Sunday, November 07, 2010
Meursault'nun Bilinci
BirGün
7 Kasım 2010
Camus’nün ‘Yabancı’sında hiç unutamadığım sahnelerden biri, Meursault’nun hapishanedeki hücresinde zaman geçirebilmek için evindeki eşyaların zihinsel bir listesini çıkarmaya çalıştığı bölümdür. Romanın bütün yoğunluğu bu küçücük detayda saklıymış gibi gelir bana hep.
Meursault, Cezayir’de bir cinayet işlemiş ve tutuklanmıştır. Buraya kadar sıradan bir hikaye gibidir aslında. Ama romanın baş kişisinin, kendisini ölüme götürecek bu süreci insanın kanını donduran bir kayıtsızlıkla izlemesi işin rengini değiştirir. Çarklar döner, Meursault’nun hayatına son verecek olan mekanizma kusursuz bir şekilde işler. Oysa o, “her şey benim dışımda gerçekleşiyor,” diye düşünür, “söyleyecek hiç bir şeyim yok.”
Meursault’nun kayıtsızlığının altında yatan şey teslimiyet değildir. Buradaki varlığımızın doğasıyla ilgilidir daha çok. Ölümlü olduğumuzu farkettiğimiz noktada, bunun bilgisi ile sarsılırız. Ama en az bunun kadar önemli bir şeyi daha farkederiz: biz öldüğümüzde dünya sona ermeyecektir. Onun için Meursault’ya göre, yaşamak için gösterdiğimiz onca çaba gereksizdir. Ne zaman öldüğümüz de mühim değildir. Çünkü bu ölümlü olduğumuz gerçeğini değiştirmeyecektir. Üstelik, hangi yaşta ölürsek ölelim, birileri bizden sonra hayata devam etmek küstahlığını gösterecektir: “kadınlar ve erkekler yine yaşayacak ve bu böyle senelerce hiç sona ermeden devam edecek”tir.
Bu durum varlığımıza anlam verebilmeyi zorlaştırır. Oysa biz varlığımıza sahip çıkmak, onu kendimizin kılmak isteriz. Yaşadığımız hayatın, bizim olduğu kadar bir başkasının da hayatı olabileceğini düşünmek istemeyiz. Bunu düşündüğümüz andan itibaren ‘eşsiz’ olmaktan çıkarız çünkü. Yeri doldurulabilir biri haline geliriz.
Meursault da bunun farkındadır bence. Anonim olmak korkutur onu. Onun için, içten içe hayatını başkalarınınkinden ayıran şeyi bulmak ister. Bir birey olarak kendini kalabalıktan ayırmak, dünyaya baktığında bulamadığı anlamı kendi eliyle kendine vermek ister. Bunu başaramadığı ölçüde de yabancılaşır.
İşte belki tam da bu nedenle, işlediği cinayet yüzünden hapse atılmadan önce yaşadığı o mütevazı odadaki her bir detayı hatırlamaya çalışır Meursault. Sanki hepsini hatırlayabilirse, dünya onun olacak, hayatı üzerinde yeniden bir hak iddia edebilir hale gelecektir. Oysa bütün bu ayrıntıları hatırlamaya çalışırken şunu farkeder: insan dışarıda tek bir gün geçirse bile, hapishanede onu yüz yıl boyunca oyalayacak kadar hatıra biriktirebilir.
Bu ilk anda iyi bir şey gibi görünebilir. Ama değildir aslında. Ağır bir bilgidir bu. Bilincin dünya karşısındaki güçsüzlüğü karşısında ürpeririz. Bizi başkalarından ayıracak tek şey odur çünkü. Bir şeyi bizim baktığımız noktadan sadece biz görebilir, o açıyı sonra bir tek biz hatırlayabiliriz. Böyle bakıldığında, her kişi eşsizdir. Ama bir kişinin bilinci dünyanın çeşitliliğine karşı nedir ki? Bütün bir hayatı bir yana bırakın, yalnızca bir günü bile tüm detaylarıyla hatırlayacak kadar güçlü değildir.
Meursault yenilir. Hiç bir zaman evindeki eşyaların tümünü hatırlayamaz. Dünyanın envanterini çıkaramaz, anıların ve nesnelerin kataloğunu tutamaz. Çünkü her zaman daha fazlası vardır. Her nesne bir başkasını hatırlatır, her anı bir diğerine bağlanır. Bu böyle sonsuza kadar gider. Tek bir günün çetelesini tutmak bile olanaksız bir iş haline gelir.
O zaman belki de hayatlarımız bir Cronenberg filmidir. Hepimiz elimizde birer bavulla usul usul bir şeyler mırıldanarak hayatın kenarında dolaşıyoruzdur. ‘Örümcek’in şizofren karakteri Mr Cleg gibi, bütün derdimiz bir günün detaylarını birleştirip anlamlı bir hikaye oluşturabilmekten ibarettir. Herkes notlar tutar, ipuçlarını biriktirir, kendi ağını örmeye çalışır. Bilincin sınırlarını zorladığımız can yakıcı bir yolculuktur bu.
Oysa ne yaparsak yapalım dışarıdaki dünyayı kendimizin kılmak mümkün olmayacaktır. Biz ne kadar sonluysak, dünya da bir o kadar sınırsızdır. Onu tüketmek mümkündür belki – ama bu şeref bize verilmemiştir.
Öyleyse, Meursault’nun da gayet iyi anladığı gibi, mesele ölüm değildir aslında. Hayatın ta kendisidir.
Yine mükemmel yazmışsınız. Meursault’nun kayıtsızlığından biraz bende de var ama bu yazıya kayıtsız kalamadım!
ReplyDeleteİyi ki varsınız.
Bu arada, şu sıralar Suç ve Ceza'yı okuyorum da Raskolnikov ile Meursault arasında benzerlikler dikkat çekici geldi bu yazıyı okuyunca. O da anonim olmaktan korkar, kendini "olağanüstü insanlar" sınıfında görür. Tabii bu duruma verdikleri tepkiler biraz farklı, her ikisi de cinayet işlese de biri hayata kayıtsızken diğeri hayatı fazla ciddiye alıyor gibi. Çağ farkı!
Çok doğru bir bağlantı bu: Raskolnikov ve Meursault yani. Biraz eşelenirsek, modernist romanda başka örneklerini de bulabiliriz. Mananın kaybolduğu yerde, birey kendine o manayı vermeye çalışır. Ve genellikle başaramaz.
ReplyDeleteSartre ile Camus'nun ayrıldığı nokta da burası olsa gerek.
Güzel yorumunuz için çok teşekkür ederim.
Selamlar...
Cok guzel yazmissiniz Meltem.
ReplyDeleteArada bir oluyor. Bu yazıyı ben de beğendim. Aslında Joyce'a dair bir şey düşünüyordum ki, sonra bu çıktı. Modernistler böyle. Al birini vur birine!
ReplyDelete