Kötülük
meselesini konuşmaya hazır Dostoyevski ile başlamışken, bu hafta da bu konuda
yine çok kafa yormuş bir başka yazarla, Iris Murdoch ile devam edelim isterim.
Murdoch, hem uzun felsefi tartışmaların hakim olduğu kalabalık sahneleri
kurgulamaktaki becerisi açısından hem de en küçük karakterine kadar karmaşık
kişiler yaratması nedeniyle gerçekten de Dostoyevski’yi çok andırır. Ama
aralarındaki yüzyıldan fazla farka rağmen bu iki yazarı kardeş kılan aslında
aynı ahlaki meseleleri kendilerine dert etmeleridir. Bunun nedeni belki de her
ikisinin de dünyanın büyük acılarına yakından şahit olmuş olmalarıdır.
1919 senesinde
doğan Iris Murdoch, 2. Dünya Savaşı sırasında gencecik bir kadındır. Savaşın
sonuna doğru UNRRA’da (Birleşmiş Milletler Yardım ve Rehabilitasyon İdaresi) çalıştığı
dönemde, bu büyük felaketin insanlar üzerinde yarattığı duygusal aşınmayı çok
yakından gözleme fırsatını bulur. Buna bir fırsat denebilirse tabii. Bir
romancı için belli ki çok değerli bir tecrübedir. Ama bir insan olarak hiç
şüphesiz orada tanık olduğu şeylerin hiçbirini görmemiş olmayı tercih
edecektir. Murdoch’un bu zor yıllarda fark ettiği şey şudur: Acılar, insanları
daha şefkatli ve duyarlı kılacağına onları kayıtsızlaştırmakta ve hatta kimi
zaman zalimleştirmektedir. Uzun süren kötülüğe maruz kalmak, kişileri duygusal
olarak yıpratmakta ve çoğu kez dayanışma yerine yalnızlaşma ve duyarsızlıkla
sonuçlanmaktadır.
Bu durum, Murdoch’u
savaş sonrası kötülüğün yayılışına dair düşünmeye sevk eder. Dostoyevski gibi o
da, romanlarında dünya üzerindeki acının ve eziyetin insanı nasıl dönüştürdüğü
ile ilgilenir. Murdoch’un dünyasında, en iyicil insanların bile istemeden de
olsa başkalarını incittiklerine ya da güç ilişkileri içinde kendi benliklerini
yitirip akıl almaz işler yaptıklarına sık sık rastlanır. Ama esas mesele bundan
çok, maruz kaldığımız büyük kötülükler karşısında ne yapacağımızdır. Bu mesele bir
ahlaki soru olarak hemen her zaman Murdoch karakterlerinin geçirdiği dönüşümün temelinde
yer alır.
Iris Murdoch gibi
bir felsefeci olan Simone Weil, bir makalesinde bu konuda şunları söyler:
“Bir insana zarar
verildiği zaman, gerçek kötülük onun kanına girer: Sadece acı ve eziyet değil,
kötülüğün kendisi de ruhuna işler. İnsanlar iyiliği birbirlerine aşılama gücüne
sahip oldukları gibi, kötülüğü de başkalarına bulaştırabilirler. Kişi bir
diğerini gereksiz yere överek ya da lükse boğarak da kötü yola sevk edebilir
elbette. Ama çoğu kez insanlar birbirlerine zarar vererek kötülük
bulaştırırlar.”
Murdoch, Simone
Weil ile kötülüğün bulaşıcılığı konusunda hemfikirdir. Fakat ikisi de sonuçta benzer
bir çıkış yolu sunarlar bize: Kötülüğün sona ermesi ancak ona maruz kalan
kişilerin bunu başkalarına bulaştırmayı tercih etmemeleri ile mümkündür. Bu da
kişinin zarar görmüş olmasına rağmen zarar vermeyi reddetmesi anlamına gelir.
Kötülüğe maruz
kalıp ona direnmek ancak ermişlerin yapabileceği bir iş gibi görünebilir. Ama
Murdoch bu konuda o kadar karamsar değildir. Aslında romanlarında kendini
tekrar eden kötücül ve bencil karakterlere rağmen, kendisi kötümser bir yazar
da sayılmaz. Daha çok iyiliğin her şeye rağmen nasıl hayat bulduğunu ve devam
ettiğini anlatan bir yazar bile sayılabilir hatta.
Murdoch’a göre
iyilik, iktidar ilişkilerinin dışında kalan şeydir. Çünkü iktidar tesis ettiği
ilişkinin her iki tarafında da kötüyü yaratır. Gücü kullanan da güce tabi olan
da bir şekilde kötülüğün bulaşıcı etkisine maruz kalacaktır. Zalim gibi mazlum
da iktidarın hastalığından nasibini alacaktır. Güç gibi kötülük de sürekli
elden ele dolaşacak ve kendisine yaklaşanları hasta edecektir. İyilik ise
güçsüzlük demek değildir. Çünkü güçsüz olmak, yani kurban durumunda bulunmak,
başka bir tür güce sahip olmak anlamına gelir. Bu ilişkinin iki tarafı, denge
bozulduğu anda, hızla yer değiştirebilir. Oysa iyilik, iktidara gönül
indirmemekten gelir. Murdoch’taki iyi kişilerin hemen hepsi, güç ilişkilerinin
dışında kalmayı tercih edenlerdir. Zalim olmayı reddettikleri gibi, kurban
olmanın insana sağladığı gizli imtiyazı da kabul etmezler. Kötülüğü bir
başkasına bulaştırmayı ve bu yolla ruhlarını sağaltmaya çalışmayı istemezler. Bu
kimi zaman kendilerine yapılan büyük bir fenalığı sineye çekmeyi gerektirse
bile.
“Deniz,
Deniz”deki James, “Oldukça Onurlu bir Yenilgi”deki Tallis, “Rahibeler ve
Askerler”deki Anne, “Tek Boynuzlu At”taki Alice bunların sadece birkaçıdır.
Aynı Dostoyevski romanlarında olduğu gibi, bu karakterlerden bazıları dünyanın
gerçeğine vakıf kişilerdir bazıları ise tamamen sıradan insanlar. Çoğu “Suç ve
Ceza”nın Sonya’sı gibi nasıl iyi olabileceği üzerine düşünmez bile. İyilik
onların basit yaşantısının bir parçasıdır zaten. Kimileri ise, geçen hafta da
sözünü ettiğimiz Zossima Dede gibi ermiş sayılacak kadar bilgedirler. O kadar
bilgedirler ki, onların da düşünmeleri gerekmez.
Murdoch’un şaşmaz
temalarından biri olan bu iyilik fikri, bazı romanlarda kişilerin varlığında vücuda
gelirken, diğerlerinde hayatın karmaşık ve çoğu kez karanlık akışını bölen birer
aydınlanma anı olarak karşımıza çıkar. Karakterler geçirdikleri dönüşümün
etkisiyle kısa bir süre için bile olsa dünyayı bambaşka bir şekilde görür ve
kendilerini ilk defa daha büyük bir bütünün parçası olarak algılarlar. “Kızıl
ve Yeşil”de Barney Drumm’un kendi ruhsal kurtuluşuna dair düşünceleri,
“Melekler Zamanı”nda dünyayı aydınlatan kutsal ışık ve “Hoş ve İyi”de ölüm
anında kendini sonsuz bir sevgi içinde bulma hali bunun örnekleridir. Bunların
hepsi bize, Dostoyevski’nin Budala’sını ve Prens Mişkin’in epilepsi krizi
geçirdiği anlarda varoluşun gerçeğini tümüyle hissettiği o büyük kavrayışını
hatırlatır.
İyilik
konusundaki mistik düşünceleri bir yana, Murdoch’un kötülüğün bulaşıcılığı
üzerine görüşleri önemlidir. İyiliği bütün iktidar ilişkilerinden bağımsız bir
durum olarak tarif ederek ona ayrıcalıklı bir konum ve hatta bir tür
dokunulmazlık sağlar. Romanlarının kuvveti de bence buradan gelir.
*Bir duvar
yazısından.
No comments:
Post a Comment