20 Nisan 2014
Başka bir çok
yazarla olduğu gibi, Gabriel Garcia Marquez’le de beni dedem tanıştırmıştı. Bir
gün okuldan döndüğümde, elime ince bir roman tutuşturdu ve “Çok yetenekli bir
yazar,” dedi. Dedemin böyle bir huyu vardı. Kendini çok yaşlı gördüğünden
olacak, dünyanın en büyük yazarlarına, bestecilerine, düşünürlerine
hayatlarının başında genç adamlar gibi davranır, onlardan öyle söz ederdi. O
kadar ki, Lenin’e “Heyecanlı bir delikanlı” falan dese, ailecek hiç
şaşırmayacaktık. Marquez de Nobelli meşhur bir yazar olabilirdi. Ama dedemin
dünyasında “istidatlı bir genç” muamelesi görüyordu.
Dedemin bana
verdiği kitap, Türkçede Kırmızı Pazartesi
adıyla basılan ama aslında “Önceden Bilinen bir Cinayetin Vakayınamesi” diye
çevrilebilecek uzun ama çekici bir ismi olan Marquez romanıydı.
Kolombiyalı yazar
Gabriel Garcia Marquez 1982 senesinde Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldıktan sonra
dünyada bir edebiyat fenomeni haline gelmiş ve eserleri birçok dile çevrilmişti.
Türkçe de bu dillerden biriydi. Can Yayınları, Kırmızı Pazartesi başta olmak üzere Marquez’in romanlarını birer
birer basmaya başlamıştı. Dedem de bu küçük ama ilginç kitaba bu şekilde
ulaşmıştı.
Kırmızı Pazartesi, sonradan hepimizi serseme çevirecek olan Yüzyıllık Yalnızlık kadar hacimli bir
roman değildi ama çok iyi anlatılmış bir hikayeydi. Okurken heyecanlandığımı hatırlıyorum.
Muhtemelen büyük bir yazarın karşısında olduğumu hissettiğim için. Onca
toyluğuma rağmen, dedemin bana verdiği bu kitaptaki benzersiz sesi duymuştum. İçimdeki
tecrübesiz ama şevkli okuyucu, bambaşka bir dünyaya girdiğini fark etmiş ve bu büyüleyici
edebi varlığın huzurunda hafifçe reverans yapmıştı.
O günden sonra Marquez,
yazdığı her satırı sevinçle karşılayacağım yazarlardan biri olacaktı.
Kırmızı Pazartesi’nin basit ama sarsıcı hikayesinde beni etkileyen
şey, Marquez’in sıradan insanların gündelik hayatlarında bulduğu şaşırtıcı detaylardı.
Daha sonra Yüzyıllık Yalnızlığı
okuduğum zaman görecektim ki, bu daha hiçbir şeydi. Bu romanla birlikte, o
zamana kadar toplumsal gerçekçi romanlarla şekillenmiş ruh dünyam, birden
sınırlarının dışına çıkacak ve bambaşka bir dünya ile tanışacaktı. Şimdi
düşününce, yenden kuvvet alarak zıplayıp havalanıvermişim gibi geliyor bana. Çünkü
Marquez’in anlatı tekniği tam da böyle bir şeydi. Yerden, yani toplumsal
gerçeklikten, kuvvet alıyor, ama onunla sınırlı kalmayıp uçup gidiveriyordu.
Yüzyıllık Yalnızlık’la beraber anlamıştım ki, dünya sadece çamurdan,
taştan ve eziyetten oluşmuyordu. Her yerde renk, ışık ve müzik vardı. Çünkü
dünya hikayelerle doluydu. Acılar ve sıkıntılar da vardı elbette. Ama onların
karşısında da edebiyat duruyordu. Hikayenin gücü buradaydı. Kirli bir su
birikintisinde gökkuşağının yansımasını görebiliyor, karanlık bir odanın nemle
ıslanmış duvarlarında çekici bir desen bulabiliyor, gıcırdayan iskemlelerin
ritminde bir senfoninin ilk seslerini duyabiliyordu. Dünya büyüyle doluydu. Önemli
olan bunu görebilmekti.
Yüzyıllık Yalnızlık’taki sahnelerden biri bize gündelik hayattaki
büyünün nasıl bir şey olduğunu çok güzel bir şekilde gösterir. Romanın bir
yerinde, çocukları Jose Arcadio’ya panayıra gitmek için yalvarırlar. Bütün dertleri
çingenelerin kasabanın ortasına kurduğu çadıra girmek ve oradaki acayiplikleri,
yani dünyanın değişik harikalarını, görmektir.
Öyle direttiler ki, sonunda Jose Arcadio Buendia 30
reali bastırıp onları çadıra soktu. Çadırda gövdesi kıllarla kaplı, saçları
kazınmış, burnuna bakır halka, ayağına ağır bir demir zincir takılı dev gibi
bir adam, bir korsan sandığının başında nöbet tutuyordu.
Dev sandığı açınca ortalığa bir serinlik yayıldı.
Sandıkta, içindeki iğneciklerle güneş ışığını yansıtıp binlerce renkli yıldıza
dönüştüren, kocaman saydam bir kütle vardı. Çocukların kendisinden hemen bir
açıklama beklediğini bildiği için telaşa düşen Jose Arcadio ağzının içinde bir
şeyler geveledi.
- “Bir elmas bu,” dedi. “Dünyanın en büyük elması.”
- “Hayır,” diye karşılık verdi çingene. “Buna buz
derler.”
Marquez’in
becerisi işte budur. Bizi büyünün ve ışıltının vaadi ile heyecanlandırır ve
sonra karşımıza gündelik hayatın sıradan nesnelerinden birini çıkarır. Onu
okurken çingenenin çadırına giren çocuklar gibi oluruz hepimiz. Marquez’in
elinde sıradan bir nesne büyülü ve gizemli bir hale gelmiştir. Ya da tam
tersini yapar bazen, tanıdık bir şeye yakından bakmamızı ister ve ardından onu
bu dünyanın gerçekliği ile açıklamayacak bir şekilde görmemizi sağlar. Yine Yüzyıllık Yalnızlık’ta, bütün evi idare
eden büyükanne Ursula’nın yaşlanınca küçülüp “kiraz sapı” kadar kalmasını,
hatta torunları tarafından kundağa sarılıp bebek muamelesi görmesini, sonra da
tam ölecekken yeniden dirilip evdeki iktidarı ele geçirmesini ancak böyle
açıklayabiliriz. Ya da bu dünyaya ait olamayacak kadar iyi biri olan Güzel
Remedios’un bir gün çamaşır asarken rüzgara kapılıp asamadığı çarşafla birlikte
uçup gitmesini bu şekilde anlamlandırabiliriz.
Sonradan “Büyülü
Gerçekçilik” adını alacak bu anlatı biçimi, toplumsal olayların katı ve acıtıcı
gerçekliğini bize renkli bir prizmadan geçirerek göstermesi ile bilinir. Hiçbir
şey göründüğü gibi değildir. Bazen bir buz kalıbı en büyük elmastan daha çekici
olabilir, etrafında ondan çok daha fazla büyü yaratabilir. Marquez bu tür
anlatıların yaratıcılarından ve ustalarındandır. Bu tekniği, iyi bir kılıç
ustası gibi, maharetle ve incelikle kullanır.
Yazarlar iki
gruba ayrılır derler: İyi yazarlar ve kötü yazarlar. Marquez ikisi de değildir.
Dahi yazarlardan biridir. O kadar dışarıdan bir yerden konuşur ki, buralı
olduğuna inanmakta bile zorlanırız bazen. Dünyaya düşmüş garip bir yaratık gibi
gelir bize.
Kendi unutulmaz
hikayesinde dediği gibi: Koskocaman kanatlı çok yaşlı bir beydir o. Bize uzak
büyülü bir gezegenden gönderilmiştir. Sonra zamanı geldiğinde, Macondo’nun her
daim yağmurlu semalarına doğru uçup gitmiştir.
Arkasında
benzersiz bir dil ve yüzlerce hikaye bırakarak.