Friday, December 26, 2014

Banyo




BirGün Pazar
7 Aralık 2014

Eskiden yaşadığım evlerden birinde bayağı kötü bir banyo vardı. Sağı solu akar kokar, nemli küflü berbat bir yer. Ama evin geri kalanı iyiydi, onun için fazla dert etmemeye karar vermiştim. Zaten zavallı bir öğrenci eviydi ve daha iyisini beklemek şımarıklık sayılırdı.

O kötü banyoyu adam etmek için çok uğraştım. Kırık fayansları yapıştırdım. Aydınlığa bakan pencereyi su geçirmez bir boya ile boyadım. Hatta içerideki havayı değiştirsin diye bir köşeye renkli bir resim bile astım. Fakat yaptığım en doğru iş, tepedeki floresanı yok saymaktı. Onun yerine aynanın üzerine küçük bir lamba koymuştum. Sarı sıcak bir ışık yayıyordu etrafa. O ışık sayesinde renkler değişmiş, banyo korkunç bir yer olmaktan çıkmıştı. Oraya koşar adım girip çıkmama ve diş fırçalarken bildiğim bütün duaları okumama gerek yoktu artık.  

O lamba birkaç sene beni idare etti. Sonra bir gün bozuldu. Ne yaptıysam tamir edemedim. Bunun üzerine teslim olup tavandaki floresanı açtım. İşte o zaman çok garip bir şey oldu. Birden her şey değişti. Bildiğim, alışkın olduğum, her gün girip çıktığım mekan gitmiş, yerine başka bir yer gelmişti. Ama asıl rahatsız edici olan, bu banyonun bir yandan da eskisini andırıyor olmasıydı. Eşyalar her zamanki yerlerindeydiler ama artık eskisi gibi tanıdık görünmüyorlardı. Soğuk, katı ve sağırdılar. Bardağın içinde duran diş fırçasına, tutacağından kaymış havluya, gazeteliğin içindeki dergilere bakarken duyduğum ürküntüyü hala hatırlıyorum. Bu eşyalarla aramda bir bağ bulamıyordum. Sanki her şey bir benzeri ile değiştirilmiş, dünya tamamen yabancı ve düşman bir yer haline gelmişti.

Buna benzer bir duyguya bir de annem öldüğünde kapıldım. Dünya yine aynıydı. Yani herhalde başkaları için öyleydi. Ama bana hafifçe yerinden oynamış gibi görünüyordu. Hiçbir şey benimle bir daha eskisi gibi konuşmayacak gibiydi. Koltuklar bedenime yer açmayacak, kılık kıyafet üzerime uymayacak, diş fırçası bir daha hiç elime oturmayacaktı. Diğer bütün ışıklar sönmüş, dünya floresanlı banyo olmuştu.

O zamanlar sık sık aklıma gelen bir sahne vardı. “Suç ve Ceza”da Svidrigaylov’un öteki dünyayı anlatırken kullandığı benzetmeydi bu. Dostoyevski’nin bu garip karakteri, romanın başkişisi Raskolnikov’un hezeyanlar içinde olduğunun farkındadır. Bir görüşmelerinde, insanın bu dünya ile ilişkisi bozulursa öteki dünya ile bağının kuvvetleneceğini söyler ona. Svidrigailov’a göre, bu dünya ile bağlarımız ne kadar zayıflarsa öteki dünyaya yakınlığımız da o ölçüde artar. İki dünya arasındaki sınır sanıldığı kadar keskin değildir. Ruhumuzun çektiği acılarla beraber cehennem bu dünyaya sızmaya başlar. İşte o zaman kendimizi küçük karanlık bir odanın küf kokan duvarlarının arasında buluveririz.

“Öteki dünyayı aklımızın eremeyeceği, çok çok büyük bir şey olarak düşünürüz. Peki ama niçin özellikle çok büyük? Bir de şöyle düşünün bakalım: Küçük bir odadır orası, köy evlerindeki banyolara benzeyen bir yer, her yanı isten kapkara, her köşesinde örümcekler... Alın size öteki dünya işte!”

Sevilen birinin kaybının insanın dünya ile bağını zedelediği doğrudur. Ben de annemin ölümünün ardından, kendi örümcekli banyomun yakınlarda bir yerde olduğunu hissettim. Dönüp dolaşıyor ve oturacak bir yer bulamıyordum. Sonsuza dek bu küçücük ve havasız yerde ayakta kalacağımı düşündüm.

Gerçek şu ki, karanlık oda uzun zaman benimle kaldı. Fakat hayatla bağım kuvvetlendikçe bu korkunç sahnenin anısı gitgide soldu ve belli belirsiz bir rüya gibi bir süre sonra hatırlanmaz oldu.

Bu hafta, TBMM'de düzenlenen basın toplantısında oğlunun vurulma anını gösteren videoyu izlerken baygınlık geçiren Gülsüm Elvan’ı ekranda görünce, karanlık odanın varlığını yeniden hissettim. İnsan bütün acılara kendi yarasından bağlanıyor. Ben de bu korkunç tecrübeyi hayal etmeyi denedim. Olmadı. Benim hayal bile edemeyeceğim kadar büyük bir acıyı bu küçücük kadın nasıl taşıyordu? Bir zamanlar beni teselli edenler, her şeyin bir sırası var demişlerdi. Doğru olan buydu. Evlatlar analarını gömmeliydi. Ya tersi olsaydı? Buna kim dayanabilirdi? Peki ya, Gülsüm Elvan nasıl dayanıyordu? Nasıl dayanmıştı?

Sonra birden Gülsüm Elvan’ın yüzünde o karanlığın izlerini gördüm. Anladım ki, o da kendi örümcekli banyosunun içinde kapalı kalmıştır. Oğlunu kaybettiğinden beri, floresan lambasının ölü ışığının altında göz kırpan o yabancı dünyaya bakıp durmaktadır. Onu bu karanlığın içinden çekip çıkaracak şeyin gelmesini bekleyerek ağlamakta, ağlamakta, ağlamaktadır.

Gülsüm ve Sami Elvan, bu dünyayla yeniden bir bağ kurabilmek için, Berkin’i vuran polislerin mahkemeye çıktığını görmek istiyorlar. Yeniden biraz umut duyabilmek için, bu ülkede hala adaletin var olduğuna inanmak istiyorlar.

Hepimiz biliyoruz ki, adalet sağlansa bile Berkin geri gelmeyecek. Ne Berkin ne de diğer çocuklar. Hiçbiri aramıza dönmeyecek. Ama adaletin yerini bulması gerekiyor. Bu davanın önünün açılması ve sonuçlanması gerekiyor.

Ancak o zaman, Gülsüm Elvan kısılıp kaldığı o karanlık odadan çıkabilecek.


Monday, December 01, 2014

Valiz

BirGün Pazar
30 Kasım 2014




Geçenlerde elime çok güzel bir kitap geçti: Uruguaylı yazar Eduardo Galeano’nun kaleme aldığı ve İspanyol illüstratör Isidro Ferrer’in resimlediği “Helena’nın Rüyaları.” Bir kısmı daha önce Galeano’nun meşhur üçlemesi “Ateş Anıları”nın bir parçası olarak da yayınlanan rüyalar, bu baskıda bir araya getirilmiş ve Altuğ Akın’ın sade ve güzel çevirisi ile Türkçeye kazandırılmış.

Kitabın başında Galeano, karısı Helena’nın her sabah kahvaltıda kendisine anlattığı rüyaları kıskandığını ve sonunda yazarak onlardan kurtulmaya karar verdiğini söylüyor. İşin içinde kıskançlık olmasa bile biraz gıpta var sanıyorum. Çünkü her gece uykusunda başka dünyalara giden ve rüyalar ülkesinden inanılmaz hikayelerle dönen Helena, bir süre sonra yazarın hayal gücüne meydan okur hale geliyor. “Ben de intikamımı onun rüyalarını yazarak alıyorum,” diyor Galeano. Rüyalar hakikaten harika. Kıskanılacak kadar var yani. Ressam Isidro ise, ayrı bir hikaye. Ben resimden grafikten pek anlamam. Ama şunu söyleyebilirim: Malzemeden kaçmamış. Akla hayale gelmeyecek ne kadar materyal varsa onu kullanarak rüyaların anlamını kuvvetlendirecek bir görsel dil oluşturmayı başarmış.

Ben de iflah olmaz bir rüyacı olduğum için kitaptan çok etkilendim. Rüyaların hepsini okudum. Resimlere alıcı gözle baktım. Bazıları o kadar güzeldi ki, sayfaların üzerinde parmaklarımı gezdirdim. Bütün arkadaşlarını kucaklayabilmek için kollarını uzatınca kendisi ufacık kalan Cortazar çizimine bayıldım mesela. Bir göçmen gemisinde, torunun kucağında Buenos Aires limanına ilk kez bakan büyükannenin hikayesini okurken gözlerim yaşardı. Kaybettiği arkadaşı Pepa ile rüyasında yeniden karşılaşan Helena’nın acısını ise içimde hissettim. Arkadaşının dibi delik bir tencerede yemek pişirmeye çalıştığını görmüştü çünkü. Yemek pişmek bilmiyordu ve Pepa ölü olmaya hiç alışamamıştı.

Hiçbir şey rüyaların dili kadar acımasız olamaz. Herkes gibi Galeano da bunu biliyor. Rüyaları anlatırken Helena’nın diline sadık kalması ve bu kadar sade bir üslup kullanması da bundan.

Birinci turu bitirdikten sonra geri dönüp sevdiğim rüyaları bir kez daha okumak istedim. Derken gözüme bir detay takıldı. Sayfalardan birinin kulağı kıvrıktı. Benim yapacağım gibi yukarıdan işaretlenmemişti, aşağıdan bir yerden kıvrılmıştı. Sanki biri o sayfadaki rüyaya dikkatimi çekmek için özel bir çaba göstermişti. Galeano’nun “Sürgünün Sonu 1” adını verdiği bu kısa metni yeniden okudum. Helena rüyasında valizini kapatmak istediğini ama bunu yapamadığını görmüştü. Ne kadar uğraştıysa bunu bir türlü başaramamıştı: “Elleriyle bastırmış, dizleriyle yüklenmiş, valizin üstüne oturmuş, hatta ayaklarıyla üstüne basmış ama valiz hiç oralı olmamış. Valiz kapatılmaya izin vermemişti.”

Birçok Latin Amerikalı aydın gibi, gençliklerinin büyük bir kısmını sürgünde geçirmek zorunda kalan Eduardo ve Helena’nın hayatında valizlerin önemli bir yer tutmamasına şaşırmadım. 1973'teki askeri darbe nedeniyle Uruguay'daki siyasi iktidar el değiştirince Eduardo Galeano’nun önce hapse atıldığını, sonra da sürgüne yollandığını biliyordum. Bunun üzerine Arjantin'e yerleşen yazarın, 1976'da orada gerçekleşen askeri darbenin sonucunda, bu sefer karısı Helena ile birlikte İspanya'ya gitmek zorunda kaldığını da okumuştum. 

Senelerce süren bu sürgün hayatının, Galeano ve karısı Helena Villagra üzerinde derin izler bıraktığını görmek mümkün. Eduardo Galeano, kendisinin de bir keresinde söylediği gibi, hatırlamayı çok önemsiyor. Hatta neredeyse tümüyle hafızaya odaklanarak yazıyor. Onun elinden çıkan metinlerde geçmişi hatırlamak, insanın nereye ait olduğunu unutmamak için gösterdiği bir çaba halini alıyor. Helena’nın rüyalarının ana izleği ise, bir yolculuk hikayesi aslında. Bir göçmen gemisi ile başlayan ve toplanıp boşaltılan valizlerle, bir türlü yerleşilemeyen odalarla, açılamayan kapılarla devam eden bir yolculuk bu.

Bunu bir işaret olarak gördüğüm için mi yoksa bir zamandır gitmek üzerine kafa yorduğumdan mı bilmiyorum, Helena’ın valiz rüyası uzun süre benimle birlikte dolaştı durdu. Onu kafamda o kadar uzun süre evirip çevirdim ki, sonunda benim rüyalarımdan biri gibi oldu.

Önce geride bıraktığım evleri ve insanları hatırladım. Üniversite için İstanbul’a gelirken, annemin güzelce hazırladığı ve en üstüne benim için ördüğü kazağı yerleştirdiği lacivert bavulum. Ayrılırken annemin “Bu bavul evden bir kere çıktı mı bir daha zor girer,” deyişi. Bizimkilerden habersiz ilk evimi tutuşum. Eşyasız bir evde ne yapacağımı bilemeden valizin üstüne oturuşum. Sonra bir öğrenci evinden diğerine taşınıp dururken sadece bir bavulu dolduracak kadar eşyaya sahip olmakla övünüşüm. Gitmekten vazgeçtiğim için boşalttığım valizler, kalacağımı düşünürken toplayıp gittiklerim, istasyonlarda otobüs garlarında havaalanlarında senelerce peşimden sürüklediklerim. Kitaplarla doldurduğum için külçe gibi olup yerinden kalkmayanlar, arkadaşların evlerinde unutulup çürümeye bırakılanlar, fermuarı bozulunca atılanlar. Ne çok valizim oldu. Ne çok gittim. Hepsini bir bir hatırladım.

Sonra geleceği hayal ederken buldum kendimi. O valizler bir daha o raflardan inecek, o dolaplardan çıkacak mıydı? Ben yine bütün hayatımı derleyip toplayıp bir valize tıkıştıracak mıydım? Eşyalarım artık bir bavula sığmayacak kadar fazlaydı. Gerçi eşya neydi ki? Bırakıp giderdi insan. Ama arkadaşlar öyle miydi? Onlar öyle kolay kolay derdest edilip toplanacak gibi değildi. Seneler içinde kişiler, yerler, ilişkiler biriktirmiştim. Hayatım dallanıp budaklanmıştı. Şehrin bir sürü köşesinde izler bırakmıştım. Ne zaman bu kadar kök salmıştım? Ne zaman bu kadar yerleşik, bu kadar kalabalık olmuştum?

Bütün bu anıları, bu insanları bir valize koysam kapanır mıydı? Hepsini alıp yanımda götürsem olur muydu? Koca İstanbul bu valize sığar mıydı?

Mümkün değil, diyordu Helena’nın sesiyle Galeano. Olmazdı, valiz bütün bunları almazdı. Bir şeyler mutlaka geride kalacaktı.

O zaman geride kalan ben olayım dedim kendi kendime. En azından şimdilik. Valizi kapatmanın bir yolunu bulana kadar.





Ayraç

BirGün Pazar
16 Kasım 2014


 

1990 senesinde, Kitap Fuarı için büyük hayaller kurmuştuk. O sene kazandığımız bütün parayı biriktirecek ve yıl boyu beklediğimiz ne kadar kitap varsa hepsini alacaktık. Ama olaylar umduğumuz gibi gelişmedi. Yazın paralar suyunu çekti. Bir kısmını tatile harcadık, geri kalanı da sonbaharda okul masraflarıyla uçtu gitti.

O zamanlar Ankara’da yaşayan bir sevgilim vardı. O ufak tefek işler yapıyordu, ben de özel dersten kazandığım parayla geçiniyordum. Özel ders verenler bilirler, eylül ve ekim en kötü aylardır. Eski öğrenciler zaten adam olup gitmiştir. Yeniler de henüz ortaya çıkmamıştır. Ekim gelip de ilk notlar alınmadan, kimse çocuğuna özel ders aldırmayı düşünmez. En zayıf çocukların anneleri bile, “Belki bu sene kendi kendine çalışır,” diye bir umuda kapılır ve ilk sınavların geçmesini beklerler.

Bana da her sene aynı şey oluyordu. Fakat o sene işler iyice kötü gitmişti. Kasım ayı geldiğinde henüz ufukta bir öğrenci belirmemişti ve durum pek parlak görünmüyordu. Kasımın ilk haftasında, en fakir zamanlarımızdan birine girdiğimizi resmi olarak kabul etmek zorunda kaldık. Evde zeytinyağlı pırasa ile mercimek yemeği pişiyor, o zamanlar yeni çıkmış olan filtreli Bafra sigarası içiliyor ve arada bir çaysız bile kalınabiliyordu. Kirayı denkleştirip verebildiğimiz için kendimizi şanslı sayıyorduk.

Ama işte Kitap Fuarı gelip çatmıştı. Sevgilim bir yolunu buldu ve Ankara’dan kalkıp geldi. Önce uzun uzun mercimek yemeğini nasıl geliştirebileceğimize dair konuştuktan sonra (o, havuç ve patates eklemeyi öneriyordu, bense Erzurumlu bir arkadaşımdan mercimekli bulgur diye bir şey öğrenmiştim), sonunda beklenen an geldi ve Kitap Fuarı meselesi açıldı.

Fuar, o dönemde hâlâ Odakule’deki eski yerindeydi. Gitmek sorun değildi yani. Ama o kadar parasızdık ki, ikimiz de hiç kitap alamayacaktık. Birinin bunu söylemesi lazımdı. Ben sonunda dayanamayıp söyledim.
 
“Olsun,” dedi, “Biz de kitaplara bakarız. Bunu bir ön çalışma gibi düşün. Sonra nasıl olsa hepsini alacağız.”

O sene bir sürü yeni kitap basılmıştı. Hepsini çok iyi hatırlamıyorum. Ama bir ikisi aklımda. Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ı o sene Can Yayınları tarafından basılmıştı mesela. Ben henüz alamamıştım. Iris Murdoch’ları Ayrıntı basıyordu ve Kesik Bir Baş kısa bir süre önce Serdar Kırkoğlu’nun çevirisi ile çıkmıştı. Onu da daha almamıştım. AFA Yayınları, bütün dünyadan kadın yazarların kitaplarını çevirtip basmaya o yıllarda başlamıştı. Sonradan çok sevdiğim Margaret Atwood ve Fay Weldon’la böyle tanışmıştım.

Fakat kitap fuarının asıl numarası, birtakım dergi ve kitapları toplu bir şekilde alabilmek ihtimaliydi. O sene de herkesin gönlünde yatan bir aslan vardı. İletişim Yayınları bir iki sene önce Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi’ni çıkarmış. Tam sekiz cilt. Şahane bir şey. Sevgilimin derdi onları ele geçirmekti. Bense daha çok Metis Çeviri’leri almak istiyordum. Onları da takım halinde ve indirimli satıyorlardı. Metis Çeviri, o dönemin en iyi dergilerinden biriydi. İçinde ağırlıklı olarak edebiyat çevirileri olduğu gibi, bir de her sayının sonunda hepimizin bayıldığı “Eşek Arısı” bölümü vardı. Bu bölüm çeviri hatalarından bahsediyordu ama bunu o kadar eğlenceli bir şekilde anlatıyordu ki, Metis Çeviri’nin bir kısmını artık mizah dergisi niyetine okumaya başlamıştık.

İşte bunları konuşa konuşa evden çıktık, vapura binip karşıya geçtik. Kitap Fuarı’nın önüne geldiğimizde, yaptığımız şeyin garipliği hafif hafif kendini hissettirmeye başladı. Kapının önünde uzun bir kuyruk vardı. “Boş ver girmeyelim,” diyecek gibi oldum ama buraya kadar gelmiştik artık. Bu noktadan sonra dönmek mümkün değildi. Bir müddet bekledikten sonra içeriye girebildik. Her şey aynen bir önceki sene bıraktığımız gibiydi. Havasızlık, kalabalık, gürültü. Aynı insanlar aynı köşelerde duruyordu sanki. Biz de onlarla birlikte, yayın evlerinin masaları arasında yavaş yavaş sürüklenmeye başladık.

Önce İletişim’i geçtik. Ansiklopedi orada duruyordu. Karıştırmaya izin vardı. Biraz oyalandık. Metis’e geldiğimizde, Metis Çeviri’leri gördük. Ama Defter’lerin de orada olacağını hesap etmediğimizi fark ettik. Evet, bir de Defter Dergisi vardı. Üstelik varlığından haberdar olmadığımız daha bir sürü kitap çıkmıştı. Alt katta merdivenlerin hemen sonunda sağda AFA vardı. Oradan da ayrılmak zor oldu. Çünkü rafta gıcır gıcır bir Bozkırkurdu duruyordu. Yepyeni bir çeviri. Tamamen zararsız gibi görünen Altın Kitaplar’ın önünden geçmek bile bir meseleydi, çünkü orada da Mina Urgan’ın İngiliz Edebiyatı Tarihi vardı.

Bir süre sonra, ben daha fazla devam edemeyeceğimi anladım. Durumumuz pek vahim bir hal almıştı. Lokantanın camekânına gözlerini dikmiş yutkunup duran kılıksız çocuklar gibiydik. Tam pes ediyordum ki, sevgilim elinde bir tutam kitap ayracıyla çıkıp geldi. Metis’in kargalarından kendine bir buket yapmıştı. “Bak, ne kadar güzeller,” dedi bana, “Hadi, gidip diğerlerinden de alalım.” Bunun üzerine, aynı yoldan geri döndük ve bir sürü ayraç topladık: Metis’in kargası, Ayrıntı’nın dinozoru, İletişim’in kirpisi, Cem Yayınları’nın güvercini. Küçük bir hayvanat bahçesi. Sonunda o kadar çok ayracımız oldu ki, yayınevlerinden biri bize onları taşımak için torba verdi. Eve iki torba ayraçla ve mutlu bir şekilde döndük.

Ertesi sene gidip bütün Metis Çeviri’leri aldık. Artık mezun olmuştum ve para kazanıyordum. Ama öğrenciliğimin kaygısızlığı ve rahatlığı geride kalmıştı. Bir dönem bitmiş ve bir başka dönem başlamıştı. Ve bunun iyi bir şey olduğundan pek emin değildim. Hep meşguldüm, hep yorgundum. Büyümüş ve sıkıcı biri olmuştum sanki.

Metis Çeviri’ler taşınmalardan birinde yağmur altında kalıp küflendi. Ayraçlar hâlâ bir yerlerde duruyor. Bazen eski kitapların arasından çıkıveriyorlar. Onları görünce gülümsüyorum. Patatesli mercimeğe talim ettiğimiz, çayları haşlayarak içtiğimiz ve her zaman gülecek bir şeyler bulduğumuz o seneyi hatırlatıyorlar bana. Hayatımın önemli sayfalarından birine işaret koymuşlar sanki. Gençliğin tasasızlığını ve neşesini, geri kalan her şeyden ayırıyorlar.

Omelas'ı Terk Edenler

BirGün Pazar



Amerikalı bilimkurgu yazarı Ursula LeGuin hikayelerinden birinin ismini, Salem’den dönerken şehrin tabelasını gördüğünde uydurduğunu söyler. Tabelayı aynada görünce, aklına bu ismi tersten okumak gelmiş ve ondan esinlenerek türettiği Omelas adlı kentin öyküsünü yazmıştır.

“Omelas’ı Terk Edenler” bir kaç sayfalık kısa bir hikayedir. Ursula LeGuin’in en iyi metinlerinden bile değildir belki. Fakat önemlidir, çünkü yazarın temel meselelerinden birini çok sade ve etkileyici bir şekilde anlatır.

Öykü deniz kenarındaki parlak kuleleri masmavi gökyüzünün altında ışıl ışıl parlayan Omelas adlı bu güzel kentte bir yaz şenliğinin tasviri ile başlar. LeGuin, Omelas’ın sakinlerinin basit insanlar olmadığını söyler bize. Mutlu insanlardır bunlar. Refah içinde yaşamaktadırlar. Hayatın kimi nimetlerinden faydalandıkları gibi, bu lüksleri sorumluluk içinde kullanmaktadırlar. Yönetimleri baskıcı ve ceberrut değildir. Hatta merkezi bir idare bile yoktur ülkelerinde.

“Kılıç kullanmıyorlar, kimseyi esir etmiyorlardı. Barbar değildiler. Toplumlarının kurallarını ya da yasalarını bilmiyorum ama muhtemelen çok az sayıdaydılar. Monarşi ve kölelik olmadan yaşadıkları gibi borsaya, reklamlara, gizli polislere ve bombalara ihtiyaç duymadan da gayet rahattılar.”

Yazar böylece kendi ütopyasını kurar. Özgür ve mutlu bir toplumu hayal edebilmemiz için yüreklendirir bizi. Kimi detayları da bizim eklememizi ister. Sonra bu benzersiz ülke ortaya çıktığında, dönüp şunu sorar bize: “İnanıyor musunuz artık? Festivali, şehri, neşeyi kabul ediyor musunuz?”

Bunun üzerine, “Hayır!” cevabı alacağını düşünerek devam eder. Der ki, madem inanmıyorsunuz, o zaman durun size tek bir şey daha açıklayayım.

Sonra hikayesinin en vurucu yerini anlatmaya başlar. Bir rüya şehri gibi görünen Omelas’ın güzel kamu binalarından birinin bodrumunda kilitli bir oda, bu odada da küçük bir çocuk vardır. Bir oğlan ya da kız çocuğudur bu. Altı yaşlarında görünür. Ama neredeyse on yaşındadır. Belki sakat doğmuştur belki korku, yetersiz beslenme ve bakımsızlık yüzünden böyle görünmektedir. Günde sadece yarım kâse lapa verilir ona. Çırılçıplak bir şekilde soğuk ve küflü taşlar üzerinde oturur. Bedeni yaralarla kaplıdır.

Omelas’ın tüm sakinleri onun orada olduğunu bilirler. Hatta belli bir yaşa geldiklerinde gidip görürler bu çocuğu. Ama kimse onu bu odadan çıkarmaya teşebbüs etmez. Hepsi onun orada tutulması gerektiğine inanır. Çünkü bu ayrıcalıklı toplumun sürekliliği ancak o çocuğun bodrumda tutulması ile mümkün olacaktır. Omelaslılar, “mutluluklarının, şehrin güzelliğinin, arkadaşlarının şefkatinin, çocuklarının sağlığının, bilginlerinin zekasının, zanaatkârlarının maharetinin hatta hasadın bolluğunun ve yumuşak havanın bile oradaki çocuğun berbat yaşamına bağlı olduğunun farkındadırlar.”

Belli ki LeGuin dünya üzerindeki birçok refah ülkesinin durumunu bu benzetme üzerinden düşünmeyi tercih etmiştir. Bazılarının rahatı için başkalarının hayatının feda edildiği bir toplumu, sayıları abartarak yeniden kurmayı denemiştir. En ideale yakın toplumlarda bile, eğer çoğunluğun refahı azınlığın acıları üzerinden tarif ediliyorsa, bunun bir ütopya sayılmayacağını söylemek istemiştir.

İçinde yaşadığımız toplumu, ideale yakın bir toplum olarak tarif etmek elbette mümkün değil. Bizim ülkemiz Omelas’tan kim bilir kaç ışık yılı uzaktadır. Ama hükümetimiz kendince ideal bir toplum inşa etmektedir. Sosyal hayatın bütün alanlarına müdahale ederek sistemli bir şekilde toplum mühendisliği yapmaktadır. Bütün bu politikalarını da, ülkenin ekonomik kalkınmasını garanti altına alarak bize yutturmaya çalışmaktadır.

O zaman bizi Omelaslılardan farklı kılan nedir? Ne kadar rahat yaşadığımız mı? Az refah ya da çok refah fark eder mi? LeGuin’in örneğinde mutluluğun ve huzurun yaygın, acıların ve eziyetin ise yok denecek kadar az olduğu bir durumla karşılaşırız. Bizde hal böyle değildir. Ama işleyiş tamamen aynıdır.

Devlet eliyle sunulan refah, her zaman toplumu denetleme biçimlerinden biri olarak kalacaktır. Onun içindir ki, rahat içinde yaşamaya başladığımız andan itibaren, başkalarının yoksullaştırılmasına, yerinden yurdundan edilmesine, ya da zindanlara kapatılmasına göz yummamız istenir.

Aynı Omelaslılar gibi.

Her zaman birilerinin hapislerde çürümesi, birilerinin bombalamalarda canını kaybetmesi, birilerinin yanıp gitmesi gerekir. Bizim de bütün bunlara sırtımızı dönmemiz, ama memleket ekonomik olarak iyiye gidiyor, istatistikler harika, rakamlar mükemmel, dememiz beklenir.

Genellikle de olan budur. Birçokları, bu korkunç adaletsizliği fark ettiğinde onu kabullenmeyi seçer. Hatta kimileri için bodrumdaki çocuğun varlığı sadece ödenmesi gereken bir “maliyet”tir.

Ama bazıları vardır ki, işte onlar bu durumu kabul edemezler. LeGuin bunu çok güzel anlatır:

“Bazen çocuğu görmeye giden genç bir kız veya erkek eve gözyaşları içinde ya da öfkeyle dönmez. Aslında eve hiç dönmez. Kimi zaman da yaşlı bir adam veya kadın birkaç günlüğüne sessizleşir, sonra evini terk eder. Bu insanlar tek başlarına sokağa çıkar ve yürümeye başlarlar. Omelas’ın güzel kapısından dışarı adım atar tarlalardan geçerek yürümeye devam ederler. Hepsi tek başınadır, genç yaşlı, kadın erkek…”

Bu kişilerin sayıları azdır. Ama kendi refahları için başka birinin acı çekmesine dayanamayanlardır. Onlara göre çocukların bodrumlarda ölmeye bırakılmadığı bir yer vardır. Bunu aramak için yola çıkarlar.

“Size orayı anlatabileceğimi bile sanmıyorum,” der LeGuin. Hatta belki de yoktur böyle bir yer. Ama nereye gittiklerini bilir gibi görünür, Omelas’ı terk edenler.”