Eylül 2014
Üniversitedeki
birinci yılımın sonunda bir bahar sabahı yataktan kalkamadım. Bir süre sonra
yurt odası boşaldı. Herkes çıkıp derse gitti. Bense etrafımda olanları hayalle
karışık izledim. O kadar çok ateşim vardı ki, pencereden giren rüzgarla hareket
eden perdeyi canlı zannedip ona seslendim. Galiba su istedim ondan. Perde
ruhsuz biriydi. Yanıma gelmedi.
Böyle kaç saat
geçirdiğimi bilmiyorum. Bir zaman sonra beni yukarıdan çağırdıklarını duydum.
Herhalde sıram geldi gidiyorum diye düşünürken, birden anladım ki kapıdan
ismimi anons ediyorlardı. Bunun iki anlamı olabilirdi. Ya annem telefon
ediyordu. Ya da birisi beni görmeye gelmişti. Nasıl başardıysam kalkıp
merdivenleri tırmandım ve titreye titreye ana kapıya çıktım. Kapıda bir arkadaşım
vardı. Derse gelmediğimi görünce merak etmiş, bir uğrayıp yoklamak istemişti.
Aynı arkadaşım
beni önce revire, oradan da Beşiktaş’taki evine götürdü. Eve giderken taksi
tuttuk. Bir Murat 131 geldi. Bu bile olayların ciddi olduğunun işareti gibi
göründü bana. Beşiktaş’taki evde bir iki gün baygın bir halde yattım. Yataktan
kalkacak hale geldiğimde, bizimkilerin tabiriyle, iğne yutmuş ite dönmüştüm. O
kadar zayıf düşmüştüm ki, yürümekte bile zorlanıyordum.
İyileşir gibi
olduğum günün sabahında, arkadaşım beni koluna takıp çarşıya götürdü. “Aslan
gibi olacaksın,” dedi giderken, “Bulgar’ın kaymağı ölüyü bile diriltir.” “Sağol
be,” diye terslendim, “İçimi rahatlattın.” Minnetimi ifade edemeyecek kadar gençtim.
Ama arkadaşım bunun bir tür teşekkür olduğunu anladı. Elini omzuma attı.
O güzel bahar
sabahında ağır aksak yürüyerek kaymakçıya kadar gittik. İçeri girene kadar ne
kadar aç olduğumu fark etmemiştim. Dükkanın içinde süt teknesinin buharı vardı.
Pando bal-kaymağını önümüze atınca, hepsini hop diye yuttum. Bir de peynir
isteyecektim ama arkadaşım beni kaş göz hareketleri ile durdurdu. Doğma büyüme
Beşiktaşlıydı. Pando’nun huyunu suyunu iyi biliyordu. Bu yaşlı adamın kendince
bir düzeni vardı. Öyle elinizi kaldırıp bir şey isteyemezdiniz. Sırası gelince,
o size yanaşıp soracaktı. Biz de bekledik. Sabrımızın ödülü olarak hem peynir
hem de yumurta kazandık sonunda.
Sonraları
müdavimi olduğum bu dükkanın adabını böylece öğrenmiş oldum. Pando acele
edenleri sevmiyordu. Bir şeyler ısmarlamak istiyorsanız, sıranızı beklemeniz
gerekiyordu. Dükkanın eskileri bunu bilip ona göre davranıyorlardı. Yeni
yetmeler de eskilere bakarak öğreniyordu. Arada bir densizin biri çıkıp da
parmak şaklatırsa ya da, Allah korusun, “Nerede kaldı benim yumurta?” diye bağırırsa,
Pando’nun tepesi atardı. O zaman da mesela bir daha o adamdan tarafa hiç
bakmazdı. Adam sonunda kendi kendine bağırıp çağırıp giderdi. Pando ise
hınzırca güler ve işini bildiği gibi yapmaya devam ederdi.
Bir iki sene
önce, üç kardeş yine Pando’ya kahvaltıya gittik. Biz uslu uslu tabaklarımızı
beklerken, yakınlardaki plazalardan birinde çalıştığı belli olan çıtı pıtı bir
kız dükkana girdi. Kaymak tezgahının önüne geçip durdu. Yolu kapattığının
farkında değildi. Aslında galiba kendisinden başka hiçbir şeyin farkında
değildi. Yüksek topuklarının üzerinde bir süre sallandıktan sonra sıkıldığına
dair işaretler vermeye başladı. Erkek kardeşim koluyla beni dürttü ve “Seyret
şimdi,” dedi. “Pardon, bakar mısınız?” diye öttü kız. Üçümüz de nefesimizi
tuttuk. Pando hiç oralı olmadı. “Peynir istiyorum,” diye üsteledi kız. Sonunda
bizimki yavaş yavaş döndü ve “Bu peynir var,” dedi. Elinde hayatımda gördüğüm
en büyük kalıbı tutuyordu. Kız bir kalıba bir de Pando’ya baktı. “Kaç para bu?”
diye sordu. Pando ona acayip bir rakam söyledi. Muhtemelen salladı. Kız önce,
başka yerde daha ucuz diyecek oldu ama bir şey onu durdurdu. “Yarısını verin
bari” diye karar verdi sonra. “Kesmiyoruz,” dedi Pando. “Yarısını verin, alacağım,”
dedi kız. “Satmıyoruz,” dedi Pando. “Adama bak ya!” dedi kız. Ardından
beyefendili efendimli birtakım cümleler kurdu. Ama bizimkinin onunla işi
bitmişti. Arkasını dönüp bal-kaymak tabaklarını hazırlamaya girişti. Kız bir
süre daha söylendikten sonra topuklarını vurarak çıkıp gitti. Pando yine kıs
kıs güldü. Sonra da bize dönüp eliyle “Deli mi ne?” işareti yaptı. Biz de
tedbirli bir şekilde sırıttık. Ne olur ne olmaz. İşin ucunda bal-kaymaktan
olmak vardı.
Bu yaz hep
uzaktaydık. İstanbul’a geri dönünce Beşiktaş’ta bir kahvaltı etmek istedik. Hem
arkadaşlar da gelmişti. Hep birlikte güzel olurdu. Pando’yu dükkanın önünde
gözü yaşlı bir şekilde otururken bulduk. “Biraz temizlik yapıyoruz. Dükkan şimdi
kapalı,” dedi bize. Beşiktaş’ın en eski esnaflarından biri olan Pando’nun
tahliye edilme tehlikesi ile karşı karşıya olduğunu duymuş ama inanmak
istememiştik. Dükkanın içine şöyle bir göz atınca, masalarla sandalyelerin
kaldırılmış olduğunu gördük. Süt teknesinden de buhar çıkmıyordu artık.
“Bizi göndermek
istiyorlar,” dedi Pando. Sonra titreyen eli ile uzanıp elimi tuttu. Her şey çok
garipti. Senelerce önünde çekinerek durduğum bu yaşlı adam ile bir süre aşıklar
gibi el ele oturduk. “Doksan yaşına geldim,” dedi bana. “Ama karım bana iyi
bakıyor. Herhalde daha yaşayacağım.” Burnuyla ileride bir noktayı işaret etti
sonra. “Şu arkadaki sokakta doğdum ben.” Diğer elinde bir deste para tutuyordu.
Muhtemelen son hasılatıydı. “Şimdi gideceksin diyorlar. Nereye gideyim?”
Pando’nun
lekelerle kaplı kırış kırış olmuş ellerine baktım. Bu elleri kaymak koyarken,
süt doldururken, peynir keserken ne kadar çok seyrettiğimi düşündüm. Hastalıktan
kalktığım o günün sabahında dükkana ilk girişim geldi gözümün önüne. Aynı
ellerin önüme bıraktığı o ilk tabağı görür gibi oldum. Boğazıma bir şey oturdu.
Halimi sezmiş gibi, ayrılırken elimi okşadı, Pando. “Dükkan şimdi kapalı. Bir
dahaki sefere gelir yersiniz,” dedi. “Bir dahaki sefere,” dedim ben de. Belki
de başka bir sefer olmayacağını bile bile.
Uzun süre uzak
kaldıktan sonra eve döndüm diye seviniyordum. Sonra düşündüm de, eve dönmek benim
için Beşiktaş’a dönmek demek. Kambur’da çay içemeyince, Pando’da kahvaltı
edemeyince, sevdiklerini bıraktığı yerde bulamayınca, evine dönmüş sayılır mı
ki insan?
her şey çok garipti...
ReplyDelete