27 Mayıs, 2012
Marmara depreminden -->kısa bir süre sonra bir Alman mimarla tanışmıştım. Kibar bir adama benziyordu. Eşiyle beraber bir konferans nedeniyle Türkiye’ye gelmişler, hazır buralara kadar gelmişken de İstanbul’u görmeden dönmek istememişlerdi.
Adamın yüzünü unuttum ama söylediklerini hala hatırlıyorum.
Deprem olduğunu duyduğunda düşündüğü ilk şeyin Ayasofya olduğunu söylemişti.
Buraya kadar tamam belki. Adam mimardı, düşündüğü ilk şey bu olabilirdi. Ama
hızlıca şunu da eklemişti, bu coğrafyada yaşayan insanların kendisi için pek
bir önemi yoktu. İnsanlar yaşar ölürdü. Ama Bizans kültürü sonsuza kadar
yaşayacak ve kendisi gibi sanatçılara ilham vermeye devam edecekti. Hatta keşke
mümkün olsaydı da, Ayasofya’yı Avrupa’da güvenli bir bölgeye taşıyabilselerdi.
Bunları dinlerken kanım dondu. Adamın sözcükleri seçerek
yavaş yavaş konuşmasında, eğitimli sesinde ve bütün bunların toplamı olan
Avrupalı kibrinde dayanılmaz bir şeyler vardı. Bununla ilk kez karşılaşmıyordum.
Ama son bir iki haftayı bir çok insan gibi ben de enkaz üzerinde çalışarak
geçirmiştim. Sinirlerim tamamen harap olmuştu. Karşımda oturan yaşlı başlı
adama bir seri katile bakar gibi baktım. Sonra da iyi akşamlar dileyerek kalktım.
Onunla konuşacak bir şeyim kalmamıştı.
Demek medeniyet böyle bir şeydi. Böyle ikiyüzlü ve ahlaksız.
Masadan kalktığımda bunu düşündüğümü hatırlıyorum.
Almanya’nın önemli gazetelerinden Süddeutsche Zeitung, geçen
hafta Günther Grass’ın bir şiirini yayınladı. “Avrupanın Utancı” adlı bu şiir,
yüzyıllardır Yunanistan’ın kültürel
mirası ile beslenen ve bu miras üzerine inşa edilmiş tarihi ile övünen Avrupa’nın
zora geldiği anda atası saydığı bu milleti nasıl sattığını anlatıyor.
Siyasi şiirle pek aram yoktur. Günther Grass ile de öyle.
Fakat bu şiirden sonra her ikisi hakkında da fikrimi değiştirebilirim.
“Ruhun ile arayıp bulduğunu sandığın / hurda diye bir kenara
atılıyor” diye başlıyor Günther Grass. Adaletsiz bir ülkenin, gücü elinde
bulunduranlar tarafından nasıl sömürüldüğünü anlatarak devam ediyor. Bunun
üzerine, bütün ülkenin Antigon gibi kara matem kıyafetlerine büründüğünü ve
kaybedilmiş onurunun yasını tuttuğunu söylüyor. “Sen ki bir zamanlar bu ülkenin
misafiri olmuştun,” diye hatırlatıyor Avrupa’ya, ama şimdi onu zehirlemeye
çalışıyorsun:
“Dik, kadehi ağzına dik! diye bağırıyor amirlerin
yardakçıları,
Ama Sokrat öfkeli, ağzına kadar dolu kadehi sana geri
veriyor.”
Satmadığın bir tek Olympos kalmıştı. Şimdi ona da haciz
kondu işte. Memnun musun, diye soruyor. Ve sana ruh veren bir toprağı gözden çıkardığında,
yalnızca topraksız değil ruhsuz da kalırsın, diyerek bitiriyor şiirini Günther
Grass.
Sizi bilmem ama benim hislerime tercüman oldu bu şiir. Bir
süredir bunu düşünüp duruyordum. Kendini Yunan edebiyatının, felsefesinin,
mimarisinin devamı sayan bir kültür nasıl olur da bunların yaratıcısı olan bir
milletin gözlerinin önünde paramparça olmasına göz yumar? Tembel ve sefa
düşkünü buldukları Yunanlılar ile nerelere koyacaklarını bilemedikleri o müthiş
tapınakları inşa edenler aynı kişiler değil midir? Zamansız güzellikleriyle
hala içimizi titreten trajedileri yazanlar onlardan çıkmamış mıdır? İsabetli tespitleri ve dünyayı kavrama
becerileri ile bugün bile hayranlık uyandıran düşünürleri hala okullarda
okutulmamakta mıdır?
Tarih boyunca dünyanın başka yerlerindeki nice ülkenin
insanlarının açlık, yoksulluk ve doğal felaketler yüzünden kırılıp gitmesine
göz yuman, hatta kendisi bu felaketlerin en korkuncu haline gelip sömürgeci
devletleriyle kanlı iktidarlar kuran Avrupa hiç bir zaman masum olmamıştır.
Ancak, ölenler kendilerinden olmadığı sürece binlerce
kişinin hayatını kaybetmesinin pek de büyük bir mesele sayılmayacağını küstahça
yüzüme söyleyen o Alman mimarın Avrupasıyla, bugün komşularını çıtır çıtır
yemeye ve atalarını mezarından çıkarıp satmaya karar vermiş Avrupa arasında bir
fark vardır.
Öyle görünüyor ki işler artık şirazesinden çıkmış, Avrupa yüzyıllardır
hayran olduğu ve benimsediği bir kültürü taşlayacak hale gelmiştir. Sadece
kendi bekası için. Kendi geleceğini sağlama almak için.
Birinin bunu söylemesi gerekiyordu. Bunu yapanın bir
edebiyatçı olmasına sevinelim.
Bu korkunç hikayenin tek iyi yanı bu olabilir.