Sunday, May 20, 2012

SALINCAK

BirGün
20 Mayıs 2010



Rüyamda gökyüzünde asılı dev bir salıncakta ayakta durduğumu gördüm. Yanımda başkaları da vardı. O kadar yüksekteydik ki başım döndü. Korkuyla iplerden birine sıkı sıkı yapıştım. Ama salıncak gitgide hızlandı. Sonunda durduğum yerden fırlayıp aşağıya yuvandım.

Düşmekten korkarım. Yüksek yerlerden de öyle. Bu konuda yalnız olmadığımı biliyorum. Bolca yazılıp çizildiğine göre bayağı kalabalık olmalıyız hatta. Benim gibilerin endişeye yatkın karakterler olduğu ve bir tür panik atak geçirdikleri düşünülür. Yükseklik korkusunun temelinde kendini aşağıya atma arzusu olduğu gibi, uçma korkusunun da yer alabileceği söylenir.

Çok akıllı laflar tabii. Ama sonuçta bunların hiçbiri işe yaramaz. Yüksek bir yere çıktığınızda bütün bu açıklamalar uçar gider. Yukarıda tevatüre yer yoktur. Korkunuzdan başka her şeyi aşağıda bırakıp çıkarsınız oraya. Bir gün korkuyu da geride bırakacağınızı umarak.

Fakat her seferinde aynı şey olur. Dizlerinizin bağı çözülür. Gözleriniz buğulanmaya elleriniz terlemeye başlar. Nabzınız yükselir. Şakaklarınızdaki basıncı hisseder hale gelirsiniz. Bir süre sonra boylu boyunca yere uzanmaktan başka hiç bir şey düşünemez olursunuz.

Düşmekten korkan biri için, Galata Kulesi’ne çıkmakla evde bir sandalyenin tepesinde perde asmaya çalışmak arasında çok büyük fark olmayabilir. Yükseklik farklıdır ama yarattığı etki benzerdir. Bilmeyenler bunu anlamaz.  “Bir düşünsen ne kadar saçma bir şey olduğunu hemen anlayacaksın,” derler. Öyle ya, sandalyeye çıkmanın neresi korkunç olabilir?

Halbuki orada düşünceye yer yoktur. Sadece sonsuz bir şimdi vardır. Her şey el ayak ve nabız olmuştur. Her an düşebilecek olmanın “şimdi”sidir bu.

Salıncaklı rüyada da aynı “şimdi”nin gerilimi vardı. Bir trapez artisti gibi salıncakta ayakta duruşumu, ipe umutla sarılışımı, ama sonra salıncak hızlanınca fırlayıp uçuşumu yeniden görür gibi olup irkildim.

Bu imge beni yakınlarda yeniden okuduğum bir Bilge Karasu öyküsüne geri götürdü.  “Usta beni öldürsene,” biri usta diğeri çırak iki cambazın ilişkisini anlatır. Yaşlanan ustasının hata yapıp düşeceği endişesi ile attığı adımları saymaya başlayan çırağın felaketi davet etmesinin hikayesidir bu.

Cambaz ve çırağı şunu bilirler: ip cambazlarının hayatı ipten ibarettir. Onların dünyasında düşüncelere, endişelere, korkulara yer yoktur. Geçmişe üzülemez, geleceğe dair umut besleyemezler. Düşüncenin ağırlığı ile dengelerini bozma riskini göze alamazlar. Hayatta kalmak istiyorlarsa soru sormamaları gerekir: “Cambazlık, insanın ölmek istemiyorsa bütünüyle kendini ipe, halkaya, ustaya, adıma, ele, göze vermesini gerektiren bir iştir.”

Öykü ilerledikçe anlarız ki, esas mesele ustayla çırağın yaptıkları işin tehlikeli oluşu değil, aralarından birinin düşünmeye başlamış olmasıdır. Şüphe etmeye başladığı andan itibaren çırak, yıllardır aynı doğallıkla süren bu dansın adımlarını bozacak ve öykünün sonunu belirleyecek olan felaketi çağıracaktır.

Karasu’nun buradaki varlığımızı anlatmak için bulduğu imgeye hayranlık duymamak elde değil. Hayat dediğimiz şey, zaten böyle bir ip cambazlığı değil midir? Biz de ipten ipe, halkadan halkaya kendimizi atıp dururuz. Bilincin ağırlığı sırtımızda. Herkes bir gün düşer tabii. Ama bazıları gökyüzüne asılmış o salıncağın üzerinde daha uzun kalır. Düşmemeye çalışmanın o korkunç “şimdi”sinde salınarak.

Tek tesellimiz şudur. Karşımızdaki cambaz sevdiğimiz biridir. Yıllardır yüzüne baktığımız, elini tuttuğumuz, acılar gibi sevinçleri de paylaştığımız biridir.

Trapezin ipini bırakıp boşluğa doğru fırladığımızda, arkamızdan atılıp bizi havada yakalayacaktır. Elleri bileklerimizi kavrayacak ve bizi başka bir ipe başka bir halkaya taşıyacaktır.

Orada durup nefeslenelim diye.

Şimdilik.

No comments:

Post a Comment