Sunday, September 28, 2014

Boksörlerin Belirişi: İki Yeni Yazar


BirGün Pazar
28 Eylül 2014

“Hemingway, a Title Fight in Ten Rounds” (Hemingway: On Rauntta Ünvan Maçı) adlı kitabında, yazarın yakın arkadaşlarından biri olan Jed Riley, onunla ilgili anılarından birini aktarır.
Riley ve Hemingway savaştan hemen sonra bir barda yeniden karşılaşır ve oturup konuşmaya başlarlar. Konuşma ilerledikçe, Hemingway’in geçen seneler içinde bir gıdım bile değişmemiş olduğunu düşünür, Riley. Sonra onun çok iyi bir amatör boksör olduğunu hatırlar. Hatta bir gün dünya şampiyonu olacağını söylediği gelir aklına. Belki de olmuştur, der kendi kendine. Sonunda bunu ona sormaya karar verir.
"Hala şampiyon olacak mısın?" dedim ona.
"Evet," dedi, "Ama boksta değil."
"Güreş mi?" dedim.
"Hayır," dedi.
"Ne peki?" dedim.
"Edebiyat," dedi.
Bana bu konuşmayı yeniden düşündüren, İletişim Yayınları’nın geçenlerde arka arkaya bastığı iki kitap oldu. Biri, Ankaralı yazar Giray Kemer’in yaz başında çıkan öyküleri: “Olaylar Boksörün Pazı Sarmasını Yemesiyle Başladı.” Diğeri ise, ismiyle müsemma Aylin Balboa’nın daha bir iki hafta önce dağıtıma giren “Belki Bir Gün Uçarız” adlı anlatısı. Dövüşmekten vazgeçmemiş ama yumruklarını edebiyatta konuşturmaya karar vermiş iki genç yazar ilk kitaplarıyla ringe çıktılar. O zaman kırılıp dökülen kemiklerden, satılmış maçlardan, darbeleri savuşturma metotlarından, ve de en önemlisi şampiyonlardan söz etmenin zamanı gelmiştir.
Şampiyon deyince, illa ki kazananlardan söz edeceğimizi düşünmeyin. Bu kitaplarda tanışacağınız kişiler, en beklemedikleri anlarda yumruk yiyip yerle yeksan oluyorlar. Mezarlıklarda terk ediliyorlar, sakatlanıp dövüş dışı kalıyorlar, ölülere sarılmak isteyip sarılamıyorlar. Ana karakterler dışındakiler de kaybetmeye mahkum gibi görünüyor. Genç adamlar sevdikleri kızları başka erkeklere kaptırıyor, yeni evli kadınlar pencerelerde iç çekip ağlıyor. Arada bir gerçek şampiyonlar da çıkıyor gerçi. Ama onlar da bir gün uyuyup bir daha hiç uyanmıyorlar. 

Aylin Balboa’nın “Kramp” adlı hikayesinin anlatıcısı, motordan düşüp komaya giren abisini görebilmek için yoğun bakım monitörlerinin önünde bekliyor: “Günler geçiyor. Abim kameralara el sallamıyor, bu bir şaka değil. Yok be şakadır yine de, aklımız yerinden çıkmadan uyanırsa eğlencesi azalacak, iyice kanırttıktan sonra el sallar diyoruz. Ama Niyazi amca kesin ölür. Çünkü söylemiş miydim, Niyazi amca çirkin, üstelik katil, yetmezmiş gibi intihar etmiş. Benim abim şampiyon... Benim abim şampiyon... Benim abim şampiyon...”
Ama abiler uyanmıyor. Sevgililer dönmüyor. Ölüler bizimle konuşmuyor. Çünkü, Balboa gibi söylemek gerekirse: “Hayat satılmış bir maç, oğlum!”
Sürprizli dili ve kıvrak zekası ile, anlattığı mesele ne kadar dramatik olursa olsun, okuyanın yüzünde çiçekler açtıran Aylin Balboa, tabiri caizse, dans ederek dövüşüyor. Sözcükleri birbiri ardına dizerken o kadar çevik ve becerikli ki, bütün o darbeleri nasıl aldığına akıl erdiremiyorsunuz. Etrafınızda dönüp duruyor, birtakım akıl almaz ayak hareketleri yapıyor. Bu durum, özellikle “Tımarhane Notları” için geçerli. Tam kasvet basacak gibi olurken, size öyle bir şey söylüyor ki, gülesiniz geliyor. Kendinizi bıraktığınızda da, gülle gibi bir lafı hiç acımadan karnınıza çakıveriyor. Bazen başınızı tatlı tatlı okşadığını göreceksiniz. Sakın aldanmayın. Her an bir yerden bir yumruk çıkarabilir. Şimdiden söyleyeyim, bazen o yumruk boğazınıza da oturabilir.
Giray Kemer ise kelimenin tam anlamıyla bir ağır sıklet. Yeteneği çevikliğinde değil atmosfer kurma becerisinde. Yavaş olmaktan korkmuyor, çünkü biliyor ki bazen yumruklara direnmek için sadece olduğun yerde durabilmen gerekir. Durur durur, sonra iyi bir tane vurursun. Bir söyleşisinde, boksun edebiyatla ilgisi olmayabileceği imasına karşılık şunları söylüyor: “Bilakis öykünün boksla çok benzeştiğini düşünüyorum. Cortazar’ın dediği gibi romanda puanla kazanabilirsin ama öyküde knock-out gerekir. O noktada yakınlar. Hep beklenmeyen olur, her an her şey olabilir.”
Kemer’in öykülerinde sürprizli sonlar, dramatik finaller, inişli çıkışlı sahneler yok gerçi. Onun yerine kitabın her yerine sinmiş ağır bir yenilgi hissi var. Ritmi, kıvamı ve gitgide koyulaşan hüznü ile, üçüncü sınıf dumanlı bir barda boş masalara çalınan ağır aksak bir şarkıyı anımsatıyor. Türü de belki o kadar önemli değil. Neşet Ertaş da olabilirdi, Orhan Gencebay da. Ama bana kalırsa, bu kitap bir Ankara blues.

Dimitrakopulo bulamayıp onun yerine Erim şarabı içen, birbirinin “mimiklerini, konuşmasını, edeceği küfürleri, sigarayı tutuşunu, ne zaman gülüp ne zaman ağlayacağını” ezbere bilen erkeklerin aynı hikayeleri yeniden ve yeniden anlattığı sofralarda oturuyoruz. “Sarhoş iki erkeğin futbol konuşmasından daha romantik bir şey yoktur,” diyen Sedat ağabeyi duyuyoruz. Birinin anılarından fırlayıp geliyor ve o da sofraya oturuyor. Herkes hep bir dövüşten çıkmış gibi. Birbirlerinin yaralarına pansuman yaparken bile, hiçbir şey yokmuş gibi davranan, sanki dünya berbat bir yer değilmiş gibi davranan bu genç adamlara kulak veriyoruz.

“Hep arıyoruz ya... Aramasak aslında.”
Bir süre önce: “Kesince kanıyor ya... Kanamasa...” demişti.
“Ne çok şey istiyorsun,” diyorum.
“Haklısın,” diyor.

Islak saçlarına havlu dolayıp kahvaltı hazırlamaya girişen; eski sevgililerinin aldığı eldivenleri giyen; kalçaları dudakları kolları hep başkalarına ait olan kadınlar. Pis evlerde, havasız odalarda yaşayan, halı saha maçlarından ya da antrenmandan sonra bu kadınlara dair konuşan genç erkekler. Herkesin özel ve benzersiz olmak istediği ve kimsenin bunu başaramadığı hayatlar. Yani dayak atanların değil, dayak yiyenlerin hikayeleri bunlar. Tıpkı Balboa’nınkiler gibi. 

Edebiyat Haber’e verdiği bir söyleşide Aylin Balboa, isminin nereden geldiğini şöyle anlatıyor:Dünya vurdukça tamam diyorum abi büyüksün bi şey demedik. Fakat nefis dayak yiyorum. Soranlara ‘Balboa benim kızlık soyadımdır’ diyorum. Ama esasen Balboalığım bu dövülme kısmından gelir.”
Dayak yemek olur tabii de... Bir de kanamasa...




Edebiyatta Başak Burcu

BirGün Pazar
Eylül 2014


Tennessee Williams’ın en güzel oyunlarından biri olan İhtiras Tramvayı’nın gerilimli sahnelerinden birinde, hikayenin esas kadını Blanche DuBois kardeşinin kocası Stanley Kowalski’yle burcunu sorar. Henüz olaylar tamamen patlamamış, Blanche’ın özenle sakladığı uygunsuz geçmişi ortalığa saçılmamıştır. Onun için, Blanche’ın kendisini tedirgin eden bu kaba saba adamla konuşmaya çalışması şaşırtmaz bizi. Bir sohbet ortamı yaratarak gerilimi düşürmeye çalışmaktadır belli ki.
Cevap alamayınca genç adamın Koç burcu olduğunu tahmin eder, Blanche: “Koçlar güçlü ve dinamiktir çünkü. Gürültü patırtıyı severler. Eşyaları sağa sola fırlatmaktan hoşlanırlar.” Stanley (ki aslında bir Oğlak’tır) biraz canı sıkılmış bir şekilde “Peki, ya senin burcun ne?” diye sorar. “Ben mi? Ben bir Başak’ım,” diye cevap verir Blanche. “Başak (Virgo) bakirenin (virgin) burcudur,” diye ekler sonra.

Burçlar konusunda uzman olduğumu söyleyemem. Bu işe baş koymuş insanlar biliyorum. Onların yanında bana laf söylemek düşmez. Ama Başak burcunu tanırım. Etrafım onlarla sarılı çünkü. Onun için oyunun dramatik kurgusu açısından anlamlı olsa da (bu Güneyli kadın sonsuz bir genç kızlık fantezisi içinde yaşamaktadır, onun için bakire anıştırması yerini bulur), Blanche’ın “Ben bir Başak’ım” diye ortaya çıkması şaşırtır beni. Çünkü Blanche DeBois her şey olabilir ama Başak burcu olamaz.
Birincisi ve en önemlisi, kendine saygısı olan hiçbir Başak hayatının bu kadar dağılmasına izin vermez. Dağıtırsa da hemen titiz bir şekilde toplamaya girişir. Onun için hayat bir çalışma masası gibidir. Çalışma masasında da gereksiz karışıklıklara, fazlalıklara, yarım bırakılmış işlere yer yoktur. Başaklar aynı anda birkaç şeye birden odaklanmaktan hoşlanmazlar. Disiplinli, düzenli ve temizdirler. Blanche gibi gereksiz hayallerle de oyalanmazlar. Çünkü herkes bilir ki, hayal kuranlar hayal kırıklığına uğrayabilir. Başaklar bunu sevmez. Onlar önlerini görmek ister. Olasılıkları değerlendirir ve ona göre davranırlar. Gerçekçi ve pratiktirler.
Bundan romantik olmadıklarını çıkarmamak lazım tabii. Ama aşk hikayelerini bile belli bir ölçülülük içinde yaşarlar. Edebiyatın mutlaka Başak burcu olması gereken karakterlerinden biri Jane Eyre’dir mesela. Mesafeli, ağırbaşlı ve el değmemiş. Evet, Jane’in de başına birtakım acayip şeyler gelir. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu acayip şeyin adı Rochester’dır – ki o da muhtemelen Akrep falandır. Fakat romanı okuyanların gayet iyi hatırlayacağı gibi, Jane sağduyusu ve inceliği ile bu fırtınanın içinden sağ çıkmayı başarır. Hatta biraz hasarla olsa da Rochester’ı bile kurtarır. Bunu sadece bir Başak yapabilir bence. Romanın sonunda, her şey düzene girmiş, eşyalar ve insanlar olmaları gereken yere özenle yerleştirilmiştir. 

Gerçek şudur ki, bir Başak için evinin düzeninden daha önemli hiçbir şey yoktur. Başaklar evlerini önemserler. Orada buldukları emniyeti ve huzuru severler. Bunu kaybederlerse de yeniden tesis edebilmek için ellerinden geleni yapacaklardır. Tolstoy’un Karenin’i kesin Başak’tır mesela. Birçoklarının sandığı gibi sıkıcı ve “düz” bir adam değildir, Karenin. O da Jane gibi fırtınanın içinde kalmış, gemisini sağ salim karaya çıkarmaya çalışan biridir sadece. Evindeki düzeni bozulmuş, karısı bir başka adamla tehlikeli bir ilişkinin içine dalmıştır. Tolstoy, her zamanki ustalığı ile, bizi Karenin’in iç dünyasına sokar ve onun da aslında ne kadar incinebilir bir insan olduğunu gösterir. Hayatı şirazesinden çıkmış bu adam, aile düzenini geri istemektedir. Eski hayatına geri dönemezse, dünyanın kanunları değişecekmiş gibi gelir ona. Çünkü istikrar Başaklar için her şeydir. Ne var ki, romanın gidişatı açısından bunun o kadar büyük bir önemi yoktur. Karenin, Jane Eyre kadar başarılı olamaz.
Başaklar mükemmeliyetçidir. Aşık oldukları zaman bile aynı kusursuzluğu ararlar. Hatta denebilir ki, bir Başak kalbiyle olduğu kadar aklıyla da aşık olur. Sevdiği kişinin bütün özelliklerinin kendi beğenilerini tatmin ettiğinden emin olmadan bir ilişkiye girmek istemez. Böyle birini bulmak da çok zor ve hatta imkansızdır. Onun için belki de ancak bir ideale aşık olabilir. Hiç var olmamış birine. Bir edebi karaktere. Ya da bir hayalete. (Bu düş kurmak anlamına gelmez. Bir fikre bağlanmaktır daha çok.) Ama bir kere aşık olduktan sonra da bunu bir takıntı haline getirebilirler. Masumiyet Müzesi’nin baş kişisi Kemal böyle bir adamdır mesela. Büyük bir aşkla sevdiği Füsun’un aslında bir fikrin tezahürü olduğunu fark etmez. Füsun’a bağlanırken idealize ettiği bir kadın imgesine ve bunun yaratıcısı olan kendi zihnine zincirlendiğini anlamaz. Sonsuz takıntısı içinde, sevdiği bu kadına (ya da onun mükemmel görüntüsüne) dair ayrıntıları biriktirir de biriktirir.
Bir de evet, Başaklar toplayıcıdır. Pek bir şeyi atamazlar. Bir gün bir işe yarayacağından emindirler çünkü. (Bakın Kemal’in topladıkları müze oldu mesela. Kimsenin aklına gelir miydi? Hayır.) Temizlik yapmanın anlamı asla bir şeyleri atmak değildir. Başaklar için temizlik tasnif etmek demektir. Yerleştirir, düzeltir, saklarlar. Eşyalarla kurdukları duygusal bağ nedeniyle, onları atmanın anıları yok etmekle aynı şey olacağını düşünürler. Bir de, bir şeyi atarlarsa her şeyi atmaları gerekebilir. Bir yerden başladıkları zaman duramayabilirler. Başaklar bundan korkar. Onlar her zaman temkinli ve hazırlıklıdırlar. 

Son olarak, Başaklar korkutucu derecede zekidir. Olaylar arasındaki ilişkileri hemen görürler. Her şeyi fark eder ve hatırlarlar. Hiçbir detayı kaçırmazlar. Bir projeye girişmeden önce onlara danışabilirsiniz. Bütün hataları, tutarsızlıkları, eksiklikleri çıkarıp söyleyeceklerdir. Onları memnun etmek zordur bu açıdan. Ama zaten pek iyimser de sayılmazlar. İyimserlik kolay unutanlara özgü bir özelliktir çünkü. Başaklar, insan ruhunun kötülüklerini görmüş ve unutmamışlardır. İyi kalpli ve yardımseverdirler. Ama dünyanın bir gün iyi bir yer olacağına dair pek inançları yoktur. Agatha Christie’nin unutulmaz amatör detektifi Miss Marple da bence bütün bu nedenlerde Başak burcu olmalıdır. Bu geçkince hanım, en karmaşık suçları bile keskin gözlem gücü ve zekası sayesinde kolayca çözer. İyilik yapmak için her zaman hazırdır ama kötülüğü de gözünden tanır. Üstelik Miss Marple yalnızca zeki olmakla kalmaz, bir de kimi Başaklar gibi çok muzip ve sevimlidir.
Zavallı Blanche ise bunların hiçbirinin yakınından bile geçmez. Hayatının kontrolünü kaybetmiştir, hayal dünyasında yaşamaktadır ve temkinli olmaktan çok uzaktır. Üstelik evine bir daha hiç dönemeyecektir. Trajik bir karakter olması da biraz bundandır zaten.
Not. Böyle hafifmeşrep bir konuyu tercih ettiğim için bu seferlik beni hoş göreceğinizi umuyorum. Güneş Başak burcunu terk etmeden, hayatta ve edebiyatta Zodyak’ın bu köşesine düşmüş dostlarıma selam göndereyim dedim.

Pando'nun elleri...

BirGün Pazar
Eylül 2014

Üniversitedeki birinci yılımın sonunda bir bahar sabahı yataktan kalkamadım. Bir süre sonra yurt odası boşaldı. Herkes çıkıp derse gitti. Bense etrafımda olanları hayalle karışık izledim. O kadar çok ateşim vardı ki, pencereden giren rüzgarla hareket eden perdeyi canlı zannedip ona seslendim. Galiba su istedim ondan. Perde ruhsuz biriydi. Yanıma gelmedi.

Böyle kaç saat geçirdiğimi bilmiyorum. Bir zaman sonra beni yukarıdan çağırdıklarını duydum. Herhalde sıram geldi gidiyorum diye düşünürken, birden anladım ki kapıdan ismimi anons ediyorlardı. Bunun iki anlamı olabilirdi. Ya annem telefon ediyordu. Ya da birisi beni görmeye gelmişti. Nasıl başardıysam kalkıp merdivenleri tırmandım ve titreye titreye ana kapıya çıktım. Kapıda bir arkadaşım vardı. Derse gelmediğimi görünce merak etmiş, bir uğrayıp yoklamak istemişti.

Aynı arkadaşım beni önce revire, oradan da Beşiktaş’taki evine götürdü. Eve giderken taksi tuttuk. Bir Murat 131 geldi. Bu bile olayların ciddi olduğunun işareti gibi göründü bana. Beşiktaş’taki evde bir iki gün baygın bir halde yattım. Yataktan kalkacak hale geldiğimde, bizimkilerin tabiriyle, iğne yutmuş ite dönmüştüm. O kadar zayıf düşmüştüm ki, yürümekte bile zorlanıyordum.

İyileşir gibi olduğum günün sabahında, arkadaşım beni koluna takıp çarşıya götürdü. “Aslan gibi olacaksın,” dedi giderken, “Bulgar’ın kaymağı ölüyü bile diriltir.” “Sağol be,” diye terslendim, “İçimi rahatlattın.” Minnetimi ifade edemeyecek kadar gençtim. Ama arkadaşım bunun bir tür teşekkür olduğunu anladı. Elini omzuma attı.


O güzel bahar sabahında ağır aksak yürüyerek kaymakçıya kadar gittik. İçeri girene kadar ne kadar aç olduğumu fark etmemiştim. Dükkanın içinde süt teknesinin buharı vardı. Pando bal-kaymağını önümüze atınca, hepsini hop diye yuttum. Bir de peynir isteyecektim ama arkadaşım beni kaş göz hareketleri ile durdurdu. Doğma büyüme Beşiktaşlıydı. Pando’nun huyunu suyunu iyi biliyordu. Bu yaşlı adamın kendince bir düzeni vardı. Öyle elinizi kaldırıp bir şey isteyemezdiniz. Sırası gelince, o size yanaşıp soracaktı. Biz de bekledik. Sabrımızın ödülü olarak hem peynir hem de yumurta kazandık sonunda.

Sonraları müdavimi olduğum bu dükkanın adabını böylece öğrenmiş oldum. Pando acele edenleri sevmiyordu. Bir şeyler ısmarlamak istiyorsanız, sıranızı beklemeniz gerekiyordu. Dükkanın eskileri bunu bilip ona göre davranıyorlardı. Yeni yetmeler de eskilere bakarak öğreniyordu. Arada bir densizin biri çıkıp da parmak şaklatırsa ya da, Allah korusun, “Nerede kaldı benim yumurta?” diye bağırırsa, Pando’nun tepesi atardı. O zaman da mesela bir daha o adamdan tarafa hiç bakmazdı. Adam sonunda kendi kendine bağırıp çağırıp giderdi. Pando ise hınzırca güler ve işini bildiği gibi yapmaya devam ederdi.

Bir iki sene önce, üç kardeş yine Pando’ya kahvaltıya gittik. Biz uslu uslu tabaklarımızı beklerken, yakınlardaki plazalardan birinde çalıştığı belli olan çıtı pıtı bir kız dükkana girdi. Kaymak tezgahının önüne geçip durdu. Yolu kapattığının farkında değildi. Aslında galiba kendisinden başka hiçbir şeyin farkında değildi. Yüksek topuklarının üzerinde bir süre sallandıktan sonra sıkıldığına dair işaretler vermeye başladı. Erkek kardeşim koluyla beni dürttü ve “Seyret şimdi,” dedi. “Pardon, bakar mısınız?” diye öttü kız. Üçümüz de nefesimizi tuttuk. Pando hiç oralı olmadı. “Peynir istiyorum,” diye üsteledi kız. Sonunda bizimki yavaş yavaş döndü ve “Bu peynir var,” dedi. Elinde hayatımda gördüğüm en büyük kalıbı tutuyordu. Kız bir kalıba bir de Pando’ya baktı. “Kaç para bu?” diye sordu. Pando ona acayip bir rakam söyledi. Muhtemelen salladı. Kız önce, başka yerde daha ucuz diyecek oldu ama bir şey onu durdurdu. “Yarısını verin bari” diye karar verdi sonra. “Kesmiyoruz,” dedi Pando. “Yarısını verin, alacağım,” dedi kız. “Satmıyoruz,” dedi Pando. “Adama bak ya!” dedi kız. Ardından beyefendili efendimli birtakım cümleler kurdu. Ama bizimkinin onunla işi bitmişti. Arkasını dönüp bal-kaymak tabaklarını hazırlamaya girişti. Kız bir süre daha söylendikten sonra topuklarını vurarak çıkıp gitti. Pando yine kıs kıs güldü. Sonra da bize dönüp eliyle “Deli mi ne?” işareti yaptı. Biz de tedbirli bir şekilde sırıttık. Ne olur ne olmaz. İşin ucunda bal-kaymaktan olmak vardı.

Bu yaz hep uzaktaydık. İstanbul’a geri dönünce Beşiktaş’ta bir kahvaltı etmek istedik. Hem arkadaşlar da gelmişti. Hep birlikte güzel olurdu. Pando’yu dükkanın önünde gözü yaşlı bir şekilde otururken bulduk. “Biraz temizlik yapıyoruz. Dükkan şimdi kapalı,” dedi bize. Beşiktaş’ın en eski esnaflarından biri olan Pando’nun tahliye edilme tehlikesi ile karşı karşıya olduğunu duymuş ama inanmak istememiştik. Dükkanın içine şöyle bir göz atınca, masalarla sandalyelerin kaldırılmış olduğunu gördük. Süt teknesinden de buhar çıkmıyordu artık.

“Bizi göndermek istiyorlar,” dedi Pando. Sonra titreyen eli ile uzanıp elimi tuttu. Her şey çok garipti. Senelerce önünde çekinerek durduğum bu yaşlı adam ile bir süre aşıklar gibi el ele oturduk. “Doksan yaşına geldim,” dedi bana. “Ama karım bana iyi bakıyor. Herhalde daha yaşayacağım.” Burnuyla ileride bir noktayı işaret etti sonra. “Şu arkadaki sokakta doğdum ben.” Diğer elinde bir deste para tutuyordu. Muhtemelen son hasılatıydı. “Şimdi gideceksin diyorlar. Nereye gideyim?”

Pando’nun lekelerle kaplı kırış kırış olmuş ellerine baktım. Bu elleri kaymak koyarken, süt doldururken, peynir keserken ne kadar çok seyrettiğimi düşündüm. Hastalıktan kalktığım o günün sabahında dükkana ilk girişim geldi gözümün önüne. Aynı ellerin önüme bıraktığı o ilk tabağı görür gibi oldum. Boğazıma bir şey oturdu. Halimi sezmiş gibi, ayrılırken elimi okşadı, Pando. “Dükkan şimdi kapalı. Bir dahaki sefere gelir yersiniz,” dedi. “Bir dahaki sefere,” dedim ben de. Belki de başka bir sefer olmayacağını bile bile.

Uzun süre uzak kaldıktan sonra eve döndüm diye seviniyordum. Sonra düşündüm de, eve dönmek benim için Beşiktaş’a dönmek demek. Kambur’da çay içemeyince, Pando’da kahvaltı edemeyince, sevdiklerini bıraktığı yerde bulamayınca, evine dönmüş sayılır mı ki insan?

Wednesday, September 03, 2014

Latin Amerika Notları V - Kocakarı, Tekgöz ve Pepe'nin akıl almaz işleri...


Latin Amerika Notları V

Kocakarı, Tekgöz ve Pepe’nin akıl almaz işleri...

Bir Pazar günü yürüyüşten dönerken, Uruguay’ın devlet başkanı Jose Mujica’yı eski püskü Volkswagen’i ile trafikte beklerken gördük. Yanındaki koltukta karısı oturuyordu. Birbirlerine doğru eğilmiş mırıl mırıl bir şeyler konuşuyorlardı. Etrafta ne koruma ne de polis vardı. Kimse trafiği de durdurmamıştı. Işık yeşile dönünce yavaş yavaş köşeyi dönüp gözden kayboldular. Gezmeye çıkmış herhangi iki yaşlı insandan farkları yoktu. Üstelik bizden başka kimse dönüp bakmadı bile. Anlaşılan Mujica’nın Pazar gezmelerine herkes alışıktı.


Fakat bu durum sizi yanıltmasın. José Alberto Mujica Cordano, ya da Uruguaylıların ona hitap ederken kullandıkları şekliyle Pepe, aslında çok popüler biri. Küçücük bir ülkenin başkanı olmasına rağmen, dünya basınının gözü hep onun üzerinde. Bunda siyasi geçmişinin olduğu kadar, karizmatik kişiliğinin de payı var.

1960'larda ismini Küba Devrimi'nden alan “Tupamaros” adlı silahlı örgütlenmeye dahil olan Mujica, 1973 senesinde askeri darbe ile bölünen hayatının büyük bir kısmını hapiste geçiriyor. Darbeden sonra yıllarca çeşitli işkencelere maruz kalıyor ve ancak 1985’te Uruguay’ın yeniden demokrasiye geçmesiyle birlikte özgürlüğüne kavuşabiliyor. Hapisten çıktıktan sonra, eski silah arkadaşlarıyla bu sefer bir siyasi parti kuruyor. Mujica’nın liderliğini yaptığı Halk Girişimi Hareketi (Movimiento de Participación Popular-MPP) zamanla itibar kazanıyor ve 2004’te içinde yer aldığı sol ittifakın en güçlü bileşeni haline geliyor. Mujica, 2009’da bu ittifakın lideri olarak devlet başkanlığına aday gösteriliyor ve aynı senenin Ekim ayında, seçimlerin ikinci turunda, yüzde 52 oranıyla, yüzde 45 oranında oy alan merkez sağdaki Milliyetçi Parti'nin (Partido Nacional) adayı Lacalle'yi geçerek başkan seçiliyor.  

Burada geçirdiğimiz kısa süre içinde görebildiğim kadarıyla, Mujica halkın desteğini arkasına almış durumda. Onu eleştirenler bile ondan bazen gülümseyerek söz ediyor. Montevideo’da iki duvardan birinde ya “Pepe” yazıyor ya da MPP’nin bir sloganı göze çarpıyor. Mujica’nın bu kadar sevilen biri olmasında alçakgönüllü yaşantısının büyük payı var. Milliyetçi Parti’ye oy vereceğini söyleyen yaşlı bir satıcı, Mujica’ya verip veriştirdikten sonra “Ama maaşının yüzde doksanını halka bağışladığı doğru,” dedi. Onu fazla popülist bulan bir başkasına “Şov mu yapıyor peki?” diye sorduk. “Yok canım, adamın kendisi öyle zaten,” diye cevap verdi. Bir başka satıcı ise, “Mujica konuştuğu zaman herkes susar,” dedi.

Gerçekten de başkanın hitabet konusunda pek sıkıntısı varmış gibi görünmüyor. İlerlemiş yaşına rağmen diğer liderlerden çok daha ilham verici bir şekilde konuşuyor. Ama burada da kimi zaman sorunlar çıkabiliyor. Çünkü Mujica çok diplomatik biri sayılmaz. Bir taraftan Birleşmiş Milletler’de tüketim toplumunun harika bir eleştirisini sunan ve muhtemelen senelerce hatırlanacak müthiş bir konuşma yaparken, öte yandan gidip diplomatik bir skandala sebep olabiliyor.

Bunlardan bir tanesini, Mujica’nın aktif olarak desteklediği bir çocuk hastanesi projesinde çalışan bir iş adamından dinledik. Projenin gerçekleşmesinden kısa bir süre önce verilen toplantıya katılamayacağını söyleyen başkan şöyle demiş: “Çok isterdim ama gelemem. Kocakarı yine beni çağırıyor. Arjantin’e gitmem lazım.” “Aman Pepe,” demişler ona, “Bir kere daha aynı gafı yapma lütfen! Birincisinden ucuz kurtulduk zaten.”

Hikaye aslı şöyleymiş: Geçen sene Arjantin’de yapılan bir basın toplantısında mikrofonunun açık olduğunu fark etmeyen Mujica, Arjantin devlet başkanı Cristina Kirchner’e istinaden “Esta vieja es peor que el tuerto” (Bu kocakarı tekgözden bile kötü!) demiş. “Tekgöz” dediği ise eski Arjantin devlet başkanı ve Cristina hanımın rahmetli kocası Nestor Kirchner. Bu gafın üzerine akıllanacağını düşünür insan. Ama işte belli ki öyle olmamış. Hala sağda solda “kocakarı yine beni çağırıyor” diye dolandığına göre. Bize bu hikayeyi anlatan iş adamı yine de Pepe’ye toz kondurmadı. “Tekgöz, aslında o kadar da kötü bir laf değil,” dedi bize, “Yani İspanyolca söyleyince kulağa o kadar kötü gelmiyor.”


Arjantin devlet başkanı pek aynı fikirde değilmiş anlaşılan. Uzunca bir süre iki ülkenin arasında soğuk rüzgarlar esmiş çünkü.

Uruguaylılar başkanlarını gerçekten seviyorlar. Fakat onu eleştirmekten de geri durmuyorlar. Mujica’yı destekleyenler arasında, iktidara geldikten sonra beklentileri yerine getiremediğini düşünenler de var. Bir gazeteci arkadaşımız bize, MPP’ye dair en büyük hayal kırıklığının, çokuluslu madencilik şirketlerinin Uruguay’a davet edilmesi olduğunu söyledi. Bu büyük yatırımcılar, maden çıkarma işlemi tamamlandıktan sonra geride bir enkaz bırakıp gidiyorlarmış. “Toprak zehirleniyor. Bu alanlarda daha sonra ne tarım yapılabiliyor ne de hayvancılık,” diye ekledi, “Oysa Uruguay için ikisi de çok önemli.”

Uruguay’ın en büyük üniversitesi UdelaR’da hoca olan bir başka arkadaşımız, solun dünya algısının değişmesi gerektiğini ve Mujica’nın yaptığı en büyük hatanın eski usul solculukta ısrar etmesi olduğunu söyledi. “Ne demek istiyorsun?” diye sordum. “Baksana, hala ağır sanayiyi kuvvetlendirmek derdinde. Bunun uğruna ekolojik dengeyi bozmayı göze alıyor. Bu, yüzyılın başında belki affedilebilirdi. Ama artık mazeret kabul etmeyen bir hata,” dedi.

Onlardan yaşça daha büyük bir çift ise, Mujica’nın büyük umutlarla iktidara geldiğini ama en temel vaatlerini yerine getiremediğini söylediler. Partisini fırsatçılardan koruyamadığını ve bunun sonucu olarak kimi yolsuzlukların yeniden ortaya çıktığını anlattılar. Onlara göre asıl hayal kırıklığı yaratan şey buydu: Seneler sonra iktidara gelen solun kendisini yozlaşmadan koruyamayacak kadar güçsüz olması.

Uruguaylılar eleştiriden hoşlanıyor. Ulusal gururları pek hassas olan Arjantinlilerin aksine siyasi konuşmalarda kendilerini yerden yere vurabiliyorlar. Mujica da böyle bir özeleştiri geleneğinden nasibini almış olabilir.

Kendisi iyi ama çevresi kötü müdür? Yoksa başkan da bu yolsuzluklara göz mü yummaktadır? Bunları bilmemiz mümkün değil. Ama eski püskü arabasıyla sokaklarda dolaşan, hastanede ya da bankada herhangi bir vatandaş gibi sırasını bekleyen ve göze hoş görünmek için küçük çocuklarla fotoğraf çektirmeye ihtiyacı olmayacak kadar sevimli bir adam olan Mujica’nın eşi benzeri olmayan bir siyaset adamı olduğunu teslim etmek lazım. Onun her zaman Uruguay’ın Pepe’si olarak kalacağından ve halkı tarafından sevgiyle anılacağından şüphem yok.