Monday, April 21, 2014

Koskocaman Kanatlı Çok Yaşlı Bir Bey

BirGün Pazar
20 Nisan 2014


Başka bir çok yazarla olduğu gibi, Gabriel Garcia Marquez’le de beni dedem tanıştırmıştı. Bir gün okuldan döndüğümde, elime ince bir roman tutuşturdu ve “Çok yetenekli bir yazar,” dedi. Dedemin böyle bir huyu vardı. Kendini çok yaşlı gördüğünden olacak, dünyanın en büyük yazarlarına, bestecilerine, düşünürlerine hayatlarının başında genç adamlar gibi davranır, onlardan öyle söz ederdi. O kadar ki, Lenin’e “Heyecanlı bir delikanlı” falan dese, ailecek hiç şaşırmayacaktık. Marquez de Nobelli meşhur bir yazar olabilirdi. Ama dedemin dünyasında “istidatlı bir genç” muamelesi görüyordu.

Dedemin bana verdiği kitap, Türkçede Kırmızı Pazartesi adıyla basılan ama aslında “Önceden Bilinen bir Cinayetin Vakayınamesi” diye çevrilebilecek uzun ama çekici bir ismi olan Marquez romanıydı.

Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez 1982 senesinde Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldıktan sonra dünyada bir edebiyat fenomeni haline gelmiş ve eserleri birçok dile çevrilmişti. Türkçe de bu dillerden biriydi. Can Yayınları, Kırmızı Pazartesi başta olmak üzere Marquez’in romanlarını birer birer basmaya başlamıştı. Dedem de bu küçük ama ilginç kitaba bu şekilde ulaşmıştı.

Kırmızı Pazartesi, sonradan hepimizi serseme çevirecek olan Yüzyıllık Yalnızlık kadar hacimli bir roman değildi ama çok iyi anlatılmış bir hikayeydi. Okurken heyecanlandığımı hatırlıyorum. Muhtemelen büyük bir yazarın karşısında olduğumu hissettiğim için. Onca toyluğuma rağmen, dedemin bana verdiği bu kitaptaki benzersiz sesi duymuştum. İçimdeki tecrübesiz ama şevkli okuyucu, bambaşka bir dünyaya girdiğini fark etmiş ve bu büyüleyici edebi varlığın huzurunda hafifçe reverans yapmıştı.

O günden sonra Marquez, yazdığı her satırı sevinçle karşılayacağım yazarlardan biri olacaktı.

Kırmızı Pazartesi’nin basit ama sarsıcı hikayesinde beni etkileyen şey, Marquez’in sıradan insanların gündelik hayatlarında bulduğu şaşırtıcı detaylardı. Daha sonra Yüzyıllık Yalnızlığı okuduğum zaman görecektim ki, bu daha hiçbir şeydi. Bu romanla birlikte, o zamana kadar toplumsal gerçekçi romanlarla şekillenmiş ruh dünyam, birden sınırlarının dışına çıkacak ve bambaşka bir dünya ile tanışacaktı. Şimdi düşününce, yenden kuvvet alarak zıplayıp havalanıvermişim gibi geliyor bana. Çünkü Marquez’in anlatı tekniği tam da böyle bir şeydi. Yerden, yani toplumsal gerçeklikten, kuvvet alıyor, ama onunla sınırlı kalmayıp uçup gidiveriyordu.

Yüzyıllık Yalnızlık’la beraber anlamıştım ki, dünya sadece çamurdan, taştan ve eziyetten oluşmuyordu. Her yerde renk, ışık ve müzik vardı. Çünkü dünya hikayelerle doluydu. Acılar ve sıkıntılar da vardı elbette. Ama onların karşısında da edebiyat duruyordu. Hikayenin gücü buradaydı. Kirli bir su birikintisinde gökkuşağının yansımasını görebiliyor, karanlık bir odanın nemle ıslanmış duvarlarında çekici bir desen bulabiliyor, gıcırdayan iskemlelerin ritminde bir senfoninin ilk seslerini duyabiliyordu. Dünya büyüyle doluydu. Önemli olan bunu görebilmekti.

Yüzyıllık Yalnızlık’taki sahnelerden biri bize gündelik hayattaki büyünün nasıl bir şey olduğunu çok güzel bir şekilde gösterir. Romanın bir yerinde, çocukları Jose Arcadio’ya panayıra gitmek için yalvarırlar. Bütün dertleri çingenelerin kasabanın ortasına kurduğu çadıra girmek ve oradaki acayiplikleri, yani dünyanın değişik harikalarını, görmektir.

Öyle direttiler ki, sonunda Jose Arcadio Buendia 30 reali bastırıp onları çadıra soktu. Çadırda gövdesi kıllarla kaplı, saçları kazınmış, burnuna bakır halka, ayağına ağır bir demir zincir takılı dev gibi bir adam, bir korsan sandığının başında nöbet tutuyordu.

Dev sandığı açınca ortalığa bir serinlik yayıldı. Sandıkta, içindeki iğneciklerle güneş ışığını yansıtıp binlerce renkli yıldıza dönüştüren, kocaman saydam bir kütle vardı. Çocukların kendisinden hemen bir açıklama beklediğini bildiği için telaşa düşen Jose Arcadio ağzının içinde bir şeyler geveledi.

- “Bir elmas bu,” dedi. “Dünyanın en büyük elması.”
- “Hayır,” diye karşılık verdi çingene. “Buna buz derler.”

Marquez’in becerisi işte budur. Bizi büyünün ve ışıltının vaadi ile heyecanlandırır ve sonra karşımıza gündelik hayatın sıradan nesnelerinden birini çıkarır. Onu okurken çingenenin çadırına giren çocuklar gibi oluruz hepimiz. Marquez’in elinde sıradan bir nesne büyülü ve gizemli bir hale gelmiştir. Ya da tam tersini yapar bazen, tanıdık bir şeye yakından bakmamızı ister ve ardından onu bu dünyanın gerçekliği ile açıklamayacak bir şekilde görmemizi sağlar. Yine Yüzyıllık Yalnızlık’ta, bütün evi idare eden büyükanne Ursula’nın yaşlanınca küçülüp “kiraz sapı” kadar kalmasını, hatta torunları tarafından kundağa sarılıp bebek muamelesi görmesini, sonra da tam ölecekken yeniden dirilip evdeki iktidarı ele geçirmesini ancak böyle açıklayabiliriz. Ya da bu dünyaya ait olamayacak kadar iyi biri olan Güzel Remedios’un bir gün çamaşır asarken rüzgara kapılıp asamadığı çarşafla birlikte uçup gitmesini bu şekilde anlamlandırabiliriz.

Sonradan “Büyülü Gerçekçilik” adını alacak bu anlatı biçimi, toplumsal olayların katı ve acıtıcı gerçekliğini bize renkli bir prizmadan geçirerek göstermesi ile bilinir. Hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Bazen bir buz kalıbı en büyük elmastan daha çekici olabilir, etrafında ondan çok daha fazla büyü yaratabilir. Marquez bu tür anlatıların yaratıcılarından ve ustalarındandır. Bu tekniği, iyi bir kılıç ustası gibi, maharetle ve incelikle kullanır.


Yazarlar iki gruba ayrılır derler: İyi yazarlar ve kötü yazarlar. Marquez ikisi de değildir. Dahi yazarlardan biridir. O kadar dışarıdan bir yerden konuşur ki, buralı olduğuna inanmakta bile zorlanırız bazen. Dünyaya düşmüş garip bir yaratık gibi gelir bize.

Kendi unutulmaz hikayesinde dediği gibi: Koskocaman kanatlı çok yaşlı bir beydir o. Bize uzak büyülü bir gezegenden gönderilmiştir. Sonra zamanı geldiğinde, Macondo’nun her daim yağmurlu semalarına doğru uçup gitmiştir.

Arkasında benzersiz bir dil ve yüzlerce hikaye bırakarak.

No comments:

Post a Comment