BirGün Pazar
16 Kasım 2014
1990
senesinde, Kitap Fuarı için büyük hayaller kurmuştuk. O sene
kazandığımız bütün parayı biriktirecek ve yıl boyu beklediğimiz ne kadar
kitap varsa hepsini alacaktık. Ama olaylar umduğumuz gibi gelişmedi.
Yazın paralar suyunu çekti. Bir kısmını tatile harcadık, geri kalanı da
sonbaharda okul masraflarıyla uçtu gitti.
O zamanlar
Ankara’da yaşayan bir sevgilim vardı. O ufak tefek işler yapıyordu, ben
de özel dersten kazandığım parayla geçiniyordum. Özel ders verenler
bilirler, eylül ve ekim en kötü aylardır. Eski öğrenciler zaten adam
olup gitmiştir. Yeniler de henüz ortaya çıkmamıştır. Ekim gelip de ilk
notlar alınmadan, kimse çocuğuna özel ders aldırmayı düşünmez. En zayıf
çocukların anneleri bile, “Belki bu sene kendi kendine çalışır,” diye
bir umuda kapılır ve ilk sınavların geçmesini beklerler.
Bana da her
sene aynı şey oluyordu. Fakat o sene işler iyice kötü gitmişti. Kasım
ayı geldiğinde henüz ufukta bir öğrenci belirmemişti ve durum pek parlak
görünmüyordu. Kasımın ilk haftasında, en fakir zamanlarımızdan birine
girdiğimizi resmi olarak kabul etmek zorunda kaldık. Evde zeytinyağlı
pırasa ile mercimek yemeği pişiyor, o zamanlar yeni çıkmış olan filtreli
Bafra sigarası içiliyor ve arada bir çaysız bile kalınabiliyordu.
Kirayı denkleştirip verebildiğimiz için kendimizi şanslı sayıyorduk.
Ama işte
Kitap Fuarı gelip çatmıştı. Sevgilim bir yolunu buldu ve Ankara’dan
kalkıp geldi. Önce uzun uzun mercimek yemeğini nasıl
geliştirebileceğimize dair konuştuktan sonra (o, havuç ve patates
eklemeyi öneriyordu, bense Erzurumlu bir arkadaşımdan mercimekli bulgur
diye bir şey öğrenmiştim), sonunda beklenen an geldi ve Kitap Fuarı
meselesi açıldı.
Fuar, o
dönemde hâlâ Odakule’deki eski yerindeydi. Gitmek sorun değildi yani.
Ama o kadar parasızdık ki, ikimiz de hiç kitap alamayacaktık. Birinin
bunu söylemesi lazımdı. Ben sonunda dayanamayıp söyledim.
“Olsun,” dedi, “Biz de kitaplara bakarız. Bunu bir ön çalışma gibi düşün. Sonra nasıl olsa hepsini alacağız.”
O sene bir
sürü yeni kitap basılmıştı. Hepsini çok iyi hatırlamıyorum. Ama bir
ikisi aklımda. Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ı o sene Can Yayınları
tarafından basılmıştı mesela. Ben henüz alamamıştım. Iris Murdoch’ları
Ayrıntı basıyordu ve Kesik Bir Baş kısa bir süre önce Serdar
Kırkoğlu’nun çevirisi ile çıkmıştı. Onu da daha almamıştım. AFA
Yayınları, bütün dünyadan kadın yazarların kitaplarını çevirtip basmaya o
yıllarda başlamıştı. Sonradan çok sevdiğim Margaret Atwood ve Fay
Weldon’la böyle tanışmıştım.
Fakat kitap
fuarının asıl numarası, birtakım dergi ve kitapları toplu bir şekilde
alabilmek ihtimaliydi. O sene de herkesin gönlünde yatan bir aslan
vardı. İletişim Yayınları bir iki sene önce Sosyalizm ve Toplumsal
Mücadeleler Ansiklopedisi’ni çıkarmış. Tam sekiz cilt. Şahane bir şey.
Sevgilimin derdi onları ele geçirmekti. Bense daha çok Metis Çeviri’leri
almak istiyordum. Onları da takım halinde ve indirimli satıyorlardı.
Metis Çeviri, o dönemin en iyi dergilerinden biriydi. İçinde ağırlıklı
olarak edebiyat çevirileri olduğu gibi, bir de her sayının sonunda
hepimizin bayıldığı “Eşek Arısı” bölümü vardı. Bu bölüm çeviri
hatalarından bahsediyordu ama bunu o kadar eğlenceli bir şekilde
anlatıyordu ki, Metis Çeviri’nin bir kısmını artık mizah dergisi
niyetine okumaya başlamıştık.
İşte
bunları konuşa konuşa evden çıktık, vapura binip karşıya geçtik. Kitap
Fuarı’nın önüne geldiğimizde, yaptığımız şeyin garipliği hafif hafif
kendini hissettirmeye başladı. Kapının önünde uzun bir kuyruk vardı.
“Boş ver girmeyelim,” diyecek gibi oldum ama buraya kadar gelmiştik
artık. Bu noktadan sonra dönmek mümkün değildi. Bir müddet bekledikten
sonra içeriye girebildik. Her şey aynen bir önceki sene bıraktığımız
gibiydi. Havasızlık, kalabalık, gürültü. Aynı insanlar aynı köşelerde
duruyordu sanki. Biz de onlarla birlikte, yayın evlerinin masaları
arasında yavaş yavaş sürüklenmeye başladık.
Önce
İletişim’i geçtik. Ansiklopedi orada duruyordu. Karıştırmaya izin vardı.
Biraz oyalandık. Metis’e geldiğimizde, Metis Çeviri’leri gördük. Ama
Defter’lerin de orada olacağını hesap etmediğimizi fark ettik. Evet, bir
de Defter Dergisi vardı. Üstelik varlığından haberdar olmadığımız daha
bir sürü kitap çıkmıştı. Alt katta merdivenlerin hemen sonunda sağda AFA
vardı. Oradan da ayrılmak zor oldu. Çünkü rafta gıcır gıcır bir
Bozkırkurdu duruyordu. Yepyeni bir çeviri. Tamamen zararsız gibi görünen
Altın Kitaplar’ın önünden geçmek bile bir meseleydi, çünkü orada da
Mina Urgan’ın İngiliz Edebiyatı Tarihi vardı.
Bir süre
sonra, ben daha fazla devam edemeyeceğimi anladım. Durumumuz pek vahim
bir hal almıştı. Lokantanın camekânına gözlerini dikmiş yutkunup duran
kılıksız çocuklar gibiydik. Tam pes ediyordum ki, sevgilim elinde bir
tutam kitap ayracıyla çıkıp geldi. Metis’in kargalarından kendine bir
buket yapmıştı. “Bak, ne kadar güzeller,” dedi bana, “Hadi, gidip
diğerlerinden de alalım.” Bunun üzerine, aynı yoldan geri döndük ve bir
sürü ayraç topladık: Metis’in kargası, Ayrıntı’nın dinozoru, İletişim’in
kirpisi, Cem Yayınları’nın güvercini. Küçük bir hayvanat bahçesi.
Sonunda o kadar çok ayracımız oldu ki, yayınevlerinden biri bize onları
taşımak için torba verdi. Eve iki torba ayraçla ve mutlu bir şekilde
döndük.
Ertesi sene
gidip bütün Metis Çeviri’leri aldık. Artık mezun olmuştum ve para
kazanıyordum. Ama öğrenciliğimin kaygısızlığı ve rahatlığı geride
kalmıştı. Bir dönem bitmiş ve bir başka dönem başlamıştı. Ve bunun iyi
bir şey olduğundan pek emin değildim. Hep meşguldüm, hep yorgundum.
Büyümüş ve sıkıcı biri olmuştum sanki.
Metis
Çeviri’ler taşınmalardan birinde yağmur altında kalıp küflendi. Ayraçlar
hâlâ bir yerlerde duruyor. Bazen eski kitapların arasından
çıkıveriyorlar. Onları görünce gülümsüyorum. Patatesli mercimeğe talim
ettiğimiz, çayları haşlayarak içtiğimiz ve her zaman gülecek bir şeyler
bulduğumuz o seneyi hatırlatıyorlar bana. Hayatımın önemli sayfalarından
birine işaret koymuşlar sanki. Gençliğin tasasızlığını ve neşesini,
geri kalan her şeyden ayırıyorlar.
Hey gidi günler. Eski Fuar yerini özlüyorum ben şahsen.
ReplyDelete