BirGün
Hayatta zor anlar
vardır. Geçen hafta düğmemin koptuğu an da bunlardan biriydi. Dikiş dikmeyi
beceremem. Hiç öğrenemedim. Üstelik meret bu sefer en olmayacak yerde, en
olmayacak şekilde koptu. Öyle kalabalık bir otobüsteydim ki, nereye uçtuğunu bile
göremedim.
Neyse ki Beşiktaş
karasuları içindeydim. Beşiktaş’ta biliyorsunuz denizaltı bile arasanız var.
Öyle bir semtimizdir yani. Bence yasaklanmalı. Çünkü insanı her şeye çare
bulunabileceği yolunda yanlış fikirlere sevk ediyor.
Bu sefer çareyi
nerede bulabileceğime dair bir fikrim vardı. Ne aradığını bilen insanların
kararlılığı ile yürümem beklenirdi aslında. Ama elbisemin düğmesi çok biçimsiz
bir yerden kopmuştu. Onun için sırtımı duvara vererek mesleğe o gün başlamış bir
gizli ajan edasıyla hedefe doğru sinsi sinsi ilerledim.
Tuhafiyecide beni
tuhaf bir kadın karşıladı. İnsan işine ancak bu kadar yakışır diye düşündüğümü
hatırlıyorum. “Düğmeniz kopmuş,” dedi makyajla irileştirilmiş gözlerini daha da
açarak. Bir şeye baktığında önce eksikleri fark eden insanlara pek güvenmem. Bilgisi
gözle görünen şeylerle sınırlı pratik kişilerdir bunlar. Bu kadın da öyle
birine benziyordu. Kopmuş düğme meselesine parmak bastıktan sonra,
“bacaklarınız çarpık, saç kesiminiz berbat, ha bir de kaşlarınız birbirine
fazla yakın” demesini bekledim.
Ama o bir
takım kutuları hızla raflardan indirmeye başladı. Onları bir süre dalgın dalgın
karıştırdıktan sonra, bana bir düğme uzattı. Evet, belki bir teorisyen
sayılmazdı, ama işinin ehli olduğunu teslim etmek gerekiyordu. Düğmeyi eliyle
koymuş gibi bulmuştu. Çünkü muhtemelen eliyle koymuştu.
Neyse, sonuçta
önemli olan düğmenin bulunmuş olmasıydı. Dükkan fazla kalabalıktı. Çıkmak için
can atıyordum. Hemen oracıkta düğmemi dikmek istedim. “Soyunmadan olmaz,” dedi
kadın yine gözlerini açarak. Bu sefer gerçekten korkmuş gibi görünüyordu.
Telaşımdan en
basit şeyi akıl edememiştim. İlik öyle ters bir yerdeydi ki, elbiseyi
çıkarmadan düğmeyi dikmem mümkün değildi. Çinli bir jimnastikçi olsaydım belki.
Ama değildim. Tuhafiyeci kadın da bunun farkındaydı. Sürmeli gözler kısılıp
beni küçümseyerek süzdüler. Teori falan bir yere kadar, der gibiydiler. İnsanın
pratik zekası olmayınca böyle apışıp kalırdı işte. Ben kendimi ne
zannediyordum?
Yaptığım
aptallıktan öyle utanmıştım ki, çengelli iğne istemek bile aklıma gelmedi. Düğmeyi
cebime koydum. Yenilmiştim. Kabul etmek gerekiyordu. Parayı tezgahın üzerine
bırakıp kapıya doğru yürüdüm.
Fakat tam o
sırada, kırlaşmış saçlarını “a la garson” modeli kestirmiş bir teyze beni
kemerimden yakalayıverdi. Ne olduğumu anlayamadan kendimi neredeyse kadının
kucağında buldum. “Dur gitme, ben dikerim,” dedi bana. Sesinde kıdemli bir subayın
otoritesi vardı. Tuhafiyeci de bunu hissetmiş olacak ki, isteksizce de olsa iğneyi
ipliği hazırlayıp kadının eline tutuşturdu.
Bir kaç
dakika sonra düğmem dikilmiş, kriz çözülmüş, hayat yeniden normale dönmüştü.
Otobüste yeni
dikilmiş düğmeyi elimle yoklarken, bu küçük olaydan etkilendiğimi fark ettim. Dalgacı
halim uçup gitmişti. Hatta bir yavaşlık gelmişti üzerime. İnsanın beyni yüksek
devirde çalışmaya başlayınca bazen olur bu. Hareketleriniz ağırlaşır.
Ben de
derinlerdeki kimi anılara ulaşmaya çalışıyordum. Teyzenin buyurgan sesinde,
düğmeyi dikerken beni evirip çevirmesinde, kıpırdanmamam için ikaz edişinde
tanıdık bir şey vardı. Unuttuğumu sandığım bir yakınlıktı bu. Çocukken pantolonumun
dizi yırtıldığında, astarım söküldüğünde ya da cebim delindiğinde (hep tıka
basa doldurduğum için bu sonuncusu çok sık olurdu) annem ya da anneannemin beni
önlerine oturtup sökülen yeri nasıl onardıklarını hatırladım.
Annem bu
alışkanlığı ben yetişkin bir kadın olduktan sonra da sürdürdü. Direnir gibi
yapsam da, bu dikiş teranesi aslında hoşuma giderdi. Anneme fiziksel olarak
yakın olabildiğim nadir anlardan biriydi. İşi bittikten sonra sırtımı
okşayarak “hadi bitti, kalk bakalım” derdi, ben de bazen lafı uzatır onun
dizinin dibinde azcık daha oyalanırdım. Artık kaybedilmiş bir çocukluğun
sıcaklığında biraz daha durabilmek için.
Çocukluk denen
şey en nihayetinde anne hasreti değil midir?
Anneme duyduğum özlem
tuhafiyecideki teyzenin temasıyla uyanıp başını kaldırmıştı. Düğmem dikilirken belli
ki başka dikişler açılmıştı. Çoktan unuttuğumu sandığım dikişlerdi bunlar.
çok güzel...
ReplyDeleteOkuru hayat telaşıyla oyalayıp türlü meselelerde gezdirdikten sonra, annenin dizinin dibine 'buyur' etmek.. Kulağımıza küpe olsun.
ReplyDeleteTeşekkür ederim. Bu yorumlar sayesinde anneler gününün ağırlığı biraz dağıldı sanki.
ReplyDeleteSağolun.
Meltem Gürle, ne güzelsiniz siz.
ReplyDeleteO şey her ne ise bitmedi. Henüz bitmedi.
" İnsan yaşıyorken özgürdür. "
Annemle doğruluyorum.
içim söküldü...
ReplyDeleteŞimdi bu yazını altına ne yazsam çok sıradan gelecek. Sadece çok güzel diyip çekileyim. Sahiden çok güzeldi.
ReplyDeleteSökükler bi düğme olsa keşke... eliniz dert görmesin, çok ustaca yazmışsınız.
ReplyDeleteNe güzel tarif etmişsiniz çocukluğa duyulan özlemi. Ömrünüze bereket.
ReplyDeleteMeltem Hanım,
ReplyDeleteOkuduğum ilk yazınız İrlanda'daki meşhur büyük kütüphane ile ilgili yazınızdı.. O zamandan beri tanıyorum sizi.. ne yazık ki yeterince yazınızı okuduğumu söyleyemem.. ama bugünkü yazınız.. "... Anneme duyduğum özlem tuhafiyecideki teyzenin temasıyla uyanıp başını kaldırmıştı. Düğmem dikilirken belli ki başka dikişler açılmıştı. ..." beni benden aldı doğrusu.. kullandığınız görsel.. keza!..
Sizi daha çok okuyacağım.. söz!!!
Meltem Hanım, yazılarınız inanılmaz derin ve dingin. kitaplarınızı okurken de büyük bir heyecanla okumuştum, hiç bitmesin istemiştim. Lütfen daha çok yazın. Okurlarınızın sizin yazılarınızı okumaya çok ihtiyacı var. :) Teşekkür ederim kendi adıma.
ReplyDelete