Wednesday, March 30, 2016

En güzel direniş kalbi temiz tutmaktır.*






Kötülük meselesini konuşmaya hazır Dostoyevski ile başlamışken, bu hafta da bu konuda yine çok kafa yormuş bir başka yazarla, Iris Murdoch ile devam edelim isterim. Murdoch, hem uzun felsefi tartışmaların hakim olduğu kalabalık sahneleri kurgulamaktaki becerisi açısından hem de en küçük karakterine kadar karmaşık kişiler yaratması nedeniyle gerçekten de Dostoyevski’yi çok andırır. Ama aralarındaki yüzyıldan fazla farka rağmen bu iki yazarı kardeş kılan aslında aynı ahlaki meseleleri kendilerine dert etmeleridir. Bunun nedeni belki de her ikisinin de dünyanın büyük acılarına yakından şahit olmuş olmalarıdır.

1919 senesinde doğan Iris Murdoch, 2. Dünya Savaşı sırasında gencecik bir kadındır. Savaşın sonuna doğru UNRRA’da (Birleşmiş Milletler Yardım ve Rehabilitasyon İdaresi) çalıştığı dönemde, bu büyük felaketin insanlar üzerinde yarattığı duygusal aşınmayı çok yakından gözleme fırsatını bulur. Buna bir fırsat denebilirse tabii. Bir romancı için belli ki çok değerli bir tecrübedir. Ama bir insan olarak hiç şüphesiz orada tanık olduğu şeylerin hiçbirini görmemiş olmayı tercih edecektir. Murdoch’un bu zor yıllarda fark ettiği şey şudur: Acılar, insanları daha şefkatli ve duyarlı kılacağına onları kayıtsızlaştırmakta ve hatta kimi zaman zalimleştirmektedir. Uzun süren kötülüğe maruz kalmak, kişileri duygusal olarak yıpratmakta ve çoğu kez dayanışma yerine yalnızlaşma ve duyarsızlıkla sonuçlanmaktadır.

Bu durum, Murdoch’u savaş sonrası kötülüğün yayılışına dair düşünmeye sevk eder. Dostoyevski gibi o da, romanlarında dünya üzerindeki acının ve eziyetin insanı nasıl dönüştürdüğü ile ilgilenir. Murdoch’un dünyasında, en iyicil insanların bile istemeden de olsa başkalarını incittiklerine ya da güç ilişkileri içinde kendi benliklerini yitirip akıl almaz işler yaptıklarına sık sık rastlanır. Ama esas mesele bundan çok, maruz kaldığımız büyük kötülükler karşısında ne yapacağımızdır. Bu mesele bir ahlaki soru olarak hemen her zaman Murdoch karakterlerinin geçirdiği dönüşümün temelinde yer alır.

Iris Murdoch gibi bir felsefeci olan Simone Weil, bir makalesinde bu konuda şunları söyler:

“Bir insana zarar verildiği zaman, gerçek kötülük onun kanına girer: Sadece acı ve eziyet değil, kötülüğün kendisi de ruhuna işler. İnsanlar iyiliği birbirlerine aşılama gücüne sahip oldukları gibi, kötülüğü de başkalarına bulaştırabilirler. Kişi bir diğerini gereksiz yere överek ya da lükse boğarak da kötü yola sevk edebilir elbette. Ama çoğu kez insanlar birbirlerine zarar vererek kötülük bulaştırırlar.”

Murdoch, Simone Weil ile kötülüğün bulaşıcılığı konusunda hemfikirdir. Fakat ikisi de sonuçta benzer bir çıkış yolu sunarlar bize: Kötülüğün sona ermesi ancak ona maruz kalan kişilerin bunu başkalarına bulaştırmayı tercih etmemeleri ile mümkündür. Bu da kişinin zarar görmüş olmasına rağmen zarar vermeyi reddetmesi anlamına gelir.

Kötülüğe maruz kalıp ona direnmek ancak ermişlerin yapabileceği bir iş gibi görünebilir. Ama Murdoch bu konuda o kadar karamsar değildir. Aslında romanlarında kendini tekrar eden kötücül ve bencil karakterlere rağmen, kendisi kötümser bir yazar da sayılmaz. Daha çok iyiliğin her şeye rağmen nasıl hayat bulduğunu ve devam ettiğini anlatan bir yazar bile sayılabilir hatta.

Murdoch’a göre iyilik, iktidar ilişkilerinin dışında kalan şeydir. Çünkü iktidar tesis ettiği ilişkinin her iki tarafında da kötüyü yaratır. Gücü kullanan da güce tabi olan da bir şekilde kötülüğün bulaşıcı etkisine maruz kalacaktır. Zalim gibi mazlum da iktidarın hastalığından nasibini alacaktır. Güç gibi kötülük de sürekli elden ele dolaşacak ve kendisine yaklaşanları hasta edecektir. İyilik ise güçsüzlük demek değildir. Çünkü güçsüz olmak, yani kurban durumunda bulunmak, başka bir tür güce sahip olmak anlamına gelir. Bu ilişkinin iki tarafı, denge bozulduğu anda, hızla yer değiştirebilir. Oysa iyilik, iktidara gönül indirmemekten gelir. Murdoch’taki iyi kişilerin hemen hepsi, güç ilişkilerinin dışında kalmayı tercih edenlerdir. Zalim olmayı reddettikleri gibi, kurban olmanın insana sağladığı gizli imtiyazı da kabul etmezler. Kötülüğü bir başkasına bulaştırmayı ve bu yolla ruhlarını sağaltmaya çalışmayı istemezler. Bu kimi zaman kendilerine yapılan büyük bir fenalığı sineye çekmeyi gerektirse bile.

“Deniz, Deniz”deki James, “Oldukça Onurlu bir Yenilgi”deki Tallis, “Rahibeler ve Askerler”deki Anne, “Tek Boynuzlu At”taki Alice bunların sadece birkaçıdır. Aynı Dostoyevski romanlarında olduğu gibi, bu karakterlerden bazıları dünyanın gerçeğine vakıf kişilerdir bazıları ise tamamen sıradan insanlar. Çoğu “Suç ve Ceza”nın Sonya’sı gibi nasıl iyi olabileceği üzerine düşünmez bile. İyilik onların basit yaşantısının bir parçasıdır zaten. Kimileri ise, geçen hafta da sözünü ettiğimiz Zossima Dede gibi ermiş sayılacak kadar bilgedirler. O kadar bilgedirler ki, onların da düşünmeleri gerekmez.

Murdoch’un şaşmaz temalarından biri olan bu iyilik fikri, bazı romanlarda kişilerin varlığında vücuda gelirken, diğerlerinde hayatın karmaşık ve çoğu kez karanlık akışını bölen birer aydınlanma anı olarak karşımıza çıkar. Karakterler geçirdikleri dönüşümün etkisiyle kısa bir süre için bile olsa dünyayı bambaşka bir şekilde görür ve kendilerini ilk defa daha büyük bir bütünün parçası olarak algılarlar. “Kızıl ve Yeşil”de Barney Drumm’un kendi ruhsal kurtuluşuna dair düşünceleri, “Melekler Zamanı”nda dünyayı aydınlatan kutsal ışık ve “Hoş ve İyi”de ölüm anında kendini sonsuz bir sevgi içinde bulma hali bunun örnekleridir. Bunların hepsi bize, Dostoyevski’nin Budala’sını ve Prens Mişkin’in epilepsi krizi geçirdiği anlarda varoluşun gerçeğini tümüyle hissettiği o büyük kavrayışını hatırlatır.

İyilik konusundaki mistik düşünceleri bir yana, Murdoch’un kötülüğün bulaşıcılığı üzerine görüşleri önemlidir. İyiliği bütün iktidar ilişkilerinden bağımsız bir durum olarak tarif ederek ona ayrıcalıklı bir konum ve hatta bir tür dokunulmazlık sağlar. Romanlarının kuvveti de bence buradan gelir.

*Bir duvar yazısından.

No comments:

Post a Comment