladıklarıyla gece bir
daha sergi açıyor. Her seferinde yepyeni bir tezgahta sunuyor onları. Bazen ucu
bucağı görünmeyen yığınların üzerinden atlamaya uğraşıyorum, bazen etrafa
dağılmış paketleri toplamaya çalışıyorum. Kimi zaman da birtakım bohçaları
çözüp bağlıyorum.
Uyurken de çok tedirginim aslında. Gecede birkaç
kez uyanıyorum. Sabahları gözlerimin altında koyu renk halkalar oluyor. Çoğu
kez güne başlamakta zorlanıyorum.
Bütün bunlar sadece bana oluyor sanıyordum.
Meğer öyle değilmiş.
Geçen gün bir arkadaşım rüyasında saatini geri
almaya çalıştığını ama bir türlü başaramadığını söyledi. Birkaç dakika bile
geriye gitse her şey düzelecekmiş ama yapamamış bir türlü. Bir başkası
bağırmaya çalıştığı ama başaramadığı bir rüyayı anlattı bana. Hiç sesi
çıkmıyormuş. Onun yerine dişlerinin arasından sular akmış. “Galiba
gözyaşlarıydı,” dedi ürpererek. “Galiba ağzımdan ağlıyordum ben.”
Ben de bir süredir çiğneyip yutamadığım lokmalar
görüyorum. Masada annemin yanında oturuyorum. Ağzımda büyüdükçe büyüyen bir
lokma var. Herhalde balık yiyoruz. Kılçıklar ağzıma dilime batıyor.
“Yutamıyorum,” diyorum anneme. Annem başımı okşayıp “Biraz daha çiğne,” diyor.
Kılçıkların boğazımı yırttığını, içimi kanattığını hissediyorum. Gözlerimden
yaşlar dökülüyor. “İçime hûn oldu, anne!” diyorum. Yine ondan öğrendiğim bir
laf bu: Hûn. Yani yara.
Yutamadığımız, sindiremediğimiz, bir türlü
kendimize izah edemediğimiz şeyler var bizim. Bu kadar kadının hep birlikte
rüya görmesi hayra alamet değil. İçimizde yaralar var.
Haftalardır akıl almaz haberlerle boğuşuyoruz.
Kaygılıyız, tedirginiz. Gazetelerde okuduklarımız, televizyonlarda
izlediklerimiz ruhumuzun ayarını bozdu, bizi düpedüz hasta etti. Öyle ki, artık
adaletsizliğe alıştığımızı, kötü haberlerle şerbetlendiğimizi bile düşündük.
Ama geçen hafta, hepimizi derinden yaralayan, ruhumuzu inciten bir şey oldu.
Üstesinden gelemeyeceğimiz, bir daha kolay kolay unutamayacağımız bir şeydi bu.
Gözaltında gördüğü işkence ve uğradığı cinsel
taciz sonucu intihar eden Onur Yaser Can'ın annesi Hatice Can kendini öldürdü.
Bir anne evladının kaybına dayanamayarak kendi eliyle canını aldı. Geride bir
çocuk ve bir acılı eş bırakarak bu dünyadan ayrılıp gitti.
Aslında hikaye neredeyse dört sene evvel
başlamıştı. 28 yaşındaki mimar Onur Yaser Can, 2 Haziran 2010 yılında İstanbul
Harbiye'de esrar satın aldığı iddiasıyla narkotik polisi tarafından gözaltına
alındı. Onur, götürüldüğü Narkotik Şube Müdürlüğü'nde polisin işkence, cinsel
taciz ve aşağılamalarına maruz kaldı. Avukatının söylediğine göre, daha sonra
karakolda yaşadıklarını şöyle anlatacaktı:
“Gözaltında çırılçıplak soyuldum. Duvara yaslanmamı söylediler... Bir
süre çömeltilerek bekletildim. Bu süreçte ağlayan, polislere yalvaran bir
kişinin sesi dinletildi, tokatlandım, sözlü olarak aşağılandım. Polislerden
biri beni telefonla emniyete çağırdı ve önceki ifademden farklı bir ifade
imzalattılar. Muhbirlik yapmam söylendi.”
Bunları okumak bile insana ağır geliyor. İlk kez
okuduğumda da aynı şeyi hissetmiştim. Onur Yaser Can’ın ölümünü ve ailesinin
onun ardından girdiği hukuk mücadelesini hatırlıyorum. Ölüm ilanında annesi
Onur’a “Ey oğul, maviş oğul” diye sesleniyordu. Aynı ilanda bir de fotoğraf vardı.
Pırıl pırıl gencecik bir çocuk ta gözümüzün içine bakıyordu. Öyle güzel
bakıyordu ki, bir süre sonra dayanamayıp gözlerinizi kaçırmak zorunda
kalıyordunuz.
Bu hikayeyi takip edenler hatırlayacaktır:
Onur’un ailesi, Narkotik Şube hakkında işkence ve cinsel saldırı suçlamalarıyla
şikâyetçi oldu ama olaya karışan dört polis memuruna işkence suçundan
takipsizlik kararı verildi. Ailenin, sorgu odasının kamera kayıtları ve
bilgisayarların imaj kayıtlarının incelenmesi talepleri kabul görmedi.
Oğlunun ölümünden tam 3,5 sene sonra Hatice Can
intihar etti. Bir pazar sabahı kahvaltıdan sonra gidip kendini balkondan attı.
Gazeteler bunca zamandır sürdürdüğü hukuk mücadelesinden umduğu sonucu
alamadığı için hayatına son verdiğini yazdılar.
Oğlu ruhundan işkencenin izini silemeyeceğini
düşündüğü için kıymıştı canına. Arkadaşlarına böyle söylemişti. Onurumu
incittiler, demişti. Annesi de aklından oğlunun gözlerini çıkaramadığı için
gitti belli ki. Kendisine “Ben niye öldüm, anne?” diye soran gözlerini.
Hatice Can ve mavi gözlü oğlu ışıklı bir günde
çekilmiş eski bir fotoğraftan bize bakıyorlar şimdi. Birbirlerine yaslanmış
öylece duruyorlar. Kim bilir belki de huzurlu bir Pazar gününün rehavetiyle
gülümsüyorlar. Hatice Can’ın yüzünde oğluyla ne kadar gururlandığının izi var.
Onur’un gözleri ise, bir daha hiçbir Pazar eskisi gibi olmayacak diyor sanki.
Bu haberi okuduğumdan beri hep aynı şeyi
düşünüyorum: Bütün bunları kendimize nasıl izah edeceğiz? Ruhumuzdan bu acıları
nasıl temizleyeceğiz? Roboski’de bir hiç uğruna çocuklarını kaybeden aileleri,
Gezi’de öldürülen evlatlarının davalarını takip etmek için şehir şehir dolaşıp
duran anne babaları, senelerdir her hafta kayıplarını aramak üzere
Galatasaray’da toplanan Cumartesi Anneleri’ni nasıl içimize sindireceğiz?
Bu ülkede adalet arayanlar için delirmekle
ölmekten başka bir seçenek yok mu?
Hepimizi hasta eden bu korkunç hikayelerin sonu
gelmeli artık. Çünkü bilin ki, bu lokmaları yutamıyoruz. Zihnimizde dönüp duran
resimlerle her gün yenileri ekleniyor. Bunlarla başa çıkamıyoruz. Çiğnedikçe
mayalanan lokmalar gibi ağzımızda büyüyorlar. Hatice Can’ın yüzü büyüyor,
oğlunun gözleri büyüyor. Boğazımızı yırtıyor, göğsümüzü kanatıyorlar.
Her biri içimize hûn oluyor.
hun deyince ben de kan anlıyorum. farsçada, kürtçede kan demek.
ReplyDelete"Hûn" olmak Türkçe'de de kullanılır. Yaşlılarımız;
ReplyDelete"İçerim/ içlerim hûn oldu." derlerdi. "Dil hûn olurum yâd-ı cemâlinle senin ben" diye başlayan, bir şarkımız vardır.
Dilhûn olmak:gönülün/ içinin kan ağlaması demektir.
hiç tanımayan bilmeyene göre resmine bakınca güzel pırıl pırıl bir insan deriz ya anneye nasıl gelir acep? Onun en masum hallerini gördü, küçücük ayaklarını sevdi, ilk gülüşünde huzur buldu, ilk adımlarında heyecan, ilk kelimelerinde mutluluk... Evlat baska, bir insanın büyümesine tanık olmak başka. Annesi bakıyorsa bizim gibi görmüyor, bir geçmiş var koskoca! Ahhh Allahım onlarıda bizleride affet!
ReplyDelete