Sunday, May 13, 2012

Düğme

13 Mayıs, 2012
BirGün


Hayatta zor anlar vardır. Geçen hafta düğmemin koptuğu an da bunlardan biriydi. Dikiş dikmeyi beceremem. Hiç öğrenemedim. Üstelik meret bu sefer en olmayacak yerde, en olmayacak şekilde koptu. Öyle kalabalık bir otobüsteydim ki, nereye uçtuğunu bile göremedim.

Neyse ki Beşiktaş karasuları içindeydim. Beşiktaş’ta biliyorsunuz denizaltı bile arasanız var. Öyle bir semtimizdir yani. Bence yasaklanmalı. Çünkü insanı her şeye çare bulunabileceği yolunda yanlış fikirlere sevk ediyor.

Bu sefer çareyi nerede bulabileceğime dair bir fikrim vardı. Ne aradığını bilen insanların kararlılığı ile yürümem beklenirdi aslında. Ama elbisemin düğmesi çok biçimsiz bir yerden kopmuştu. Onun için sırtımı duvara vererek mesleğe o gün başlamış bir gizli ajan edasıyla hedefe doğru sinsi sinsi ilerledim.

Tuhafiyecide beni tuhaf bir kadın karşıladı. İnsan işine ancak bu kadar yakışır diye düşündüğümü hatırlıyorum. “Düğmeniz kopmuş,” dedi makyajla irileştirilmiş gözlerini daha da açarak. Bir şeye baktığında önce eksikleri fark eden insanlara pek güvenmem. Bilgisi gözle görünen şeylerle sınırlı pratik kişilerdir bunlar. Bu kadın da öyle birine benziyordu. Kopmuş düğme meselesine parmak bastıktan sonra, “bacaklarınız çarpık, saç kesiminiz berbat, ha bir de kaşlarınız birbirine fazla yakın” demesini bekledim.

Ama o bir takım kutuları hızla raflardan indirmeye başladı. Onları bir süre dalgın dalgın karıştırdıktan sonra, bana bir düğme uzattı. Evet, belki bir teorisyen sayılmazdı, ama işinin ehli olduğunu teslim etmek gerekiyordu. Düğmeyi eliyle koymuş gibi bulmuştu. Çünkü muhtemelen eliyle koymuştu.

Neyse, sonuçta önemli olan düğmenin bulunmuş olmasıydı. Dükkan fazla kalabalıktı. Çıkmak için can atıyordum. Hemen oracıkta düğmemi dikmek istedim. “Soyunmadan olmaz,” dedi kadın yine gözlerini açarak. Bu sefer gerçekten korkmuş gibi görünüyordu.

Telaşımdan en basit şeyi akıl edememiştim. İlik öyle ters bir yerdeydi ki, elbiseyi çıkarmadan düğmeyi dikmem mümkün değildi. Çinli bir jimnastikçi olsaydım belki. Ama değildim. Tuhafiyeci kadın da bunun farkındaydı. Sürmeli gözler kısılıp beni küçümseyerek süzdüler. Teori falan bir yere kadar, der gibiydiler. İnsanın pratik zekası olmayınca böyle apışıp kalırdı işte. Ben kendimi ne zannediyordum?

Yaptığım aptallıktan öyle utanmıştım ki, çengelli iğne istemek bile aklıma gelmedi. Düğmeyi cebime koydum. Yenilmiştim. Kabul etmek gerekiyordu. Parayı tezgahın üzerine bırakıp kapıya doğru yürüdüm.

Fakat tam o sırada, kırlaşmış saçlarını “a la garson” modeli kestirmiş bir teyze beni kemerimden yakalayıverdi. Ne olduğumu anlayamadan kendimi neredeyse kadının kucağında buldum. “Dur gitme, ben dikerim,” dedi bana. Sesinde kıdemli bir subayın otoritesi vardı. Tuhafiyeci de bunu hissetmiş olacak ki, isteksizce de olsa iğneyi ipliği hazırlayıp kadının eline tutuşturdu.

Bir kaç dakika sonra düğmem dikilmiş, kriz çözülmüş, hayat yeniden normale dönmüştü.

Otobüste yeni dikilmiş düğmeyi elimle yoklarken, bu küçük olaydan etkilendiğimi fark ettim. Dalgacı halim uçup gitmişti. Hatta bir yavaşlık gelmişti üzerime. İnsanın beyni yüksek devirde çalışmaya başlayınca bazen olur bu. Hareketleriniz ağırlaşır. 

Ben de derinlerdeki kimi anılara ulaşmaya çalışıyordum. Teyzenin buyurgan sesinde, düğmeyi dikerken beni evirip çevirmesinde, kıpırdanmamam için ikaz edişinde tanıdık bir şey vardı. Unuttuğumu sandığım bir yakınlıktı bu. Çocukken pantolonumun dizi yırtıldığında, astarım söküldüğünde ya da cebim delindiğinde (hep tıka basa doldurduğum için bu sonuncusu çok sık olurdu) annem ya da anneannemin beni önlerine oturtup sökülen yeri nasıl onardıklarını hatırladım.

Annem bu alışkanlığı ben yetişkin bir kadın olduktan sonra da sürdürdü. Direnir gibi yapsam da, bu dikiş teranesi aslında hoşuma giderdi. Anneme fiziksel olarak yakın olabildiğim nadir anlardan biriydi. İşi bittikten sonra sırtımı okşayarak “hadi bitti, kalk bakalım” derdi, ben de bazen lafı uzatır onun dizinin dibinde azcık daha oyalanırdım. Artık kaybedilmiş bir çocukluğun sıcaklığında biraz daha durabilmek için.

Çocukluk denen şey en nihayetinde anne hasreti değil midir?

Anneme duyduğum özlem tuhafiyecideki teyzenin temasıyla uyanıp başını kaldırmıştı. Düğmem dikilirken belli ki başka dikişler açılmıştı.  Çoktan unuttuğumu sandığım dikişlerdi bunlar.

Yalnızca annemin tamir edebileceği dikişler. Burada olsaydı eğer.

10 comments:

  1. Okuru hayat telaşıyla oyalayıp türlü meselelerde gezdirdikten sonra, annenin dizinin dibine 'buyur' etmek.. Kulağımıza küpe olsun.

    ReplyDelete
  2. Teşekkür ederim. Bu yorumlar sayesinde anneler gününün ağırlığı biraz dağıldı sanki.

    Sağolun.

    ReplyDelete
  3. Meltem Gürle, ne güzelsiniz siz.
    O şey her ne ise bitmedi. Henüz bitmedi.
    " İnsan yaşıyorken özgürdür. "
    Annemle doğruluyorum.

    ReplyDelete
  4. Şimdi bu yazını altına ne yazsam çok sıradan gelecek. Sadece çok güzel diyip çekileyim. Sahiden çok güzeldi.

    ReplyDelete
  5. Sökükler bi düğme olsa keşke... eliniz dert görmesin, çok ustaca yazmışsınız.

    ReplyDelete
  6. Ne güzel tarif etmişsiniz çocukluğa duyulan özlemi. Ömrünüze bereket.

    ReplyDelete
  7. Meltem Hanım,

    Okuduğum ilk yazınız İrlanda'daki meşhur büyük kütüphane ile ilgili yazınızdı.. O zamandan beri tanıyorum sizi.. ne yazık ki yeterince yazınızı okuduğumu söyleyemem.. ama bugünkü yazınız.. "... Anneme duyduğum özlem tuhafiyecideki teyzenin temasıyla uyanıp başını kaldırmıştı. Düğmem dikilirken belli ki başka dikişler açılmıştı. ..." beni benden aldı doğrusu.. kullandığınız görsel.. keza!..
    Sizi daha çok okuyacağım.. söz!!!

    ReplyDelete
  8. Meltem Hanım, yazılarınız inanılmaz derin ve dingin. kitaplarınızı okurken de büyük bir heyecanla okumuştum, hiç bitmesin istemiştim. Lütfen daha çok yazın. Okurlarınızın sizin yazılarınızı okumaya çok ihtiyacı var. :) Teşekkür ederim kendi adıma.

    ReplyDelete