Monday, July 24, 2017
Auf Einmal/Ansızın
İsviçreli romancı ve oyun yazarı Friedrich Dürrenmatt, Yaşlı Kadının Ziyareti adlı oyununda gençken terk etmek zorunda kaldığı kasabaya bu sefer varlıklı bir kadın olarak dönen Claire Zachanassian’a şunu dedirtir: “Dünya beni bir fahişeye çevirdi, ben de onu geneleve çevireceğim.”
Yozlaşmış bir dünyada yaşadığının farkında olan, yasanın hiçbir işe yaramadığını bilen ama geç de olsa adaletin yerini bulmasını isteyen bir insanın sesidir bu. Bir Dürrenmatt karakterinin sesidir. Dürrenmatt, orta sınıfın toplumsal riyakarlığını, burjuva ahlakının yarattığı boğucu atmosferi ve hukuk denen şeyin çoğu kez güçlülerin zayıfları alt etmek için kullandığı bir araç haline geldiğini gayet iyi bilir. Ona göre, ne hukuk ne de onun yapı taşı olan orta sınıf değerleri adaleti tesis etmek için güvenilir bir zemin olarak kabul edilebilir. “Adalet korkunçtur,” der Dürrenmatt, üstelik nadiren yerine gelir.
Aslı Özge’nin adalet ve ahlak meselelerini masaya yatıran son filmi Auf Einmal/Ansızın da bir Dürrenmatt oyunu gibi açılıyor. Genç bir adam olan Karsten (Sebastian Hülk), bir akşam evinde parti veriyor ve yeni tanıştığı Anna ile yakınlaşıyor. Başında her şey sıradan bir hikaye gibi ilerlerken, gece bir felaketle sonuçlanıyor: Anna bilinmeyen bir nedenle ölüyor. Karsten ise, onu kurtarmak adına kendisinden beklenenleri yapmadığı için, bir süre sonra bu talihsiz olayın tanığı olmaktan çıkıp şüphelisi haline geliyor ve yargı süreci başlıyor (Filmi henüz izlememiş olanların, bundan sonrasını okumaları biraz lezzet kaçırıcı olabilir, haber verelim.)
Auf Einmal/Ansızın, kaba hatlarıyla bu yargı sürecinin nasıl işlediğinin hikayesi gibi görünse de, yönetmenin asıl odaklandığı nokta filmin ana karakterinin bu dönemde geçirdiği dönüşüm. Bir yandan mahkeme devam ederken, bir yandan da Karsten’in yakın çevresi tarafından nasıl yargılandığını ve yavaş yavaş derin bir yalnızlığa mahkum edildiğini görüyoruz. Dava nedeniyle etrafında oluşan puslu hava, o vakte kadar hayatını “normal” bir genç adam, uyumlu bir vatandaş, iyi bir erkek arkadaş ve gurur duyulacak bir evlat olarak geçirmiş Karsten’i toplumun dışına itiyor. Patronu, arkadaşları, sevgilisi ve hatta bir anlamda ailesi bile sonunda onu terk ediyorlar. Böylece genç adam kaderi ile baş başa kalıyor. Daha da fenası, ikiyüzlülüğünü o zamana kadar hiç fark etmediği bu küçük kasabayı çok garip bir açıdan ve bambaşka bir ışık altında görüyor.
Filmin başından itibaren karşımıza çıkan Hamlet göndermelerini de belki bu ışık altında okumak gerekiyor. Epigrafta bir ahlak tartışmasına doğru ilerleyeceğimizin ipucunu veren alıntı (“İyi ya da kötü diye bir şey yoktur; sadece düşünce onu öyle yapar”), film ilerledikçe Danimarkalı prens ile Karsten’in kaderlerinin benzerliğine dikkat çeken bir vurguyla devam ediyor: Ophelia’nın cenaze törenini anımsatan mezarlık sahnesi, dünyanın acılarına karşı şarkı söyleyen mezar kazıcısı detayıyla tamamlanıyor. Suçluluk duygusu, tereddüdü ve toplumun genel geçer yargılarına karşı isyanı ile Karsten film ilerledikçe gitgide Hamletleşiyor. Genç prensin kaderine isyan ettiği meşhur sahne ise (“Zaman çığrından çıkmış./Ey kör talihim benim, keşke bana düşmez olaydı onu düzeltmek!”), Karsten’in bir tepeden kasabasına doğru baktığı ve tamamen şirazesinden çıkmış bu dünyayı düzeltemeyeceğini anladığı anda karşılığını buluyor.
Filmin önemli anlarından biri olan bu sahnede, Karsten doğup büyüdüğü kasabaya yüksek bir yerden bakıyor ve biblo gibi evleriyle yapay bir cenneti andıran bu küçük kente bağırarak küfürler yağdırıyor. Aşağıdan yukarıya doğru çekilmiş planlardan birinde, onu bir yanında Alman bayrağı öbür tarafında dev bir haç olmak üzere görüyoruz. Bu iki sembol, yani milliyet ve din, Karsten’in o vakte kadar sorgulamak ihtiyacını duymadığı kimliğinin çok büyük bir kısmını oluşturuyor. Oğlunun evinde ölü bulunan kızın Rus olduğunu duyduğunda rahatlayan babası gibi, o da belki Almanlığı sayesinde bu davayı kazanacağını düşünüyor içten içe. “Bizim ailemiz nesillerdir bu kasabada yaşıyor, toplumun saygın birer üyesiyiz,” diyen babasıyla hesaplaşması nihayet gerçekleştiğinde ise, “Senin bana öğrettiklerin yüzünden bu haldeyim!” diye çatıyor ona.
Karsten, içinde yaşadığı riyakar topluma duyduğu nefretini haykırma noktasına geldiğinde, kiliseyle olan bağını da çoktan koparmış durumda aslında. Bundan bir önceki sahnede, onu son bir çare olarak Tanrı’ya sığınmak arzusuyla kilisede otururken görüyoruz. Düşünmek, dua etmek, ya da en azından kendi vicdanıyla baş başa kalabilmek umuduyla geldiği bu mekanda, bozuk bir orgdan çıkan uyumsuz sesler karşılıyor onu. Böylece sadece işlemeyen bir toplumun değil, tamamen sağırlaşmış bir Tanrı’nın da huzurunda olduğunu anlıyoruz. Karsten’in ahlaki çıkmazına cevap olabilecek dünyevi bir yargı olmadığı gibi, vicdanını rahatlatacak tanrısal bir merci de yok belli ki. Onun için dünya berbat bir kakofoniden ibaret artık.
Karsten’in dönüşümü de, bu farkındalığın neticesinde ortaya çıkıyor. Filmin ortasına geldiğimizde, üzerinde durduğu zemini artık bütünüyle kaybetmiş olan bu karakter, iyinin ve kötünün ötesinde yeni bir ahlak anlayışı arıyor. Bundan sonrası ise tamamen yokuş aşağı. Adalet yerine gelse de gelmese de, insanlığın hırsları ve zaafları üzerine kurulmuş bir dünyanın bir daha yaşanabilir bir yer olamayacağı hissiyle kalıyoruz. Tıpkı bir Dürrenmatt oyununda hissedeceğimiz gibi.
Auf Einmal/Ansızın, zekice göndermeleri, etkileyici sinematografisi (görüntü yönetmeni Emre Erkmen’i de ayrıca tebrik etmek lazım) ve ölçülü oyunculuklarıyla birinci sınıf bir film. En büyük övgü ise, bu incelikli hikâyeyi yazan ve yöneten Aslı Özge’ye gidiyor. Bu filmle yalnızca Hamletvari bir modern zaman trajedisi yaratmakla kalmamış, sıradan bir genç adam olan Karsten’in hikâyesinden yola çıkarak, evrensel bir meseleye dokunmayı ve sert bir toplumsal eleştiriyi dile getirmeyi de başarmış.
No comments:
Post a Comment